"Ruhunuzu çok ucuza satıyorsunuz, bari fiyatı arttırın." Sanal dünya, genel dünya, cesur yeni dünya.En önemli meselenin Kardashian ve Jenner kızlarının şeftali popoları, kimin kimi gondiklediği ve elbette ki kimin ne yediği, ne içtiği, nerelere gittiği olduğu bir bambaşka bir dünya.Kaliteli olanın değil sefil olanın bedelinin arttığı, ayarı popülaritesinden mükellef, bir aceeeyib dünya.Dünyada her zaman basit olana onulmaz bir ilgi vardır.İnsanlık tarihinin başından beri böyledir bu.Herkes kendinden aşağıda bir şeyi izleyip katharsis yaşamaktan zevk alır.Kendi haline şükrede ede.(Cicişleri düşünün. Ajdar'ı düşünün. Gelin evlerindeki deli damatları, BBG Melih'i, Caner'i, Tülin'i düşünün...Gözünüzün önünde manzara berraklaşsın.) Ve günün sonunda o aşağıladığı, maymun gibi gördüğü, seyirlik bulduğu şeyin palazlanıp onu ele geçirdiğini görür.Çünkü her canavar, sonunda palazlanıp sahibini yutar.Mary Shelley'nin Modern Prometheus alt başlığıyla 1818 yılında yayınlanan ilk romanı Frankenstein'ı ele alalım."Madem unutacaktın, beni neden yarattın?" cümlesinin asıl kaynağı da olan bu romanda (Cümle, şarkının söz yazarı rahmetli Sait Ergenç'e değil, Shelley'e aittir. Ve evet Sait Ergenç, Halit Ergenç'in babasıdır), genç tıp öğrencisi Dr. Frankenstein, ölümsüzlüğü bulmak ve üstün bir insan ırkı yaratmak adına girdiği çabada ortaya iki buçuk metrelik bir dev çıkarır.Son derece saf olan bu devceğiz, insanların kendisine neden dehşetle baktığını anlamamakta, onunla dalga geçenler ve ondan korkanlar karşısında kalbi kırıldıkça kırılmaktadır.Bu arada Dr. Frankenstein yarattığı ucubeden sıkılmıştır bile. Onunla uğraşmak istememektedir. Yok olsun istemektedir. Onu ve ihtiyaçlarını görmezden gelmektedir.Günün sonunda bir de sevdiği kızı başkasına kaptıran canavarımız iyice delirir.Düşer doktorun peşine.Sen misin beni bu dünyaya getiren diye.İşte doktor önde bu arkada...Amanın bir kaçış bir kovalama, ben diyim kutuplar, sen de çöller...Eh, kırılan her şey sadece parçalanmaz canlarım. Parçalar da elbette.Canavar, bir yerine rahat batan ve tanrıcılık oynamaya kalkan salak Frankenstein'ın garısını, gardaşını öldürüverir.Sonra doktor canavarın peşine düşer, ve canavarı tam yakalayacakken ölür.Son karede canavar yaratıcısının ölümünü kaldıramaz, cesedinin üstüne kapaklanır ağlar da ağlar.Bu dünyayı kendinden kurtarmak adına bir buz kütlesinin üstüne atladığı gibi kendi ölümüne, intiharına sürüklenir.Ana fikir nedir? Vallahi bence "sanal olarak yaratılan her şey yaratıcısını bir gün yutar ve kendini yok eder"dan başka bir şey değildir.Konuyu sonsuz dağıttım hemen topluyorum.Instagram ve Snapchat çok yeni iki mecra.Ve bu yeni mecralar, tıpkı Twitter gibi kendine yeni starlar yaratmaya devam ediyor.İlk etapta bir izleyici kitlesi bulan bu mini canavarlar, kısa sürede aşırı para kazanıyor, lüks bir hayat yaşıyor ve bir süre sonra..."NEEEEEEĞĞĞĞĞXXXXXT!" diye bağırıyor sistem.Mevcut canavardan sıkılıp kaçmaya başlıyor.Bizim ahmak doktor Frankenstein gibi.Ortada kalan canavarın yaşadığı duygu durum bozukluğunu düşünün.Onu günlerce gecelerce uğraşarak parça parça bütünlemiş yaratıcısı tarafından terk ediliyor.Saldırganlaşıyor.Yok ediyor.Ve sonunda yok oluyor.Sosyal medya canavarları ve yaratıcıları konusunda Frankenstein'ın hikayesiyle tek farkımız, bizim o canavarları hep beraber üretiyor olmamız.Yani hepimiz Dr. Frankenstein'ız.Önce saçma geliyor biri.Sonra en antipatik bulduğumuz tarafını seviyoruz.Uzun süre baka baka alışıyoruz varlığına Güzel geliyor, komik geliyor, ahmak geliyor, eğlenceli geliyor...Ve sonra, sıkılıyoruz.Hepimiz.Sıkılıyor ve kaçıyoruz.Ya da kaçamıyoruz...Bazı canavarlar o kadar palazlanıyor ki bir yerden sonra, takibi bırakmak yetmiyor.Her yere dağılıyorlar.Her yerde oluyorlar.Televizyonlarda, magazinde, bar programlarında...Al işte! Sistem yarattığı canavarı kafese koyup seyirlik haline getirdi bile.Şimdi sömürebildiği kadar sömürecek ve artık hiç işe yaramaz yani ilgi görmez bir hale geldiğindeyse tükürüp atacak.Alın size instagram fenomenleri ve diğerlerinin kaçınılmaz sonu.Peki bu arada neler oluyor? Öyle ya da böyle seyirlik bulunduğu için hunharca takibe alınan bir takım isimler, markalarla binlerce liralık reklam anlaşmaları yapıyor.Tek bir paylaşımları altın değerinde.Tıpkı bir dönem twitter'da olduğu gibi.Başka ne oluyor? Bu insanlar tek bir post paylaşsın diye mekanlar tarafından bedava yiyirilip içiriliyor, ağırlanıyor.Tıpkı bir dönem haber çıkarsınlar diye en alt sınıf gazeteciye/dergiciye bile yaptıkları gibi.Başka ne oluyor? Bu insanlar ünlü muamelesi görüyor. Herhangi bir sanatçı gibi hayranları birikiyor. Üstelik somut hiçbir şey üretmedikleri halde.(İnstagram'a cicili bicili fotoğraf koymayı siz üretimden sayıyorsanız, onu bilemem. Ben saymıyorum.) Bir kısmı gerçekten oyuncu oluyor, bir kısmı televizyon programı yapıyor ve fakat asla uzun ömürlü olmuyor.Tıpkı bir dönemin reality show ünlüleri gibi.Aralarından zeki olan bazıları yırtmayı başarıyor şüphesiz.Ya da akarken küpünü doldurmayı.Ama nadiren.Çünkü insan ilgi görmeye başladığında o ilginin sonsuz olacağı gibi bir yanılgıya da kapılıyor aynı zamanda.Üzgünüm ama işler öyle yürümüyor.Bu nedenle çarkın dişlisi olmayı kabul etmiş biri akarken küpünü doldurmalı.Zira o dişlileri sık sık değştirir sistem.Mesele dişli değildir yani.Çarkın kendisi ve dönmeye devam etmesidir.Bu sistemde önemli olan insan değildir.İnsan bir değer değildir.İnsanın bir değer olmaktan çıktığı yerde huzur bulmak ve uzun süre var olmak, pek de mümkün değildir.Sevgiyle.
Geçen gün ALFA'nın sahibi Vedat Bey'le telefonda konuşuyoruz. "Yazılarınızı okuyorum Arzum Hanım. 7/24 çile çekiyor gibi bir haliniz var. Gerçi sanırım bu sizin tarzınız. Malzeme de oradan çıkıyor herhalde" dedi.Kendi kendime düşündüm... Hakikaten öyle mi diye? Bu konuda çeşitli tezler var.Mesela babam diyor ki "Yavrum sen melankoliden besleniyorsun. Neyse orada iyiysen orada kal." Tabii bir de yaşadığım hayatın somut gerçekliği var.Beni asık suratla göremezsiniz. Ben her zaman gülerim. Aşırı neşeliyimdir. En rezalet olayla bile dalga geçerim. Geçen sene kanser riskiyle testler yaptırmam gerektiğinde uzun bir vasiyet yazıp insanları dehşete düşürmüştüm mesela. İçim içimi yiyordu. Ama üzgün olmayı kendime yediremiyordum. Hemen öleceğimi kabullenip ertesi gece içmeye çıktım. Neticede hepimiz bir gün öleceğiz. Yarın ölsek ne fark eder? Ve rezalet komedi bir vasiyet yazıp avukatıma yolladım.Farkındaysanız kanser de olmadım, ölü de değilim. Izdırap çeken bir halim de yok. Kitaplarımı yazmaya ve dünyanın ızdırabını komik diyaloglarla süslemeye devam ediyorum. Benim işim bu. Her yazarın bir yazar personası var.Bu hayatı ciddiye alıyorum. Yaşadığım her saniye gördüklerimin, hissettiklerimin, düşündüklerimin farkında olmaya çalışıyorum. Ve kaydediyorum. Bütün duyguları datalayıp kaydediyorum. Bu elbette ki zorlu bir çaba. Yüzleri unutuyorum mesela. Sesleri. İsimleri. Ama duyguları unutmuyorum. Bir de kokuları.Ve günün sonunda şair olsam da hayatı şiir gibi yaşamıyorum. Hayatı yaşıyorum. Ve içinde her şey var.Bazen bir şey oluyor. Bin yıl önce çok üzüldüğüm bir şeyin kafası geri geliyor. Muhtemelen o an geçiştirmişim o mutsuzluğu. Mutsuz değilmişim gibi devam etmişim yaşamaya. Belki o kadar sallamamışım da. Ama bi an geliyor, aşırı derecede uyuşturucu kullanıp akıl hastanesine kapatılan insanlar gibi, o kötü hissin etkisine giriyorum. Raftan küflenmiş bir anıyı indirip saf elmas gibi işliyorum o zaman. Ortaya hüzünlü bir şey çıkıyor. Güzel bir şey çıkıyor. Gerçekten bir şey çıkıyor.Yazıyı gönderdikten sonra derin bir nefes alıyorum. "Tamam" diyorum. "Bugün de üç kişiye yalnız olmadığını hissettirdik çok şükür." İnsanlar hayatlarını olmasını hayal ettikleri gibi anlatmayı severler. İnsanlar kötü anıları görmezden gelmeyi severler. İnsanlar dünyada acı yokmuş gibi davranıp bi ton acı çekmeyi severler. İnsanlar severler de söyleyemezler mesela. O insan formundan uzaklaştıkça gerçek bir insan formuna dönüşüyoruz oysa. Sadece iyi anları, iyi duyguları değil, kabusları da paylaştığımızda ortak bir yol buluyoruz hayatta. Birbirimizin korkularından haberdar oldukça güçleniyor bağlarımız.Yaşadığımız travmalardan korkmamak gerek. Onları yok saymamak gerek. Bugün onların üstünde oturuyor, onlar üzerinden hissediyor, yaşıyoruz bu hayatı.Bana attığınız maillerde de kalp kırıklıklarınızdan, kendinizi yalnız hissettiğiniz anlardan ve açmazlarınızdan söz ediyorsunuz sıklıkla. Yalnız olmadığınızı bilmenin iyi geldiğini söylüyorsunuz.Başka insanları bilmiyorum... Başka yazarları, edebiyatçıları bilmiyorum... Ama benim yazma amacım bu. Ben tam da bu yüzden yazıyorum. Ve tam da bu nedenle her kitaptan, her yazıdan sonra bana attığınız hikayelerinizi, kendinizi ne kadar iyi hissetmeye başladığınızı söylediğiniz satırları özenle saklıyorum.Kimsenin hayatını değiştiremem. Günün sonunda ne peygamber olabildim ne süper kahraman. Ki düşünün benim çocukken olmak istediğim şeylerdi bunlar. Yıllar devrildi. Hala düz insanım. Faydam kendimden menkul.Hayatınızı kurtaramam, dünyayı tek başıma değiştiremem ama şeylerin güzelleşmesi, iyileşmesi yolunda azıcık yardım edebilirim. Azıcık yardım etmeyi deniyorum. Ve bundan asla vazgeçmiyorum. Benim de oluş biçimim bu.Hikayelerinizi, mesajlarınızı, maillerinizi de merakla bekliyorum.BUNLARI BİLMİYORDUNUZ 1- SABAHLARI KALKTIĞINIZDA BOYUNUZ DAHA UZUNDURHem de 2,5 santim daha uzun uyanırsınız. Yatay pozisyonda omurlarınız yerine oturur, duruşunuz dikleşir ve eklemlerinizin arasındaki mesafe olması gerektiği noktaya döner. Gün içinde sıvı kaybından ve yer çekimine maruz kalmaktan ötürü kısalırsınız.2- DÜNYANIN BAŞINDAN SONUNA VARMAK 42 DAKİKANIZI ALIREğer dünyaya bir ucundan diğer ucuna dikine bir delik açsaydık, bu delikten düşüp karşı taraftan çıkmanız 42 dakika sürerdi. Yani 8 bin mili bir saatten kısa sürede aşmış olurdunuz.3- KADINLARIN KALBİ ERKEKLERİNKİNDEN HIZLI ÇARPARFalanca üniversitesinin filanca bölüm başkanı geçen gün bu gerçekliğin altını çizmiş. Kadınların kalbi erkeklerinden hızlı çarpıyor. Bilim bu. Boru değil.Erkeklerin kalbi dakikada ortalama 70 kez çarparken, kadınların kalbi tam 78 kez çarpıyor.Hani diyorlar ya kadınlar Venüs'ten, erkekler Mars'tan dünyaya gönderilmiş uzaylılar diye... Uzayı bilmem ama, birbirine bu kadar benzer görünüp bu kadar farklı dinamiklerle işleyen iki organizma işte. Kalpleri bile aynı frekansta çarpmayı beceremiyor. Ve düşünün ki bu iki insan formu, birbirine aynı görünen bu iki farklı kalple/beyinle his besliyor. Burada bir uzlaşma söz konusu olabilir mi? Anlaşmazlıklar doğuştan değil mi? Anlamayı denemek yerine olduğu gibi kabullenmek... Daha kolay değil mi?4- EN İYİ KAŞ ALMA YÖNTEMİ İPTİRSon dönemlerde usturayla kaş almaya kalkan berber ablalarımız olsa da dünyaca kabul edilen en iyi kaş alma yöntemi hala nenelerimizden kalan ip kullanmak. Onu ağada yapmak ve lazer epilasyon takip ediyor.5- MINNIE MOUSE'UN ASIL ADI MINERVA MOUSE'TURİlk kez 1942 yılında yayınlanan çizgi roman THE GLEAM'da kullanılmıştır. Eserin yaratıcıları Merril de Maris ve Floyd Gottfredson'dur.6- EN YAKIN ARKADAŞLARIMIZA YALAN SÖYLÜYORUZWishbone uygulamasında 11.256 insanın üzerinde yapılan bir araştırmaya göre, katılımcıların %53'ü gerçeği söyleyip en iyi arkadaşlarını kaybetmek yerine pembe yalanlara sığınıyor.7- TAMPON BEKARET BOZMAZBu açıklama ilk kez 1940 yılında yapılmış. Yanlış duymadınız. 1930 yılında Tampax ilk hazır tamponu rafa koyduğundan beri süren bir mit bu. Günün sonunda bir kere de benden duymuş olun: Tampon bekaret bozmuyor.8- İNSAN VÜCUDUNDA BEŞ MİLYON KIL VARDIRBauman Medical Center'ın açıklamasına göre, yetişkin bir insanda ortalama beş milyon kıl hücresi var. Ve bunlar zamanla azalıyor.9- DÜNYANIN %10'U SOLAKTIR American Journal of Psychology'nin yayınladığı bir makaleye göre dünya nüfusunun sadece %10'u solak. Ve bu insanlar en az bir kreatif konuda yetenekli. Üstelik çok yönlü düşünebiliyorlar ve daha zekiler.10- ROMA'DAKİ NEPTUNE ÇEŞMESİ ASLINDA NEPTUNE ÇEŞMESİ DEĞİLDİRRoma'da Navona meydanında yer alan Neptune çeşmesi, 1574 yılında inşa edildi. O zamanlar basit bir çeşmeydi. 300 yıl sonra, 1878'de tasarımcı Antonio della Bitta, Roma mitolojisinin ünlü deniz tanrısı Neptün'ün ikonik heykelini çeşmeye yerleştirdi. Bu heykelde Neptün, bir ahtapotla savaşmaktadır.
Bundan on yıl kadar önceydi. Bir dergide bir maaşa dört bölümün editörlüğünü yapıyordum. Berbat bir uyku düzenim, harabe arkadaşlarım, rezalet bir ilişkim vardı. Hayatımı birine bedelsiz satıp kırsala yerleşecek cesaretim de yoktu üstelik. Çok gençtim. İnsan o kadar gençken vazgeçmeyi kendine yediremiyor.Bir gece telefonda erkek arkadaşımla tartışıp evden fırladım. Üzerimde sade bir kareli pijama ve palto. Paltonun cebinde 20 lira. Ne kimlik ne telefon. Ağlayarak deli gibi dolaşıyorum sokaklarda.Şişli Camii'nin önünde durup nereye gideceğimi düşündüğümü hatırlıyorum. Dışarıda hava buz. Deli gibi kar yağıyor. Ben ağlıyorum. Neye ağladığımdan emin değilim yine. Muhtemelen her şeye ağlıyorum.Ailemi "ben kendi hayatımı yaşayacağım kendi ayaklarımın üzerinde duracağım, ben Arzum Uzun olacağım" diye terk edişimin üzerinden dört sene geçmiş. Geri dönmek ihtimal dahilinde değil. R'ye takmam imkansız. Peki nereye gideceğim? Hiçbir şey hayal ettiğim gibi olmamış. Hayatım büyük bir fiyaskoya benziyor. Ve ben, yağan karın altında kibritçi kız kadar çaresizim. Üstelik cebimde son bir kutu kibritim bile yok. Bir araba çarpsa ölsem, kimliğimi tespit edemeyecekler. En çok da bu kimsesizlik hissi koyuyor bana. Düşündükçe daha çok ağlıyorum.Ağlamaktan ölecek gibi hissettiğiniz oldu mu hiç? O gece tam da öyle hissediyorum işte. Ağlayarak ölsem, kimsenin umurunda olmadığımı düşünüp daha çok ağlıyorum.En sonunda geçen bir taksiyi durduruyorum. Saat gece yarısını çoktan geçmiş. Beşiktaş'ta oturan bir arkadaşımın kapısına dayanıyorum. O saatte başka kimse ayakta değil.Elime bir şişe bira veriyorlar. Ben bira içmem. İçiyorum. Daha çok ağlıyorum. "Şu hayatta diyorum" elimde tuttuğum bira şişesini sallayarak, "Bugüne kadar hep üçün birini aldım! Bundan sonra böyle yaşamayacağım!" Halime bakıp gülüyorlar. Hepsi benden yaşça büyük. Hayata yetişmek için duyduğum bu aceleyi anlamlandıramıyorlar. Oysa ben çocukluğumdan beri büyük bir panikle yaşıyorum hayatı. Hep bir yerlere bir şeylere yetişmeye çalışıyorum. Yarın ölecekmişim gibi.Yarın ölmeyeceğim ne malum? Yarın ölebilirim. Bugün de ölebilirim. Ölüm çok kolay bir ihtimal. Ölmekten hiç korkmuyorum. Yeterince hikaye bırakamadan ölmekten çok korkuyorum."Bu halinle Lape'den kaçmış sanacaklardı. İyi ki geldin" diyor arkadaşlarımdan biri. Gülüyor. "Hayat" diyorum "Şu yaşadığımız hayat, zaten büyük bir açıkhava tımarhanesi. Ve ben, en azılı hastayla başhekim arasında gidip geliyorum." Sessizlik oluyor. Son sözü hep ben söylerim. Son sözü söylemeyi sevdiğimden değil. Son sözü söyleyecek başka biri olmadığından.Ağlaya ağlaya uyuyorum o gece. Ben yılda bir, bilemediniz iki kere ağlarım. Mesela çok eğlenceli bir gecenin sonunda durduk yere üzerime çöker o hayatın anlamsızlığının ağırlığı. Yeterince yaşayamadığıma içlenir, ağlarım. Bir gün sonra ölsem, herkesin beni unutacağını düşünür, ağlarım. Ben genelde hissettiğim duyguların korkunçluğuna ağlarım. Birinin bir şey yapması gerekmez yani. Kendi içimde uyuyan karanlığa ağlarım.O gecenin sabahında kalktım, toparlandım, kimse uyanmadan evime döndüm. Duş aldım. Makyajımı yaptım ve giyinip hiçbir şey olmamış gibi işime gittim. Yalandan gülümsemeye, büyük bir şevkle makalelerimi yazmaya devam ettim.İnsanlar şöyle diyordu "Bu kızı bu dünyada hiçbir şey sarsamaz." İnsanlar şöyle düşünüyordu "Bu kadar pozitif birinin hiç derdi olamaz." Oysa ben kendi dertlerimle birlikte dünyanın dertlerini de taşıyordum sırtımda. Haksızlığa uğramış herkesin intikamını kendi ellerimle almak istiyordum. Yaşayan ve mutsuz olan herkesin mutlu olmasını sağlamak istiyordum. Ben dünyayı kurtarmak istiyordum... Pek çok insan kendi g.tünü kurtarmaktan acizdi.O geceden sonra bir daha asla o kadar delirmedim. Belki bir kez. Bir. On senede bir, iyi bir rakamdır. Neresinden bakarsanız bakın, böyledir bu.Hala ağlamayı beceremiyorum. Zayıflık olarak görmüyorum ağlamayı, hayır... Bize sunulan bu mucizevi hayata ihanet olarak görüyorum. Akıllı insanlar ağlamak yerine çözüm üretmeli. Akıllı insanlar toplantı yapmak yerine çalışmalı. Akıllı insanlar önce kendi g.tlerini sonra bu dünyayı kurtarmalı. Akıllı insanlar yakınmak yerine bir şey yapmalı. Ya da iki şey. Belki de üç.Şeyleri gerçek kılan biri olun.Çilem gibi.O, kendisini fuhuşa zorlayan kocasını öldürdü. Pişman değilim dedi. Haklıydı. Hayatı tehlikedeydi ve onu kimse korumuyordu. Çilem 50 bin lira nafakayla tahliye edildi dün. Ve bir şey yaptı. İnsan gibi durdu. Kendi hayatını kurtardı. Herkese örnek oldu. Cinayet konusunda değil. Yaptıklarının sorumluluğunu her şeye rağmen almak konusunda.Şeyleri olduğu gibi kabullenmek yerine taşları yerinden oynatın.Delirip ağlayarak sokaklara fırlamak kolay yanı hikayenin. Esas zor yanı o çekilmez görünen hayatı, canınızı sıkmaya çalışan her şeye rağmen tebessüm ederek yaşamak. Ve sonunda, size karşıymış gibi görünen her şeye rağmen, hedefinize ulaşmak.En iyi direniş kalbi temiz tutmaktır der Tuna. Bence en iyi direniş, vazgeçmemektir. Her şeye ve herkese rağmen, bu dünyanın adaletsizliğine ve can yakan yanlarına rağmen vazgeçmemek. Yaşama hakkından, sevme hakkından, üretme hakkından, öz benliğinden.
NEFRET yazmıştın büyük harfle, en büyük hayal kırıklıklarının yanına. Düşten düşüp sakat kalmıştın.Ve en az üç ay boyunca ağlamıştın aynı anlamsız duyguyla, hayata, kaderine.İnsanın, hissettiklerini kontrol edemeyeceğini asla anlayamadığın zamanlardaydın. Aklın yönetir sanıyordun hayatını. Aklını bilir sanıyordun, kalbinin ne yapacağını. Aklın, düşer de yara almaz sanıyordun damdan… Söz konusu duygular olunca bile.Sakat kaldığın herhangi bir aşk hikayesinin sonuna NEFRET yazdın büyük harfle. En büyük korkundu o senin. Hiç öyle bitmesin istemiştin. Aslında hep öyle bitmesini hayal etmiştin.İşine geliyordu kalbine batan kırıklarla yaşayıp sürekli homurdanmanın suçunu sonu mutsuz biten hikayelerine bağlamak. Elinde kocaman bir kalemle mutsuz son yazmak için gece gündüz uğraştığın hikayelerine.Asla ne istediğinden emin değildin. Asla kimi istediğini seçemedin. Asla ne hissettiğini dinlemedin. O aklın, o çok güvendiğin aklın götürdü seni hep felaketine.Çok zekiyim sandın. Büyük bir salak gibi ortada kaldın.Çünkü yıllar geçtiği halde anlayamıyordun. Nasıl olur da senin gibi biri…Böylesine zeki, böylesine kudretli… Beceremez almayı istediğini? Çünkü asla kavrayamıyordun, insanların en iyiyi değil, kalbiyle yürüyeni seçtiğini.Her gün aynı soruyu sordun kendine, sonuna NEFRET yazdığın o hikayelerde… NEDEN BEN DEĞİL DE O? Ben daha iyiyim oysaki. Neden o? İşte onunla seni ayıran, hikayelerin sonuna yazdıklarınızdı muhtemelen.Sen durup düşünmeyi seçerken, o yaşayıp görmeyi seçiyordu. Sen, eksik aklınla dünyayı yönetmeye çalışırken, o kalbiyle yürüyor, yaşamayı öğreniyordu.Sen, kalbini dinlemeyi beceremedin. Kendi sesine kulağını tıkadıkça öfkelenip daha büyük harflerle yazdın o NEFRET’i her yerine hayatının.Oysa emindin. Sevdiğinden çok sevilmiştin. Aslında verdiğin değerden fazlasını da görmüştün bir yerde. Hak ettiğini bulmuştun yani… Ona ne şüphe! Ve sen, hak ettiğini son derece bulmuş biriyken, vermediğini almayı beklerken bu hayattan, yine de NEFRET etmeyi tercih ettin sana artık tahammül edemeyip yolunu değiştiren herkesten.Aman tanrım ne münasebetti? Bütün oyuncakların ölene dek elinin altında duracak değil miydi? Sen isteyecektin, oynayacaktın. Sıkılınca kaldırıp atacaktın. İnsandan oyuncak yapacaktın kendine. E, beceremedin tatlım. Yapamadın.Bir gün keyifli bir masanın ortasında durup biri gözlerinin içine bakarak söylemişti sana… “Ah tatlım! Bizi salak sanıyorsun. Oysa hepimizi sadece eğlencen görüyorsun. Toz kadar değerimiz yok gözünde.Şu masadan kalkınca adımızı bile unutursun.” Ve ne var biliyor musun? Sen, o masadan kalktığın an o insanların yüzlerini de adlarını da unutuyordun. Her seferinde. Ve es kaza adını hatırladığın biri istemediğin gibi davrandığında sana, sanki dünyanın bütün hakları sana verilmişçesine nefret ediyordun ondan.Bencildin. Bencil itin tekiydin hatta. Öylesine kendinle doluydun ki, insanların ne hissettiğini düşünmek bile istemiyordun. İnsanlar istediğin gibi davransınlar, yeterdi senin için. Ne kimi sevdiğin, ne kiminle yürüdüğün umurundaydı.Birini gerçekten sevmeyi becerebiliyorsan tabii…Goygoycu istiyordun. Hiçbir goygoy istediğin kadar uzun sürmüyordu. Yolun bir yerinde fark ediyordu insanlar onları hiç önemsemediğini ve defolup gidiyorlardı hayatından. İşte sen bu gerçeği bildiğin halde NEFRET yazdın gidenlerin yanına.Sonra oturup ağlıyordun. Neden böyle oluyor diyordun… Neden? Neden? Neden? Nedenini biliyordun.Kolay olanı seçen her salak gibi… Seni de kendinle sınıyordu bu hayat. Kendini akıllı zanneden her salak gibi sen de kendine yeniliyordun.Bütün salaklar kendine yenilir çünkü.Bu dünyanın bilinmeyen bir kuralı varsa o da budur.Not et defterine.
Bir aile faciası. Kırık bir kalp hikayesi. Dahası günümüz Türkiyesi gerçeği: Kocanızın-sevgilinizin giydiğiniz şeylere karışması.Ama dahası, bu cehennem sıcağında mayo mu bikini mi giyeceğinize karar vermesi. Öyle ya yeterince aklınız yok sizin. Kendiniz düşünemezsiniz. Kadınsınız. Sizin yerinize birinin düşünmesi gerekli. Tabii ya! Çocukluğumun Antalya'da geçtiğini iyi kötü bilmeyen yok herhalde. Plajda büyüdüm ben.Sahil bebesiyim. Gülleci gibi geniş omuzlarımı da buna borçluyum. Şaka şaka. Rus büyükneneme borçluyum tabii. Varlığım varlığına armağan genleri varmış kadının. Bu yaşa geldik hala ekmeğini yiyoruz. Ama meselemiz bu değil.Ben çocukken babam da annemin bikini giymesine karışırdı. Şaka etmiyorum. Benim babam! Annemin giydiklerine karışıyordu. Sonra ben büyüdüm. Ve felaket bir ergen oldum. Sokağa neredeyse iççamaşırlarıyla çıkan bir baş belasına dönüştüm. Biri bir şey dediğinde de erkek egemen kültüre baş kaldırdığımı söylüyordum bacak kadar boyumla. Siz siz olun...Çocuklarınıza aşırı kitap okutmayın. Sonra benim gibi olurlar Allah korusun. Dil pabuç kadar! Suçlayacak kimseyi de bulamazsınız. O serseri kızınız tamamen sizin yaratımınızdır. Bakar bakar kafanızı duvara vurursunuz.Şaka bir yana, benim felaket ergenliğimden sonra her kız babası gibi babam da yumuşamak zorunda kaldı. Çünkü herkes bilir ki benimle inatlaşılmaz. Ben kimseyi dinlemem, bildiğimi okurum. Özellikle üzerime gelindiğinde. Zavallı babam da bu gerçeğe aydıktan sonra annemin bikini yasağını kaldırdı. Kadın 40'ından sonra bikinilerine kavuştu. Ve sonra kendi terk etti bikinileri. Bu da ayrı bir yazı konusudur. Şu an konuyu bölmeyeceğim.Geçen pazar Kilyos Suma Beach'e gittik. Bütün arkadaşlarımın çok güzel, aşırı güzel diyerek gitmem için zorladıkları plajı, genel olarak 50 lira giriş ücreti verilen ve hiçbir servis yapılmayan bir halk plajı gibi buldum.Az önce de belirttiğim gibi ben plaj bebesiyim. Dahası küçük amcam o zamanlar müdürü olduğu otelin plaj işletmeciliğini de yaptı uzun yıllar. Dolayısıyla bir plaj nedir, neye benzer, nasıl işletilir, iyi bilirim.Bir plaj pislik içinde bırakılmaz. Bir plajda gelen müşteriler şezlong ve minder için 45 dakika bekletilmez. Bir plajda gün içinde bangır bangır tekno müzik çalınmaz. Bir plajda köpek varsa görevliler düzenli olarak kumu temizler. Bir plajda garson bulunur, misafirlerin bir isteği var mı diye sorar. Vallahi Antalya'da halk plajında bile böyle bu. Konyaaltı'na ya da Lara'ya giderseniz bir bakın, yalanım var mı.Suma'da bunların hiçbiri yoktu. Karadeniz suyunun diz hizasında olması onların suçu değil.Ancak bu kadar popüler bir mekanı bu kadar kötü işletmeleri onların suçu. Yine de ben plaj partisine gideceğim dans edeceğim diyen varsa o yolu gidip dansını etsin. Şu İstanbul sıcağında havuz kenarında tepemde garsonumla aralıksız smootie'mi içmeyi tercih ederim.Benim için rahat etmek üç tane insan görüp sosyalleşmekten daha kıymetli çünkü. Özellikle pazar günümü bu şekilde harcamayı tercih etmem.Eğer aldıkları giriş ücreti çalıştıracakları elemanların maliyetini karşılamıyorsa ücreti arttırsınlar. Yok biz böyle iyiyiz, aynen böyle sistemsiz devam edeceğiz diyorlarsa, yolları, bahtları açık olsun.Konu mayo meselesine nereden geldi? Şuradan... Akşam üstü plajda yürüyoruz. Sahilde tepeden tırnağa siyah giyinmiş bir karı-koca gördük. Ben Arap olduklarını düşündüm. Adam aşırı esmerdi çünkü. Kadının üstünde yere kadar kapkara bir elbise vardı.Bebeklerini sevmek için yaklaştığımızda gördüm ki çok ünlü bir oyuncu hanım kızımızla beyi.Yanlarındaki de ikiz bebekleri. Kadın bizi görünce aman bebekleri çekmeyin diye topladı götürdü sabileri. Ulan madem çekilmek istemiyorsun krokodil Chanel çantayla umumi plaja inme. Hem de tepeden tırnağa giyinik. Siyah. Hayda! Neden sonra kadın bebelerden birini alıp suya girdi. Üstünde siyah atlet, altında siyah tayt, kafasında şapkayla. Keşke de haşema giyseydi. Daha az ilgi çekerdi.Uzatmayacağım. Söz konusu kadın Avrupalı. Dolayısıyla biz o şekilde giyinmesini kocasının müsaade etmemesine bağladık. Belki de yanlış bağladık. Belki halkıyla yanlarında mayo giyecek kadar samimi olmak istememiştir. Belki magazin çeker diye korkmuştur. Belki bembeyaz olduğu için yanmak istemiyordur. Ama durun... O zaman beyaz giyinmesi gerekmiyor mu? Neyse ne... Bilemem. Ama görünen oydu. Ayrıca adam da üzerini hiç çıkarmadı plajda. Giyinik giyinik dolaşıp durdular. O kadar çaba sarf etmelerine rağmen kimse de varlıklarını fark etmedi vallahi. Ya da umursamadı.Kimse kimseyi umursamıyor bu devirde. İstanbul'da elinizi sallasanız ünlüye çarpıyorsunuz zaten. Ünlülük bir mesele değil artık. Bunu da kabullenmek gerek.Neticede kadına bakınca aklıma kocası müsaade etmiyor diye bikini giyemeyen kadınlarımız ve ergenliğim boyunca sergilediğim anlamsız giyim tarzıyla sistematik olarak alt üst ettiğim babamın otoritesi geldi.16 yaşındaydım ve o zaman rock'n roll bir insandım. Hepimiz öyleydik. Bir gece babamın katılması zorunlu olan yarı-resmi bir yemeğe bikini üstüyle gitmiştim. Evde kopan gümbürtüyü size anlatamam. Zavallı babam. Neyin kefaretini ödediğini yıllarca anlayamadı.Oysa ben, bu otorite sarsan tavırlarımla kaldırdım annemin bikini yasağını.Bugün bile babama sorun yaptığım en anlamsız hareketin muhakkak bir manifestosu olduğunu söyleyecektir size. Ve de öyledir. Ben nedensiz parmağımı kıpırdatmam. Sadece nedenlerim pozitif sonuçlarıyla birlikte uzun vadede kendini gösterir. Hepsi bu kadar.Annemin 17 yaşında çekilmiş bir fotoğrafı var elimde. Bodrum'da teknede. 70'lerin ikinci yarısı. O bikiniyi bugün giyecek fizik de cesaret de pek az insanda var. Ama yine de aynı kadın evlenip yıllarca kocası istemiyor diye bikini giymiyor. Düşünün. Değişik bir durum elbette.Kınamıyorum. Seven ne yapmaz? Hayatım boyunca ne babamla ne de herhangi bir sevgilimle asla tartışmadım takdir edersiniz ki. Ben tartışmam. Babamın da sevgililerimin de attığı tripleri, koyduğu tavırları umursamadım sadece. Fena da olmadı. Hayatları değişti. Mesela babamın büyük bir maçodan, birinci sınıf bir demokrata evrilmesinde payım büyük. Zeki insanlar değiştiremedikleri şeyleri kabullenmeyi iyi bilirler. Babam da kabullendi. Birlikte olduğum insanlar da.Uzun lafın kısası padişahı devirmeden sultan olamazsınız. Kocanız/babanız/abiniz/sevgiliniz hayatınıza müdahale ediyor diye yakınmak yerine onları istediğiniz şeye alıştırın.Giydiklerinize, içtiklerinize, yaşam rutininize. Durum anormalmiş gibi davranmazsanız uzun sürmeyecektir kabullenmeleri. Böylece kansız bir darbeyle padişahı devirmiş olacaksınız.Ne demiştik? Önce padişahı devirin.Sonra sultan hep siz olursunuz.Muazzam haftalar olsun.
“Aşk, birine seni mahvetme yetkisi vermek ve bunu kullanmayacağına güvenmektir.” –Murat Menteş, Ruhi MücerretGerçeğin bu dünyayla bir ilgisi yoktur demiştim bir vakit. Bir yerlerde, bir iki sözün arasında, bir başka şekilde söylemiştim bunu. Eminim.Gerçeği istemeyen birine verirsen, koyacak yer bulamaz da demiştim, bir romanımın bir köşesinde. Kendimden bildiğim, somut bir gerçeklikle.Söz konusu duygular olunca, en çok kanmaya ihtiyacımız olduğunun altını çizmiştim kırmızı kalemle.En büyük sözleri edenlerin, en çok kazandıklarını da belirtmiştim bir gün. O günün hangi gün olduğundan çok emin değilim yine de. Kesin belirtmişimdir. Benim işim belirtmek.Ve eklemiştim… En çok konuşanlar, en büyük yalan söyleyenlerdir diye.Emin olmadığım hiçbir şeyi söylemediğimin de altını çizmişimdir kesin. Çok konuşmayan ama çok yazan biriyim ben. Böylesine önemli bir şeyin altını çizmemiş olduğumu düşünmek imkansız.Bana sorarsanız gerçek aşk sessizdir. Gerçek duygular sessizdir. Yine de en çok konuşan kazanır bu alemde. Bu da konuşan olmanın cesaretini, hayatın mükafatlandırma biçimidir.Yine bir yerde belirttiğim gibi… Korkakların önünden geçip gider hayat. Hayatta cesur olan kazanır. Kararlı olan kazanır.Ben hiç o kadar cesur olamadım diye çok üzüldüm bir gün… Hangi gün emin değilim. Çok gün. Pek çok gün. Cesaretsizliğimden eminim de zamanından şüpheliyim.Bütün o kaçak güreşlerime, dövüşmelerime inat, hayata karşı hissettiğim ne varsa söylediğim günlerdeyiz bugün. Dünya yanacaksa yansın dediğim yerdeyiz. Benden sonrası tufan… Benden öncesi yalan şimdi bana.Büyümeye hiç inanmazdım ben. Büyüyünce anlarsın diyenlere gülüp geçerdim. Ortalama ömründen günler eksildikçe anlıyorsun oysaki az bekleyip çok yaşaman gerektiğini. Ve söyleyecek sözün varsa, hemen bugün, şimdi söylemen gerektiğini.Bilimsel olarak koşan bir insan için, duran bir insandan yavaş akar zaman. Ben koşmaya başladım. Siz de durmamayı seçin.Aşk üzerine söylenmiş onlarca sözden birini beğenin bir gün. Hangi gün olduğu çok önemli değil. Bir gün işte. Bütün hayat o günde saklı. O günün üstüne yaşayın hayatınızı. O ana adayın. O anda söyleyin hissettiğiniz ne varsa.Bir gün sonra… Üzülmek için… Çok. Geç.Ve varsa iyi bir yalanınız, karşınızdakini gülümsetecek… Onu da söyleyin çekinmeden. Güzel niyetlerle söylenmiş güzel bir yalanın gerçek olmaması için hiçbir neden olmasa gerek.BUNLARI BİLMİYORDUNUZİLK RİMEL: 1903 yılında T.L. Williams tarafından Chicago’da üretildi. İçeriğinde kömür tozu ve vazelin vardı. Orijinal karışım Williams’ın kardeşi Maybel tarafından yaratılmıştı. Bu yüzden markaya Maybelline ismi verildi. Yani ilk rimeli üreten firma Maybelline’dir. İlklerden şaşmayın. İlkini yapan en iyisini yapar.CEYAR GERÇEKTEN CEYAR’MIŞ: Meşhur Tv dizisi Dallas’ın kötü adamı JR Ewing (Ceyar) rolünde izlediğimiz Larry Hagman’ın kızı Kristina Hagman, babası hakkındaki gerçekleri anlattığı bir kitap yazdı. The Eternal Party (Sonuz Parti) adlı kitabında babasının, çocuklarının gözü önünde yaşadığı karmaşık cinsel ilişkileri, kadın düşkünlüğünü ve alkole bulanmış hayatını anlattı. Gerçekten de babanızın kim olduğu, ne kadar ünlü olduğu, ne kadar para kazandığı önemli değil sevgili dostlar… Önemli olan onu nasıl hatırladığınız.DEDİKODU: Bir insan, sizin üzerinizde kontrol kuramamaya başladığı anda, etrafınızdaki insanların sizin hakkında ne düşündüğünü kontrol etmeye çalışır. Hakkınızda yayılan bu yanlış bilgi, size haksızlık gibi gelebilir. Oysa tek yapmanız gereken arkanıza yaslanıp sizin o insanda gördüğünüz yanlış giden şeyi diğerlerinin de görmesini beklemektir. Emin olun göreceklerdir. Aksi bilimsel olarak imkansız. Hiçbir sahtekar sonsuza kadar hüküm süremez. Endişe etmeyin… Geldikleri gibi giderler, eksilerek biterler.KİLOLU OLMAK: Kendinizi şişko ve çirkin hissediyorsanız, Amerikalı büyük beden modeli Ashley Graham’in fotoğraflarına internetten azıcık bakın. İç çamaşırı ve mayo modelliği yapan Ashley’nin bir bacağı çoğunuzun belinin iki katı. Ve kadın milyon dolarlık bir model. Dolayısıyla neymiş… Fiziğinizle bile para kazanmak için öncelikle özgüven şartmış. Zargana gibi olmak değil. Üstelik dünyada balık eti modası var. Salata kemirmeyi bırakıp Holywood’da Kardashian klanı sayesinde yayılan popo-göbek modasına odaklanın. Fiziğinizi değiştirmeye çalışmak yerine düzenli spor yapıp doğru giyinin.KARAKULAK: Cancağızım Özge Özpirinçci, dizisi Aşk Yeniden’in final çekimleri için dizi ekibiyle birlikte Marmaris’teydi. Tam bir hayvan hakları savunucusu olan Özge, yolun ortasına fırlamış hasta bir Karakulak bulunca, kolları sıvayıp onu yoldan aldı ve belediyenin veteriner ekiplerine teslim etti. Anadolu’ya has bir kedi türü olan karakulaklar, uzun kulaklı, 8-9 kilo ağırlığında irice bir vahşi kedi türü. Ve evet, nesli tükenmek üzere. Ben karakulağı al getir evde bakarım dedim ama o doğaya saldı. Çünkü bütün hayvanlar doğada güzel… Çünkü doğa içinde hayvanlarla güzel.Çiçek dalında, karakulak ormanda…Sen bende güzelsin diye bağlasam pazarınıza renk gelir mi?Muazzam haftalar olsun.Sevgiyle…
Geçen gece bir arkadaşımla gece dışarı çıktık. Nişantaşı’nda en az üç dört mekan gezdikten sonra bir yere oturmuş şarabimizi içiyorken, dönüp arkadaşıma sordum:-Kankacım bu yakışıklı oğlanlar nerde?-Ne bileyim atlara binip gittiler herhalde.-Herhalde.Dedim geçtim.Aramakla gönül güzel seçemiyor canlarım. Aramaya inanmak da boşuna. Hiç olmadık bir zamanda hiç olmadık yerde karşına çıkıyor beklediğin.Bir kere Murphy yasası diye bir şey var. Bir şeyi ararsan asla bulamazsın diyor. Serendipity diye bir şey var. En güzel şey, hiç umulmadık anda karşına çıkandır diyor.Öyledir de… Örnek? Şöyle… Birkaç ay evvel, bir arkadaşımın doğum günü için hayatta üç beş kez gittiğim bir mekana gittim.İçerisi tıkış dolu. Bağır yakası açık gömlekli, solaryumdan fırlamış bronz tenli ne kadar otogalerici, yeni nesil zengin iş adamı evladı varsa içeride. Hiç sevmem öyle yerleri ben. Kemerinin tokasını gözüme sokan oğlanları da hiç sevmem. Aşırır pırıltı bana her zaman itici gelir. Özünde bir ezikliği, kompleksi, sınıfsal bir çatışmayı gizleme çabası gibidir o kocaman logolar. Markalar, yaz görmeden bronzlaşmış tenler, aşırı çabayla yapılmış saçlar. Bir erkekte bunları gördüğünüzde gönül rahatlığıyla kaçabilirsiniz.Neyse o kalabalıkta, mekanın işletmecisi olan arkadaşımız beni buldu. Masamıza götürdü. “Ulan” diye geçiriyorum içimden. “Bu kalabalıkta ezilerek ölmesek bari.” Etrafımdaki bağrı açık gömlekli çocuklarla göz göze gelmemeye çalışıyorum ki masamıza dadanmasınlar. Malum alkollü ortam.Gerçi ortama o kadar alakasız giyinmiş haldeyim ki, pırıltılı elbiseli kızları atlayıp bana dadanmazlar diye umut ediyorum.Sonra bir fenalıkla kafamı çeviriyorum. Bir oğlanla göz göze geliyorum. Yüce tanrım! Emin olamayıp bir daha bakıyorum. Yok yok! Doğru gördüm. Üstelik oğlan da bana bakıyor. Cupid aşkına! Oğlan o kadar ayrık otu ki neden orada olduğu konusunda hiçbir fikrim yok. Gömlekli değil. Bağrı başı açıkta değil. Kemerinin tokası gözümüzü delmiyor. Aman yarabbim ve üstelik oğlan aşırı yakışıklı! Ve evet! oğlan bizim masada duruyor. Nasıl yani? Telefonu kaptığım gibi o an sigara molasında olan arkadaşımı arıyorum. “Serot” diyorum. “Bizim masada bir oğlan duruyor. Yanlışlıkla mı gelmiş bu?” “Yok” diyor. Kimden bahsettiğimi dakikasında anladı. “Benim arkadaşım o. Bekle geliyorum.” Hayır, bu arkadaşları kömürlükte mi besliyorsunuz dememe kalmadan bitiyor masamızda.Uzatmayacağım, çocuk bütün gece bana bakıyor, ben bütün gece çocuğa bakıyorum. Canını çıkarana kadar da tanışmıyorum inadına. Aynı masada karşı karşıyayız. Yok, merhaba demiyorum. Sürekli bana bakan birine nasıl merhaba diyebilirim. Teknik olarak imkansız. Üstelik utanıyorum. İşte bu da bu yaşa gelip çözemediğim böyle bir hastalık.Gecenin sonunda mecburen tanışıyoruz çocukla. En azından adını öğreniyorum. Benim için yeterli bilgi.Artık alkolden mi, umulmadık bir şeyi bulmaktan mı bilmem, beyin neyin kalmıyor bende. Bir karar vermem lazım. Ya kalacağım ya kaçacağım. Elbette ki kolay olanı seçip kaçıyorum. Çünkü beş dakika daha kalırsam aşık olacağım. Aşık olmak hiç planlarım dahilinde değil. Ben plansızlıktan nefret ederim. Ne yapacağımı bilemeyip kaçıyorum yani. Ne yapacağımı bilemiyorum.Aradan bir hafta geçiyor. Kaçtım diye içim içimi yiyor. Elalemin bir kere gördüğüm evladını nereden bulacağım? Hemen Serot’u arıyorum. “Bana o çocuğu bul” diyorum. Buluyor sağ olsun.Serot tam teşekküllü Mit ajanı gibi maşallah. Sadece adını öğrendiğim çocuğun tam kimliğini buluyoruz. Çocuğu bir yerden ekliyorum ve bırakıp kaçmanın azarını işitiyorum. Ve hain, kalleş, kahpe kadere bak! Ertesi gün çocuk yurt dışına gidiyor. Kadere bak, çocuk yurt dışında yaşıyor.Ben böyle kadere tüküreyim! Ama bir biçimde serendipity dediğimiz şey bu oluyor. Hiç ummadığımız bir yerde hiç ummadığımız güzellikte bir şeyle karşılaşıyoruz. Biriyle, bir olayla… Tutulup kalabileceğin kadar güzel. Zaten filmi izlediyseniz –ki izlemediyseniz izleyin- tam da bundan bahsediyor. Umulmadık anda, yanlış şartlar altında bir karşılaşma… Ve yine de kaderde varsa, muhakkak kesişen yollar.Başımıza biri geliyor. Bir şey geliyor. Ve eksik kalmış tüm hikayeler kainatın bir yerinde kendini tamamlıyor. Tüm olmazlara rağmen. Bizi bu düşünce ayakta tutuyor ya da… Bilemiyorum. Belki de fukara avuntusu.İşte ben tam da bu yüzden bütün cümlelerin sonunu açık bırakıyorum. Bir ara gel kapat diye boşuna demiyorum. Muhakkak ki tamamlanıyor her hikaye. Hayat, tamamdır diyince.Olmadık bir yerde olmadık güzellikte bir şeyle yüz yüze gelince, “İnşallah da başıma gelirsin” demekten başka ne kalıyor geriye? HİÇ.İnşallah da başıma gelirsin.İnşallah da başıma gel.Sevgiyle…
Zaman, insanın önüne bin tane engel koyup, bin hendek açıyor. Mekan insanı yorup hayattan düşürüyor. Ve buna rağmen devam ediyoruz gülümsemeye. Yanımızda kalsın istediklerimiz hep gidiyor da pek gönül vermediklerimiz kalıyor büyük kararlılıkla.Belki de hayatın böyle bir dengesi var. Neyi çok istiyorsan, onun yokluğuyla sınıyor seni. Kimi çok seviyorsan ona karşı geliştirdiğin o onulmaz gurur, aşılmaz kibir neyin emaresi? Neyi çok istersen o senin sınavın olur demiş birileri. Bu birilerinin de ilk kim olduğu muallak artık.Herkes her sözü alıp altına kendi imzasını atıyor gönül rahatlığıyla. Herkes her şeyi alıp kendine ait sanıyor. Oysa uzakta olan hiçbir şey kalmıyor insana. Yanında kim varsa o senin oluyor.Uzakta olmanın her şeyi nasıl değiştirdiğini öğrenmek için uzun bir ömür geçirmem gerekmedi.Çocuktum. Dokuz yaşındaydım daha. Babamın işi yüzünden ilk şehir değiştirdiğimizde. Ama zaten hemen öncesinde, üç yaşımda da babaannem ve dedemden ayrı kalmayı öğrenmem gerekmişti.Çünkü onlar şehir değiştirmişti. Gidip gelmelerin olağan olacağı yaşta değildim. Oldu. Sevdiğim insanları geride bırakıp sıfırdan yeni bir hayata başlamak için çok küçüktüm. Mecbur kaldım. Sonra on dört yaşında bir kez daha yer değiştirdi hayatım. Yetişkin olmadan uzakta kalmayı öğrendim.Özlemek basit bir kelimeye dönüştü hayatımda. Hayatım boyunca hiç ait olmadığım bir yeri özledim.Hiç sahip olmadığım birini özledim. Nereye gitsem, kimi koysam doldurmadı o özleme boşluğunu. O özleme hali o kadar iyi geldi ki bir süre sonra, neyi özlediğimi unuttum. Özlediğim insanların yerini kolayca değiştirebildim böylece. Biri gitti biri geldi. Her zaman özleyecek birini yarattım kendime.İtinayla. Ve asla bağlarımı kopartmadım o özleme duygusuyla. Özlemek benim evim oldu.Çocukluğumdan beri yakamı bırakmayan bir illeti başka türlü kabullenemezdim çünkü. Onu sevmek zorunda kaldım. Ona inanmak zorunda kaldım. Hayatımı sahte özlemelerle yaşamak zorunda kaldım.Ben zorunda kaldım. Siz kalmayın. Bir şeyi ne kadar sevdiğinizi unutacak kadar ondan uzak kalmayın.Çünkü insan utuyor neyi niye sevdiğini. Tuhaf bir oyunu bu beynin. Unutuyor. Özlemeyi bıraksın diye bünye. Unutuyor. En sevdiğini bile.Çocukluğumdan beri kendimi dünyaya terk edilmiş hissediyorum. Biri beni yukarıdan öylece fırlatmış.Fırlattığı yere varlığım alışamamış, aidiyet duyamamış gibi. Sanki ailem benim değil. Hayatım benim değil. Yaşadığım yer benim değil. İçinde yaşadığım beden benim değil. Öyle bir özleme hali içindeyim.Öylesine arıyorum ait olduğum yeri. Tanıdığım insanlardan kendime ev yapıyorum. Kiraya zam zamanı gelince evden kaçıyorum.Uzun uzadıya bağlılıklar korkutuyor gözümü. Sanki dünya uzun bir yol. Bense hanını üstünde taşıyan bir yolcuyum. Birilerini geride bıraktıkça var oluyorum. Birilerini özledikçe ben oluyorum. Birilerini neden sevdiğimi unutacak kadar uzak kaldıkça yeniden özleyecek birilerini bulabiliyorum.Ve bazen bu yolda, bütün o kaçmalarıma, koşmalarıma, yer değiştirmelerime rağmen beni bırakmayan insanlara denk geliyorum. Onlar halimi görüyorlar. Onlar benim gibi hissediyorlar. Onlar da ait oldukları yeri, şeyi, insanları arıyorlar. Beraber yürüyoruz. Yıllar geçiyor ve kiminle yürüdüğünü anlıyor insan. Yanında en gelmeyecek sandıkların, yanından hiç ayrılmazken, elini hiç bırakmayacak sandıkların daha iki adım yürümeden bırakıp gidiyor seni. Sanırım bu da hayatın bize nanik yapma biçimi. Artık hayatla tartışmıyorum. Her şey hayal ettiğimiz gibi olmuyor. Hissettiğimiz gibi olmuyor.Düşündüğümüz gibi olmuyor. Kabulleniyorum.Sevdiği insanların terk edişleriyle öğreniyor insan hayatı. Reddedilişlerle büyüyor. Yüzüne çarpan kapılar sertleştiriyor seni. Alıştırıyor. Yeni bir kapı açmayı öğretiyor. Öldürmüyor bu sonsuz arayış insanı… Daha sert, daha sıkı, daha kavi yaşasın diye yol açıyor.Üç yıl evvel yazdığım Bitli Pileyboy’un üçüncü bölümü şu pasajla başlıyor: “Bazı MERHABA’ların kendisi elvedadır. Duyarsın, görürsün, hissedersin. Ama yine de… Merhaba, dersin. Hoş geldin. Gideceğini, biteceğini bile bile. Hem zaten, sonlar iyidir başlangıçlardan.Başlangıçları bilirsin. Bilmediğin, bu hikayede şair benim, şiir sensin. Birazdan kafamdan uyduracağım seni. Ve sen, yeniden ete-kemiğe bürüneceksin. Kendin gibi gelecek, bendeki halinle gideceksin.” Ve ben, bu satırları yazdıktan üç yıl sonra, üç yaş almış yeni ben… Hala aynı satırlarda yaşıyorum hayatımı. Belki de elvedaları seviyorum ben. Merhabaların hepsi klişe çünkü. Tesadüfler yalan. Kader diye bir şey varsa eğer, tanışmak da yalan. Tanışığız zaten birbirimizle. Aramızda altı insan, iki mekan.Ve ölümün olduğu yerde, bütün kaderler de… Yalan.Ben bütün hayatımı özlemeye oynayarak geçirdim. En iyi bildiğim şeyi yaparak harcadım günlerimi.Çünkü ben en iyi yaptığım şeyi yapmaya programlanarak bu dünyaya gönderilmişim. Bu yüzden, marifetimi sergilemek için belki… Bazen yanımdaki insanları bile özledim. Eskiden oldukları kişiyi.Çocukluğumu özledim. En nefret ettiğim anılarımı bile özlediğim günler oldu mesela… Nedeni belirsiz bir şekilde. Kendimi en sevdiklerimden en uzağa atmayı bir cesaret gösterisi bildim. Bağları koparıp atmayı bir yiğitlik saydım. Tek başıma var olmayı gövde gösterisi.Siz öyle yapmayın. Birini seviyorsanız, asla ondan sizi neden sevdiğini unutturacak kadar uzak kalmayın.Zamanımız gurur yapmak, oyun oynamak, tuzak kurmak için çok az. Kendi kazdığınız özlem çukurunun bataklık olup sizi yutmasına imkan tanımayın.Mutlu haftalar…