Piyanist ve besteci Anjelika Akbar, 1990 yılında Türkiye’ye geldi. Ve bizden biri oldu. Hayatının ikinci yarısını yani Türkiye’de geçen bölümünü de kitaplaştırdı. İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkan “İçimdeki Türkiyem” adlı kitabında, bir kelime Türkçe bilmeden geldiği İstanbul’da yaşadıklarını ve Türkiye’ye nasıl aşık olduğunu anlattı. Yakında bu kitabından yola çıkılarak bir film de çekilecek. Anjelika Akbar kendi hayatını oynayacak. Sohbete geçmeden önce Anjelika Akbar’ı biraz olsun tanıtmakta fayda var. Kazakistan doğumlu Akbar. Annesi müzisyen, babası müzisyen araştırmacı ve felsefeci... 2.5 yaşındayken nota biliyor, piyano çalabiliyormuş. 4 yaşında da ilk bestesini yapmış. Hayatı müzik alanında başarılarla dolu... 1990’dan bu yana da Türkiye’de yaşıyor. 400’den fazla bestesi, 7 de albümü var. Kitabının kapak fotoğrafını da Ara Güler usta çekmiş. Fotoğrafta görünen kapı Akbar’ın ilk İstanbul’a geldiğinde kaldığı evin kapısı...
* UNESCO nedeniyle Türkiye’ye gelmişsiniz. Kitabınız da Türkiye’yle başlıyor.
Babam felsefeci ve müzisyen. Ben küçük yaşlardan itibaren farklı büyütüldüm.
* Çok yetenekliymişsiniz... 2.5 yaşında nota bilmek...
Evet. Aile ortamım da, genlerim de buna müsaitti. Babam aynı zamanda araştırmacı. Ben küçüklükten itibaren kendimi sorguladım. Ekolojinin ne olduğu üzerine çalışmalar yaptım. 14-15 yaşındaydım bu konularla uğraştığımda. Ben şu noktaya gelmiştim: İnsanların etik değerleri çalkalanınca, akıl bozuluyor... Tüm probemler aslında böyle çıkıyor. İnsanlar bencilce doğaya zarar veriyor. Bu bakış açım konuşmalarıma ve bestelerime yansıdı.
Türkiye’de kalacağımı bilmiyordum, hamile olmasam geri dönecektik
* İlk bestenizi de 4 yaşında mı yaptınız?
İlk ciddi bestemi 4-4.5 yaşında yaptım. UNESCO da biraz önce anlattığım nedenlerle beni çağırdı.
* Türkiye’ye gelmeniz alnınıza yazılmış... Asla tesadüf değil. Kitabınızın daha ilk sayfalarında yaşadıklarınız bunu anlatıyor...
Ben buna inanıyorum. Kitabımda da önsezi ve alınyazısı geçiyor. Ben hayatımın ilk dönemlerinde bile belki Türkiye’de yaşayacağımı biliyordum. Hayatımda Türkiye yokken kitabımda da yazdım, “Çay içtik, kaşık çırptık, Türkçe konuştuk” demişim. Sanırım bilinçaltı bu demek. Biliyordum Türkiye’ye geleceğimi.
* Ve bir kelime bile Türkçe bilmiyorsunuz, eşiniz de bilmiyor. Bir tanıdığın evine yerleşiyorsunuz ve hamilesiniz. Oğlunuz Yürek Türkiye’de doğuyor...
Türkiye’de kalacağımı bilmiyordum. Hamile olmasam uçağa binip geri dönecektik. Doktor “Uçamazsın” dediği için kaldık. Ve Türkiye’de akrabadan yakın hissettiğim arkadaşlar çıktı karşıma. Gönülden sohbet ettim insanlarla, dil bilmeden de bunlar oldu. Ve dili de bu yüzden kolay öğrendim.
Rüyalarımın hepsi çıkar sanki doğmadan önce hayatla bir anlaşma yaptım
* Önseziler dediniz biraz önce... Bir de rüyalarınız var. Siz rüyalarınızı hatırladığınız kadarıyla yazıyorsunuz ve bu rüyaların çıktığını görüyorsunuz.
Evet. Rüyalarımı yazıyorum, genelde de çıkıyor. Boşluk da bırakıyorum yazarken, sonra dolduruyorum. Sanki doğmadan önce hayatla bir anlaşma yaptım.
* Sanırım öyle! Klasik müzik sicili parlak bir ülke değiliz. Burada tatmin olmayacağınız düşüncesi sizi yiyip bitirmedi mi?
Böyle endişem olmadı. Belki de hayat beni farklı yönlere götürdü. Dediğim gibi, hamileydim, kısa süreliğine gelmiştim, dönecektim. Sonra buraya aşık olup dönemedim. 7 yıl sahneye çıkmadım.
* Türkiye’de sizi ne durdurdu?
Yeni anne olmuştum. Oğlumu büyüttüm. İlk eşim de istemedi.
* Kitabınızda ilk eşinizden çok söz etmiyorsunuz ama sorun olduğu anlaşılıyor. Neden eşiniz Türkiye’de müzisyen kimliğinizi sürdürmenizi istemedi?
İlk eşimin kökenleri Kırım Türkü. Tamamen Rusya’da eğitim görmüş. Rus asıllı Kırım Türkü. O da benim gibi Türkçe bilmiyordu. Buraya geldiğimizde sahnede olmamı istemedi. İzin vermedi. Ben de yapamadım.
* Sizin gibi 2.5 yaşından beri müzik neredeyse hayatının tümü olan biri için bu korkunç bir şey olmalı...
Aynen öyle.
* Ne iş yapıyordu eşiniz?
Felsefeci. Sanat ve düşünce insanı ama istemedi.
İlk eşim sahnede olmama izin vermedi
* 7 yıl gerçekten de içe dönük yaşadığınız bir dönem olmalı...
Ben de mücadele edemedim o dönemde. Dediğiniz gibi kendi içime döndüm. Oğlumu yetiştirmeye çalıştım. Sahnelerden ayrı kalmak beni öldürüyordu. Çöpe dönmüştüm. İncecik oldum. Hayatım benden gidiyordu. O yıllar bana sabır ve kabullenmeyi öğretti. Benim için ölümcül bir şey müzikten uzak kalmak. Ben o yıllarda nefessiz kaldım.
* 7 yıl sonra Türkiye’de sahneye çıktınız...
Her bir dinleyiciyle buluşmak lütuf gibi oldu. Benim Rusya’daki arkadaşlarım “Orada ne yapıyorsun, Türkler klasik müzik dinlemez” diyorlardı. Ben bunları dinlemedim. Ben sanat için sanat, müzik için müzik yapmıyorum. İnsanlar için varım. Sen içten ve samimiysen, hangi ülkede olursan ol insanlar anlar. Ben müzikle insanlara “Sizi seviyorum” diyorum.
* Sonrasında kariyer basamaklarını hızlı çıktınız....
Bu yüzden Türkiye’ye çok minnettarım. Türk insanı çok içten. Birçok yazar beni önemli 40 Türk kadını arasına soktu. Bu beni çok gururlandırdı. Ben sonradan kendi isteğimle Türk vatandaşı oldum. Ve beni içlerinden biri olarak gördüler...
* Türk kadınlarıyla ilgili bölümde ilginç tespitleriniz var. Peki ya Rus kadınları... Çok farklı bir kültür?
Bir sonraki kitabım Rusya’nın Demirperde dönemiyle ilgili olacak. Şu anda şöyle bir ayrım var. Türk kadını kendinden çok emin değil. Rus kadınlarının özgüveni müthiş. Kadın kendinden emin olunca aile daha sağlam oluyor. Kadın özgüvenli olunca işinde de daha başarılı oluyor. Anne özgüvenli olunca bu çocukları da etkiliyor. Ben Türkiye’de kadınların gördüğü şiddet karşısında dehşete kapıldım. Bir aile içi şiddet, bir de okullardaki şiddet beni çok etkiledi. Maalesef bunları söylemekle, kınamakla olmuyor. Türkiye’de bu konuda zihniyet değişikliğine ihtiyaç var. Karşı tarafa saldıran insan aslında özgüveni olmayandır. Türkiye’deki kadına yönelik şiddeti anlamak mümkün değil.
* Şimdi bir Türk’le evlisiniz. İkinci oğlunuz oldu Timur. Siz oğullarınızı nasıl yetiştiriyorsunuz?
Ben uluslararası bir ailenin çocuğuyum. Kendimi dünya vatandaşı olarak görüyorum. Ailemden iyi gelenekler var. Türkiye’den aldığım en önemli değer de maneviyat. Ben bunu çocuklarıma vermeye çalışıyorum. Karşındaki insanı kendinden farklı görmemeyi öğretiyorum çocuklarıma.
* Nataşa kelimesini duyduğunuz ilk günlerle ilgili anlattıklarınız bizim toplum olarak cahilliğimizi de ortaya koyuyor... Siz ilk Nataşa’nın kullanılış amacını anladığınızda ne düşündünüz?
Çok garip duygular... Ben o ülkeden ayrılmıştım. Ailem benden özenle ekonomik zorlukları saklıyordu.
* Evet hatta o dönemde Moskova’nın önemli bir kemancısını Antalya’da bir otelde keman çalarken görmüşsünüz...
Çok şaşırdım. Çok üzücüydü benim için. Ben başlarda Nataşa sözünü duyduğumda, “Türklerin tanıştıkları Rus kadınlarının hepsinin adı Nataşa mı?” diye düşündüm safça. Anlamıyordum. İlk anladığımda hem şaşırdım hem de sarsıldım. Sanırım benim de önyargılarım vardı. İç bünyemde çalkalanma oldu. Ailemi de aradım, sordum. Yargılamamak lazım. Ekonomik sorunlar çok büyüktü. Bir insanı yargılamadan önce o insanın makosenleriyle bir ay dolaş diyorlar... Bu doğru. Çocuklar orada aç, susuz kaldılar. Ben onları duyunca sustum.
* Ancak bu Nataşa damgası sizin yolunuza da farklı şekillerde çıkmış...
Komik ve biraz da üzücü şeyler oldu. Bağdat Caddesi’nde oturduğum dönemde bir butikten kıyafetler aldım. Eve gelince bir bluzu unuttuğumu fark ettim. Geri almaya gittim. O anda orada dükkanın sahibi değil yardımcısı vardı. Bluzu unuttuğumu söylediğimde, yardımcısı “Evet biliyorum, isminizi yazmıştı... Burada unutulmuş” deyip bluzu verdi. Bluzun üzerinde, “Nataşa’nın unuttuğu bluz” yazıyordu. Hâlâ o butik açık, önünden geçerken gülerim.
Başıma kötü şeyler geldi
* Yalnızca aksanlı konuştuğunuz için oluyor bunlar.
Aksanlı konuştuğumu görenler hemen merak ediyor. Başıma kötü şeyler de geldi.
* Ne gibi?
İki kez taksi şoförleri kaçırmaya kalktı.
* Nasıl yani? Şikayet edebildiniz mi?
Hayır, kendimi taksiden atabildim ama ikisinde de plakayı alamadım. Ders oldu bunlar bana, yoldan taksiye binmiyorum artık.
* Bunlar başınıza gelince ülkenize geri dönmeyi düşünmediniz mi?
Yok düşünmedim.
* Ama sanırım uzunca bir süre, özellikle de tanınana kadar bu sorun sizi üzmüş...
Evet. Ankara’da da apartmana konserden geç çıkıp geliyordum. Kıyafetler sahne kıyafeti, elimde çiçek. Her gece apartmana girerken anahtara yöneldiğimde zile basıp kapıyı biri açardı. Apartman benim eve dönemi beklerdi.
* Toplumsal baskı görmenize rağmen sizce sizi Türkiye’de tutan en önemli şey ne?
Ben hayata pozitif bakan biriyim. Benim yerimde başkası olsaydı valizleri toplayıp kaçabilirdi. Ama ben yapmadım bunu. Kitabımda da anlattığım gibi ben buraya aşık oldum, insanlarını sevdim. Kendimi yabancı olarak görmüyorum.
Önümüzdeki ay yeni albümüm Likafoni piyasaya çıkacak
* İkinci evliliğinizin hikayesi çok güzel. Batu Bey sizden özel dersler alan bir öğrenciniz. Sonra aşk başlıyor.
Batu şöyle anlatıyor: “Ben Anjelika Akbar’ın hayranı ve öğrencisi oldum. Aşık oldum. Ama bir bakışla bunu ifade etmemem gerekiyordu. Uslu uslu derslere gidiyordum.”
* Ve bir gün Batu Bey’i aradınız, her şey çözüldü...
Ben yalnızca müzik dersi vermiyorum. İşin içinde bir felsefe var. Batu ile aramızda ders seviyesindeki paylaşımdan doğan bir duygu vardı. Bir anda çözüldü her şey. Bir oğlumuz daha oldu...
* Yeni bir albüm de çıkaracaksınız değil mi?
Şubat’ta Likafoni adlı albümüm çıkacak. Kitaptan yola çıkılarak bir de senaryo oluşturulacak. Filmde ben oynayacağım.
Türkiye aşığı bir kadınım
´Bana ‘Nataşa’ diyen de oldukaçırmaya kalkan taksiciler de...´
Haberin Devamı