“Bazı hastalıkların tanısı çok kolay ancak tedavisi çok zordur.
Bazı hastalıkların ise tanısı çok zor ancak tedavisi çok kolaydır.”
Machiavelli
Ekonomistler karşılaşılan krizleri ortaya çıkış süreçleri açısından kobra ya da boa olarak tanımlarlar. Önceden belirtileri ortaya çıkmadığı için öngörülemeyen, ani olarak gelişen krizleri kobra yılanının o çok hızlı ve kaçınılması neredeyse olanaksız ölümcül vuruşuna benzetirler.
Sinyalleri çok önceden başlayıp, zaman içinde güçlenerek gelişen ve gerekli önlemlerin alınmasına zaman tanıyarak yaşanacak hasarın azaltılmasına olanak sağlayan krizleri ise boa yılanının avını yutması ve sindirmesi günler süren yavaş çekim hareketliliği ile açıklarlar.
Genellikle ekonomistlerin başvurduğu bu tanımlamanın temel felsefesi aslında uluslararası ilişkilerde yaşanan krizler için de geçerlidir.
Örneğin bir Rus savaş uçağının, Türk hava sahasını ihlal ettiği için düşürülmesi üzerine Rusya ile yaşanan ve ağır maliyete neden olan kriz tipik bir “kobra krizi” idi.
Bugün gündemimizin en üst sırasına yerleşerek tüm dikkat ve enerjimizi yönelttiğimiz İdlib ise ilk işaretleri yaklaşık iki yıl önce ortaya çıkan, Suriye’de her yeni gelişme sonrası ağırlaşarak çarpan etkisi ile katlanıp büyüyen ve sonuçta kaçınılmaz bir biçimde bugünlere ulaşacağı belli olan “boa yılanı krizi…”
Gerek Hatay ve kuzeyinde Türkiye’nin özgürleştirdiği Afrin’le sınırdaş oluşu gerekse Astana mutabakatı uyarınca İdlib’i çevreleyen 12 gözlem istasyonundaki personelimizin güvenliği ve ağır bir askeri harekatın yaratacağı Rusya, İran ve Esad’ın belli ki önemsemediği yıkımın insani ve vicdani sorumluluğu; bu kritik coğrafya Türkiye açısından Afrin ve Cerablus gibi stratejik bir hedef olmasa da ister istemez Ankara’yı içine çekmiş bulunuyor.
Suriye iç ya da çok uluslu savaş düğümünün çözülerek geleceğinin belirlenmesinde birincil önem derecesine yükselen İdlib’i karmaşıklaştırarak ilgili tüm aktörlerin paydaşlığında bir çözüm reçetesini olanaksızlaştıran temel etmen ise sahada Türkiye dışında tüm oyuncuların büyük oranda açıklığa kavuşan gizli ajandaları, gündemleri ve Suriye’ye ilişkin farklı gelecek tasarımları.
7 Eylül’de Tahran Zirvesi’nde yer alan Astana mutabakatının üç garantör ülkesi Türkiye-Rusya-İran liderlerinin vücut dillerindeki yansımalar, zirve sonrası yayımlanan ortak bildiride bazı somut önermeler dışındaki genel ifadelerle bir arada değerlendirildiğinde İdlib’le ilgili görüş ayrılıkları ve sıkıntının henüz tam anlamıyla aşılamadığı görülmektedir.
Umarız Tahran Zirvesi’nde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suriye’nin geleceğine ilişkin çıkar kaygılarından uzak insani ağırlıklı açık yaklaşımı Moskova ve Tahran’da karşılık bulur.
Türkiye-Rusya ve İran; gerek İdlib gerekse Suriye’nin geleceği ve bu gelecekte yer alacak aktörler konusunda ayrılıklarını, aralarındaki çok yönlü ilişkilerin olumsuz yönde etkilenmemesi için ayrı bir kompartmanda tutmayı bugüne kadar başarmış olsalar da ABD’nin Suriye’de varlığını kalıcılaştırma kararı, Fransa’nın sonradan oyuna dahil olması, İsrail ve arka planda kalıyor gibi görünse de İngiltere’nin bölgede oyun kurucu kimliği yaşanan gelişmelerle bir arada değerlendirildiğinde çok bileşenli bu sorun giderek karmaşıklaşmakta ve bir “kara delik” efekti yaratmaya aday görünmektedir.
Diplomaside üzerinde anlaşmaya varılamayan sorunların saptanması bir diyalog yöntemi olduğuna göre gelecek yazılarımızda Suriye sahasındaki aktörlerin amaç, niyet ve tasarımlarındaki ayrışmalar üzerinden gerek tanısı gerekse tedavisi zor görünen bu konuda bir sonuca ulaşmaya çalışacağız.