12 yıldır İsviçre’de yaşayan, İsviçre Psikiyatri ve Psikoterapi Derneği üyesi psikoterapist Dr. Alper Hasanoğlu yasağın altında yatanları konuşmak için en doğru isimlerden biri... Zira, halen Basel Kantonu Psikiyatri Asistanları’nın temel psikoterapi eğitiminden sorumlu komisyonda eğitmen ve süpervizör olarak görev yapıyor, iki tarafı da çok iyi tanıyor. Buluşup, konuştuk ama söz ’öteki’ hissetmekten açılınca dönüp Türkiye’ye de baktık. Toplumsal gerilimlerden de konuştuk, Türkiye’deki kadın-erkek ilişkilerinden de...
İsviçre minareye mi ‘hayır’ dedi yoksa bu minare şemsiyesi altında başka şeylere mi ‘hayır’ dedi?
Bu konuda yapılan bütün sosyolojik ve politik yorumların doğru olduğunun altını çizerek başlamak istiyorum. Yani 11 Eylül’den sonra gerçekten bütün dünyada olduğu gibi Avrupa’da ve İsviçre’de İslam’dan korku, islamofobi çok arttı. Bütün kara kafalıları, müslümanları potansiyel terörist olarak görmeye başladılar. İsviçrelilerin Türk halkıyla ilk bakışta garip de gelse bazı konularda ortak noktaları var. Her iki halk da başka başka nedenlerle toplumsal bir narsizm yaşıyor. Belki daha sonra bize de geliriz ama, İsviçrelilerin narsizmin kökeninde yatan şu: İsviçre çok küçük bir ülke. Avrupa’nın en büyük devletlerinin arasında sıkışıp kalmış. Düşünün Avusturya, Almanya, Fransa, İtalya’yla komşu. Her biri devasa imparatorluklar kurmuş ülkeler bunlar ve yüzyıllar boyu bütün sorunlarını ilk fırsatta savaşarak çözmeye çalışmışlar. Aralarına sıkışmış küçücük İsviçre ise 700 yıldır savaş nedir görmemiş. Bu kadar barışçı olduklarından mı yoksa bu kadar zaman kaçabilmeyi, kaçınabilmeyi başardıklarından mı?
AB’ye üye olmaktan da kaçtıklarını söyleyebilir miyiz?
Bir Avrupa Devleti kurulduğunda, yüzyıl sonra da bir Alman kültürü, bir Fransız kültürü, bir İtalyan kültürü var olmaya devam edecek. Peki İsviçrelilere ne olacak? İtalyanca konuşulan güneyinde tramvayların geç kaldığı, lokantalarında yüksek sesle konuşulduğu, yani İtalyan kültürünün hakim olduğu bir ülke İsviçre. Fransızca konuşulan bölgesinde öğle yemeğinde şarap içilirken, Almanca konuşulan bölgesinde ise tam bir Alman disiplini hakim. Bu durumda İsviçrelilik ne anlama geliyor, kim tarif edebilir? Yüzyıl sonra kim İsviçreli olduğunu anımsayacak? İsviçreli’nin bu nedenlerle ağır bir kimlik sorunu var. Mükemmeliyetçilikleri, dakiklikleri, burnu büyüklüklerini de hep bir telafi çabası. Kimlik endişesinin olduğu yerde iki şey olur.
KAYBOLMAKTAN KORKUYORLAR
İnsanlar endişe ettikleri kimliklerine gereğinden daha fazla değer verir ve ona sıkı sıkı sarılırlar. Bir de “öteki” yani yabancı tehlike olarak algılanır, “öteki”nden korku duyulur. Emin olun minare insiyatifi oylamasında İsviçrelilerin bilinçdışı bir şekilde en az ilgilendikleri konu minarenin kendisiydi. Bu oylamayla İsviçreli kimliklerinin yok olup gideceğinden duydukları korkularını kayda geçirmiş oldular. Oylama sonucunu böyle görebilmek, gösterilecek tepkiyi de belirleyeceği için önemli. Emosyonel bir tepki göstermeden önce ki maalesef artık çok geç, özelde İsviçrelilere genelde dünyaya İslam’ın bir tehdit olmadığını, yanlızca bir yaşama biçimi tercihi olduğunu anlatabilmek, onların yok olup gitme korkularını azaltabilmek gerekirdi. Tabii İslam gerçekten bunu istiyorsa...
İsviçre’deki Türkler arasında dindarlar daha dindar solcular ise hâlâ 80’li yılların sloganlarıyla yaşıyor
İsviçrelilerin Müslümanlardan korkmasının nedenlerini sayabiliriz, Batı toplumlarının çoğunda var bu... Ama yasak koymak farklı bir adım...
Bu arada gerçekten çuvaldızı da kendimize batırmamız gerekiyor. İsviçreliler müslümanlardan korkmakta bütünüyle haksızlar mı? Bir film sahnesi gibi düşünün: Güzel bir Cumartesi öğleden sonrası ki İsviçreliler için haftanın en önemli günüdür, yazdan çalınmış bir kış gününde İsviçreliler haftalık alışverişlerini yaptıktan sonra, insanlar tertemiz, geniş meydanlardaki kafelerde oturmuş kahvelerini ya da biralarını yudumlamaktadırlar huzur içinde. Birden çığlık çığlığa Türkçe yardım isteyerek bir kadın meydanda koşmaya başlar. Peşinde elinde silah bir erkek, yorgunluktan ayağı takılıp düşen kadına yaklaşır ve bütün şarjörü boşaltır kadının üstüne. Sonra da çekip gider. Ardından iki hafta geçmeden Türk bir kadın büyük bir alışveriş merkezinin yürüyen merdivenlerinde sevgilisini bıçaklar ve hiçbir şey olmamış gibi evine gidip yemek yapar. Buna benzer olaylar bir sene içinde defalarca tekrarlanır ve İsviçre gazetelerinde haklı olarak Türklerin suça meyilli olup olmadıkları tartışılır. 12 senedir İsviçre’deyim, bir psikiyatr ve insan olarak bizim insanımızı gözlüyorum. Herkes varolan değerlerine daha bir sıkı sarılıyor kimliğini yitirmemek için.
Dindarı daha bir dindar oluyor örneğin, eski solcusu 80’li yılların sloganlarıyla yaşamaya devam ediyor. Mutlu mu bu insanlar? Emin olun çok mutsuzlar.
Vatan özlemi mi mutsuzluğun kaynağı?
Herkes ülkesini özlüyor. 20 yıldır Türkiye’ye gidemeyen ve illegal sol örgütlerden birine mensup bir hastam her sene Kos Adası’na gidip (Türkiye’ye en yakın Yunan Adası) Türkiye’yi gören bir tepeye oturup rakı içerek ağlıyor. Geri döndüğünde İsviçre’ye, birkaç hafta kendini iyi hissediyor vatan hasretini giderdiği için. Bu özlem herkesin geçmişteki değerlerine sıkı sıkı sarılmasına neden olup geldikleri topluma entegre olmasının önüne geçiyor. “Yabancı” olmaya devam ediyorlar, dolayısıyla ötekinden korkan İsviçreli’nin düşmanı olmaya, korku kaynağı olmaya da devam ediyorlar.
AVRUPA, GÖÇMENLERİN İNSAN OLDUĞUNU İDRAK ETME SÜRECİNDE
Birkaç hafta önce muayenehanemde simsiyah feracesiyle karşımda oturan bir Türk kadını vardı. Yolda görsem tanımam, çünkü yalnızca gözlerini ve burnunu görüyordum. Oysa bütün hayat hikâyesini biliyorum bu zeki ve aklı başında kadının. Tamam ben normal karşılayayım, ama sıradan bir İsviçrelinin bundan rahatsız olmaması mümkün değil. Çünkü feracenin altında bomba olup olmadığından endişe ediyor sıradan Avrupalı. Maalesef arada sırada ben de... Evet sanki bizi istemiyorlar, ama aslında onların gözünde Müslüman Türk, Arap ve Arnavut’un temsil ettiği şeyden ve biraz önce söylediğim gibi oldukça zayıf İsviçreliliklerinin kaybolup gitmesinden korkuyorlar. Bu konuları en iyi yorumlayan kişi İsviçreli yazar Max Frisch’tir: “Biz iş gücü istedik, onlar insan gönderdiler” demiştir. Aslında bu süreç Avrupa’nın bu durumu, yani göçmenlerin insan olduğunu idrak etmesi sürecidir. Biz göçmenlerin de bu süreçte farkına yavaş yavaş vardığımız şey, bir dükkan ve bir ev parası biriktirdikten sonra “memleket”e geri dönemeyeceğimizdir.
Burada 20 yıldır tek kelime Almanca konuşmayan Türkler var
Çocuklarda esas farklılık ortaya çıkıyor değil mi? Özellikle de üçüncü kuşakta, onların dönmek istedikleri bir vatan toprakları yok...
Onlar artık Avrupa’nın bir parçası. Çocuklar okula başladı ve buranın dilini Türkçe’den daha iyi konuşuyorlar. Avrupalı Türk profili bu. Maalesef Etiler Türklerine benzemiyorlar. İyi ya da kötü olarak yorumlamıyorum, başkalar, o kadar.
Bizi istemiyorlar mı? Evet istemiyorlar, ama biz de onların bizi istemesi için hiçbir şey yapmıyoruz. 20 senedir tek kelime Almanca konuşmaya gerek duymayacak kadar Türk gettosundan çıkmadan yaşayan insanlar var burada; Türk bakkalı, Türk restoranı, Türk iş yeri ve evde duvarda Kâbe veya ceylan işlemeli duvar halısı..
Türkiye son dönemde yine çok karıştı. Kürt açılımı savaşın biteceğine dair umut olarak ortaya çıktı ama gelinen nokta gerginliğin artması oldu. Dışarıdan nasıl görünüyor şu sıralar Türkiye?
Bu soruya kişisel bir yanıt vermek istiyorum. Türkiye dışarıdan canlı gözüküyor. Her an her şeyin olabileceği, dinamiklerin çok hızla değiştiği, insanı hayata bağlayan hareketliliğin olduğu bir ülke. Oysa İsviçre musluktan akan suyun içindeki flor oranının ne olacağına üç yıl süren komisyon toplantılarından sonra karar verildiği bir ülke. Abdullah Öcalan’ın idam kararının açıklandığı gün Basel Üniversitesi’nin çevresindeki bisiklet park yerlerinin yetersizliğini tartışıyordu Basel. Böyle bir durumda Kurban Bayramı’nda kan gölüne dönen sokakları, bisikletle tura çıkmış kadınlara tecavüz edilmesini, bir iş/spor ve kendilerinin bir hafta sonu hobisi olarak gördükleri futbol maçının bir ölüm kalım savaşına dönmesini, trafikte her gün onlarca insanın ölmesini, dört resmi dili olan bir ülke insanı olarak Kürtçe yayın yapan televizyon olsun mu olmasın mı diye tartışılmasını nasıl algılyabilirler?
Algılayamazlar... Siz kutuplaşmaların Türkiye’yi nereye sürüklediğini düşünüyorsunuz?
Türkiye’de gerçekleşen her türlü olumlu değişim, bu kim ya da hangi parti tarafından gerçekleştirilirse gerçekleştirilsin olumlu bir şeydir.
Sosyal demokrat olduğunu iddia eden partilerin faşizan ve gerici bir dil kullanmaları, dinci diye yaftaladığımız partilerin ise demokrat söylemlerde bulunmaları şaşırtıcı gibi gözükse de, sanki Türkiye’nin içinde bulunduğu karmaşaya uygun düşüyor gibi. Bejan Matur’un Zaman’da, Hasan Celal Güzel’in ise Radikal’de yazdığı bir ülkede yaşıyoruz. Neye şaşırabiliriz ki? En güzel devrimci şiirleri yazmış bir şair, İsmet Özel kadınların elini sıkmıyor dini görüşlerinden ötürü.
Görücü usulüyle evlenen bir ülke olduğumuz için özgüvenimiz eksik
Özgüven eksikliği olan bir ülkeyiz. Size ilk bakımı veren en yakın kişiler, yani çoğu durumda anne-babanız resim kağıdına çizdiğiniz çöp adamı bile över ve sizi alkışlar. Başınıza bir şey geldiğinde korunacağınızı bilirsiniz. Misafir odasını karıştırdınız diye tokat yemezsiniz, aksine saatin nasıl çalıştığını anlamak için arkasını açtığınızda babanız sizinle oturup birlikte bakar saatin arkasına. Baba da anne de hep oradadır. Bilirsiniz seviliyor ve değer veriliyorsunuzdur. En az yüzde 80’ninin görücü usulüyle evlendiği bir ülkede, yani evliliklerin sevgi ve saygıya dayanmadığı ailelerde doğan çocukların güvenli bir bağlanma, bağımsızlık gibi temel gereksinimlerini doyurabilmeleri, kendilerini güvende hissetmeleri, kendi kararlarını alabilecek bir cesaret gösterebilmeleri mümkün değildir. Çünkü birbirlerini sevmeyen kadın ve erkeğin, çocuklarını da “gerçekten” sevebilmeleri ve onlara ihtiyacı olanı verebilmeleri mümkün değildir. Böyle bir durumda özgüveni olan bireylerin yetişebilmesi de mümkün değildir. Toplum olarak otoriteye, bize yol gösteren “baba”ya ihtiyacımız var. Bizim için doğrunun ne olduğuna karar veren çete ve darbelere bu kadar aldırışsız davranmamızın altında çaresizlik duygumuz, özgüven eksikliğimiz yatmaktadır.
Avrupa’da kadınlar cinsel özgürlük dendiğinde Foucault’yu bilir, bizimkiler Lucca’yı biliyor
İsviçre’de halk oylamasıyla gündeme gelen ‘minare yasağı’ gözleri İsviçre’de yaşayan Türklere çevirdi.
Haberin Devamı