Şampiy10
Magazin
Gündem

Çocuklara kaygımızı bulaştırmayalım

Eğitim sistemimizde yıllardır çözemediğimiz en temel sorunlardan biri ulusal sınavlarla ilgilidir. Çocuklarımız, sürekli sınav baskısına maruz kaldıkça belirli dönemlerde sınav kaygısı da en çok karşılaşılan durum oluyor.

Durumsal kaygı ile sürekli kaygıyı ayırt etmek gerekir

Genel olarak kaygıyı ikiye ayırmak mümkündür: Durumsal kaygı ve sürekli kaygı. Durumsal kaygı sınava girme, topluluk karşısında konuşma, trafikte araç sürme vb. gibi özel durumlarla karşı karşıya kalındığında yaşanan kaygıdır. Bir anlamda, beklentiyi karşılayamama ve başarısız olma ile ilişkilidir. Performans kaygısı diye de tanımlanabilen bu kaygı türü hemen hemen hepimizin hayatında belirli durumlarda yaşanabilir.

Sürekli kaygı ise, daha çok kişilik yapımızla ilişkilidir. Genel olarak hayata karşı olumsuz bakma, huzursuz ve gergin hissetme, karar verememe, yemek ve uyku düzensizliği yaşama gibi belirtilerle kendini gösterir. Sürekli kaygının iyileştirilmesi süreci çoğunlukla bir uzman eşliğinde gerçekleşir.

Sınav kaygısının belirtileri nelerdir?

Sınav kaygısı, sınavdan bir süre önce başlayıp sınav sonuna kadar devam eden ve sınav performansını olumsuz etkileyen huzursuzluk ve gerginlik halidir. Kaygı yaşayan öğrencilerde, sınavdan birkaç önce, kontrol edilemeyen anlamsız düşünceler, bedensel gerginlik, kalp çarpıntısı, el ve ayaklarda titreme, düşünce üşüşmeleri nedeniyle sorulara konsantre olamama, gibi belirtiler görülür. Genellikle sınav bittiğinde de bu belirtiler azalır.

Sınav kaygısını azaltmak mümkün mü?

Öğrencilerin ve anne-babaların işini kolaylaştırabilecek birkaç öneriyi şöyle özetleyebiliriz:

- Çocuğun kaygısını azaltmak adına yaptığımız her abartılı davranış, çocuğun kaygısını azaltmak yerine artıracaktır.

- Çocuğa, “Kaygılanacak hiçbir şey yok”, “Biz senin alacağın her sonuca razıyız” gibi cümleler kurulmamalıdır.

- Çocuk kaygısı hakkında konuşmaya zorlanmamalıdır. Eğer kendisi gelip konuşmak isterse, o zaman da sürekli yorum yapıp tavsiyelerde bulunmak yerine susup dinlenmelidir.

Yazının devamı...

Sınıflar en etkisiz öğrenme ortamlarıdır

Öğrenme, bireyin çevre ile etkileşimi sonucunda hafızasında meydana gelen kalıcı izli değişikliklerdir. Gerçek anlamda öğrenmenin olabilmesi için dış dünyaya ait gerçeklerin zihnimize bulaşması ve hafızamızdaki yerini alması gerekir.

Duygularımız, düşüncelerimiz, davranışlarımızda meydana gelen bu tür değişikliklerin tümü öğrenmedir.

Öğrenmelerimizin büyük çoğunluğu okullarda gerçekleşir. Bu nedenle, okullar, eğitim hayatımızın vazgeçilmezidir. Anaokulundan üniversiteye kadar hayatımızın her alanını kapsamasına karşın okullar, acaba gerçekten de en iyi öğrenme ortamları mıdır? Okullar ve sınıflarda yapılan uygulamalar, öğrenme kalitesi açısından neden istenen sonuçları vermiyor? Bu sorular, üzerinde düşünülmeye değer sorulardır.

Öğrenmenin yolları nedir?

Öğrenmenin temelde üç yolu vardır:

Birinci yol: Çocuğun dış dünyaya ve gerçeğin kendisine götürülmesi

Çocuklar neyi öğrenecekse, ona dokunmalı, hissetmeli ve yaşamalıdır. Birinci yolda, çocuklar, dış dünyaya ve çevredeki gerçeğe temas ettirilir.

Çocuk, toprağa, suya, ağaca, hayvana dokunarak, onları gözlemleyerek öğrenir.

İkinci yol: Dış dünyaya ait gerçeğin bir kısmının sınıfa getirilmesi

Gerçek hayatın risklerine karşın ikinci yol tercih edilir. Çocukların öğrenmesi gereken şeyler sınıfa getirilir ve öğrencinin sınıfa getirilen varlıklarla temas etmesi sağlanır. Sebze, meyve, toprak, hayvan vb. varlıklar mümkün olduğunca sınıf ortamında hazır hale getirilerek çocukların gözlemine sunulur. Sonuçta, çocukların gerçeğin bir parçasıyla etkileşim kurması öğrenmesi açısından etkili sonuçlar verir.

Üçüncü yol: Çevre temsilcilerinin kullanılması

Doğaya ve dış dünyaya ait gerçek varlıkları her zaman sınıf ortamına getirmek mümkün değildir. Bu durumda öğrencilerin gerçekle temas etmesi de her zaman çok kolay değildir. Örneğin, gezegenleri, vahşi hayvanları, başka ülkeleri öğrenmesi, birinci ve ikinci yolla mümkün değildir. Bu nedenle, dış dünyanın gerçeği değil, temsilcileri ile öğrenci etkileşime girer. Sınıflardaki kitaplar, bilgisayarlar, maketler, modeller, panolar vb. hepsi gerçeğin temsilcisidir. Öğrenciler bunlar üzerinden gerçeğe ait bilgiler edinirler.

Bu üç yol değerlendirildiğinde, en etkili öğrenme birinci yolla, en etkisiz öğrenme ise üçüncü yolla gerçekleşir. Okullar ve sınıflar, öğrencilere daha çok üçüncü yolla öğrenme ortamı sunar. Yani, okullar ve sınıflar en etkisiz öğrenme ortamlarıdır. Okul ortamlarında yaşanan bir çok sorun da temelde bu noktadan kaynaklanır. Motivasyon sorunları, öğrenmeye karşı direnç, sınıf yönetimi sorunları, vb. birçok sorun, okulların ve sınıfların bu yapaylığı ve sanallığından kaynaklanır.

Öğrenmenin etkililiği nasıl artırılır?

Eğitimcilerin ve anne-babaların, öğrenmeyi okullara ve sınıflara hapsolmuş bir kavram olarak görmemeleri gerekir. Eskilerin dediği gibi, “okul her yerdir” düşüncesinden hareketle, öğrenme faaliyetlerini, bir yaşam biçimi haline getirmek gerekir. Zaman ve mekan açısından hayatın her köşesine yayılmış bir öğrenme heyecanı çocukların hayatta daha başarılı olmasını sağlayacaktır.

Yazının devamı...

Çocuklarımızı gerçekten olduğu gibi kabul ediyor muyuz?

Çocuğu sevmek elbette ki doğaldır. Şüphesiz anne-babalar çocuklarını çok seviyorlar. Ancak, bir durup düşünelim. Çok sevdiğimiz çocuğumuzu gerçekten olduğu gibi kabul ediyor muyuz?

Anne-babalara “Çocuğunuzu seviyor musunuz?” diye sorsak büyük ihtimalle bize kızar ve sorumuzu yadırgarlar. Bize de;

“Sevmek ne kelime, onun için ölürüz.”

“Çocuk gibisi var mı? Hayatımızın anlamı o.”

“Her şey bir yana çocuğumuz bir yana.”

“Çocuk bizim hayatımıza neşe getirdi.” gibi cümlelerle cevaplar verirlerdi.

Çocuğu sevmek elbette ki doğaldır.

Şüphesiz ki anne-babalar çocuklarını çok

seviyorlar. Peki sevdiğimizi söylemek kabul etmek anlamına gelir mi?

Sevmek ve kabul etmek arasındaki fark nedir?

Birini sevmek, onun varlığından hoşlanmaktır. Bize tehdit oluşturmayan, isteklerimize olumlu cevaplar veren, davranışlarıyla bizi dikkate aldığını gösteren, bizimle ilgilenen kişilere sempati duyar; onları severiz. Bu açıdan bakıldığında, sevmek biraz da kazanımlarımızla ilgilidir.

Bir insanı kabul etmek, o insanı sevmenin ötesinde bir şeydir. Sevmek, kabul etmek için yeterli değildir. Kabul etmek daha zahmetlidir ve emek ister. Hatta diyebiliriz ki, birini gerçek anlamda kabul etmek için öncelikle kendi egomuzla yüzleşmek ve egomuzun pürüzlü yanlarından kurtulmak zorundayız.

Narsistik egolarımızın en sevdiği şey ötekini reddetmektir. Oysa gerçek anlamda kabul etmenin özünde saygı duymak yatar. Burada kabul etmekle onaylamayı da birbirine karıştırmamak gerekir.

Kabul ediş, kişinin bireysel varoluşuna karışıp müdahale etmeden onun kendisi olma hakkına saygı duymaktır.


Bir insanı gerçek anlamda kabul etmenin kriterleri nedir?

Hayatımızdaki insanlarla ‘kabul edici ilişkiler’ kurmak çok da kolayca yapılabilecek bir şey değildir. İnsanın, başkasıyla kabul edici ilişkiler kurabilmesi için öncelikle kendi iç dünyasında iyi bir ayıklanmaya ihtiyacı vardır. Bu süreç için yol gösterici birkaç kriteri şöyle sıralayabiliriz:

Kişinin doğasını olduğu gibi kabul etmek ve onu değiştirmeye çalışmamak. Kişinin kendi hayatı ile ilgili karar verme ve tercihlerde bulunma hakkına saygı göstermek

Kendimizi ondan üstün görmemek ve sürekli ona bir şeyler öğreten, dikte eden, yönlendiren kişi durumunda olmamak

Çocuklarımızı gerçekten kabul ediyor muyuz?

Özetlersek; bir ebeveyn olarak çocuğumuzu sevdiğimizi sanmak, abartılı sevgi gösterilerinde bulunmak, gerçek anlamda kabul etmek için yeterli değildir.

Yazının devamı...

Gerçek düşünme nedir?

Öğrencilerimizin girmiş olduğu uluslararası sınavlarda sonlarda yer almamız, kitap okuma sayımızın düşüklüğü, bilim, teknoloji ve sanat alanlarındaki kısırlığımız, patent başvuru sayımızın düşüklüğü gibi kriterler dikkate alındığında, düşünme becerilerimize yönelik yapılan eleştirilerin haklı tarafları olduğunu söylemek mümkündür.

Gerçek anlamda düşünmek nedir?

Düşündüğünü sanmakla gerçek anlamda düşünmek aynı şey değildir. Gerçek anlamda düşünmek, gün içinde olup bitenler hakkında konuşmaktan öte bir şeydir. Varoluşsal bir süreçtir ve hayatımıza anlam ve değer katarak yön verir. Eğitim sisteminden beklenen de, çocuklarımıza bu varoluşsal sorgulama ve öğrenme becerilerini kazandırmaktır.

GERÇEK DÜŞÜNME;

Veri ve bilgi odaklıdır. Hayatımızın her alanında sürekli yorumlar yapıp dururuz. Bir yerde yorum varsa, orada ego; ego varsa çatışma vardır. Günlük hayatımızda herhangi bir hükmün, anlam ve değer ifade edebilmesi için dayanak noktasını ve kriterini açıklayabiliyor olması gerekir. Aksi halde, aklımıza gelen herşeyi söylemek, gerçek anlamda düşünmek değildir. O halde, çocuklar bir düşünce ortaya koyduğunda, onlara “Neye göre?” sorusunu sorarak, söylediklerini delillendirmelerini isteyebiliriz.

Sistematik ve düzenlidir. Gerçek düşünme, bilgi ve düşünce parçalarının mantıklı ve tutarlı bir şekilde bir araya getirilmesini gerektirir. Bu noktada, çocuklara fırsat buldukça, “Bu konuda senin teorin nedir?” diye sormalıyız.

Birikimlidir ve birbiri üstüne inşa olur. Geçmişten gelen bilgi ile yeni bilgiler buluşturulur. Yeni bilgilerimizle, geçmişten gelen bilgimizi zenginleştirir ve geliştiririz. Böylece, gerçeğe dair farkındalığımız artmış olur. Çocukların farkındalığının artması için onlara “Yeni öğrendiğin bilgilerle geçmişte bildiklerin arasında nasıl bir ilişki var?” diye sormak çok işe yarayacaktır.

Gerçeği arama ve problemi çözmeye odaklanır. Gerçek düşünmenin temel amacı, ya bir gerçeği anlamak ya da bir problemi çözmektir. Çocuklarımıza da ürettikleri düşüncenin sonuç verip vermediği noktasında, “Bu düşündüklerinle hangi gerçeği anladın, hangi problemi çözmüş oldun?” diye sormak gerekir. Gerçeğe dair ürettiğimiz bilgi ve düşünceler kimi zaman kişisel gerçeklerimizle örtüşmez. Bu tür durumlarda, önyargılarımıza çarparız. Yeni düşünce ve bilgi, o güne kadar sahip olduğumuz ve doğru olduğunu düşündüğümüz temel değerleri tehdit edebilir. Doğru dediklerimize yanlış, yanlış dediklerimize doğru demek zorunda kalmak oldukça can sıkıcıdır. Gerçek düşünmenin ısısıyla çocuklarımızı yüzleştirmek için “Bu yeni öğrendiğin bilgiler, hangi noktada seni zorladı ya da şaşırttı?” diye sorabiliriz.

Devrimci ve dönüştürücüdür. Bilgi ve düşünce, belirli bir birikim noktasına ulaştığında, önüne kattığı her şeyi alıp götürür. Gerçek anlamda zihinsel kırılmalar ve hayata dair dönüşümler yaşatır. Bu, bir anlamda yeniden doğmak ve özgürleşmektir. Hepimizin hayatında yeniden doğduğumuz dönemlere ihtiyacı vardır. Yeter ki, düşünce gücümüz buna izin versin.

Çocuklarımızın bu konuda iyi bir alt yapıya sahip olmaları gerekir. Onlara, “Bu bilgiler ve düşünceler hayatında neleri değiştirdi?” gibi sorular sorarak katkıda bulunabiliriz.

Bir ülkenin gelişmişliği, o ülkenin entelektüel sermayesinden geçer.

Bir ülkenin gelişmişliği, o ülkenin entelektüel sermayesi ve birikiminden geçer. Bu topraklar çok değerli bilim ve sanat insanları yetiştirmiştir.

Ancak, bu insanların sayıları maalesef çok azdır. Çok sayıda yıldız yetiştirmek de, ancak toprağın verimliliğini artırmaktan geçer. O halde, anaokulundan itibaren çocuklarımıza düşünme becerilerini kazandırmamız şarttır.

Yazının devamı...

Üç yaşına kadar abartmamak gerek

Çocuk gelişimi açısından doğumdan sonraki ilk üç yıl çok kritik öneme sahiptir. Bu dönem gelişimsel altyapıların kurulduğu bir zaman dilimidir. Sürecin sağlıklı ve doğru yönetilmesi, çocuğun sonraki yıllarda da sağlıklı gelişmesini destekleyecektir.

Doğumdan sonraki ilk yıllarda çocuklarda meydana gelen gelişimlerden bazıları şunlardır:

Duyu organlarının tümü yetişkinler düzeyine ulaşır.

Beyin gelişiminin yüzde 70-80’i tamamlanmıştır.

Bağımsızlık, özgüven ve güvenli bağlanma duygusunun temelleri atılır.

Dil gelişimi açısından kelime hazinesi zenginleşmeye başlar.

Üç yaşına kadar abartılı yaklaşımlardan kaçının!

Üç yaşına kadar çocukların gelişimsel çerçevesi ve sınırları, bilimsel araştırmalarla belirli ölçülerde ortaya konmuştur. Elde edilen bulgular, bu yaş grubundaki çocukların gelişimsel açıdan çok hızlı bir sürecin içinde olmasına karşın bazı beceriler açısından da sınırlılıklara sahip olduğunu göstermektedir. Bu nedenle, anne-babaların çocuklardan beklentilerini abartmamaları gerekir. Sorumluluk duygusu, oyuncak ve eşyalarını paylaşma, işbirliği yapma, başkasıyla empati kurma gibi bir dizi beceri henüz yeterince kazanılmadığı için anne-babaların, beklentilerini bu çerçevede sınırlandırmaları beklenir. Anne-babaların, küçük çocukları ile ilgili yapacakları en doğru şey, içgüdüsel ebeveynlik duygularına güvenmektir. Çocuğun istekleri, davranışları karşısında, kısıtlayıcı olmak, sonu gelmeyen açıklamalar yapmak, abartılı kurallar koymak gereksizdir. Çocuğun doğasına ve doğalına uygun bir çizgide durmak ve “pedagojik yaklaşım” görüntüsüyle, zorlayıcı yaklaşımlardan kaçınmak önemlidir.

KÜÇÜK ÇOCUKLARIN NEYE İHTİYACI VAR?

Doğumdan sonraki süreç, gelişimsel açıdan ‘yatırımsal dönem’ olarak düşünülmeli. Anne-babalar, bu dönemde çocuğun gelişimine çok büyük katkılar sağlayabilirler:

- Ev ortamını, doğallığını bozmadan güvenli hale getirin: Ev ortamının, çocuk için ciddi risklerden arındırılması gerekir. Güvenlik riskleri azaltılırken evin doğal ortamı da bozulmamalıdır. Çünkü, çocuğun doğal gerçeklikle birlikte büyümesi gelişimsel bir görevdir.

- Beslenme ve uyku düzenine dikkat edin: Çocuğun büyümesinde beslenme ve uyku düzeni çok etkilidir. Bu nedenle, anne-babaların öncelikle bu fizyolojik ihtiyaçları takip etmesi gerekir. Yaşına uygun besinleri alması ve yaş dönemi için gerekli miktarda uyku uyuması anne-babaların sorumluluğundadır.

- Televizyonu sınırlandırın: Araştırmalar, küçük yaşlarda televizyon izlemenin risklerinden söz etmektedir. Bu nedenle, özellikle iki yaşına kadar mümkünse hiç televizyon izletilmemesi sıklıkla önerilmektedir. İki yaşından sonra ise yetişkinin kontrolünde 15 dakikalık seçilmiş bir programın izletilmesi ile yetinilmelidir.

- Masa başı eğitim uygulamalarını abartmayın: Küçük yaştaki bir çocuğun masa başında bir faaliyeti yapması hiç kolay değildir. Elbette ki, bir hamurla şekil yapması, bir kağıda karalama yapması, sevdiği bir masa başı faaliyetini yapması yararlıdır. Ancak, bu çocukların daha çok sevdikleri şey, hareketli oyunlar, üç boyutlu objeler ve oyuncaklarla kurdukları oyunlardır.

- İnatlaşmalarının doğal olduğunu unutmayın: 1-4 yaşlar arasında, çocuğun inatlaşması ve ısrarcı davranması gelişimsel bir durum. Bu nedenle, bu tür davranışların bir sorun olarak algılanmaması gerekiyor. Buna karşın, çocukların inatlaşmasına neden olabilecek davranışlardan da olabildiğince kaçınmak gerekli. İnatlaşmalarla başa çıkmada en iyi yöntem ise ilgiyi başka yöne çekmek olmalı.

Yazının devamı...

Anne-babaların kaygıları

Bir çocuk dünyaya getirmek, gerçekten de çok heyecan vericidir. Anne-babalık da bu sürecin en güzel ünvanıdır. Çoğu anne-baba için söylenen ne kadar güzel söz varsa azdır. Hakkını vererek anne-babalık yapanlara saygı duymak gerekir. Sonuçta, bir çocuğun büyüme ve gelişme yolculuğuna tanıklık yapmak, onun sorumluluğunu üstlenerek gece-gündüz demeden emek harcamak kolay yapılabilecek bir şey değildir.

Anne-babaların kaygıları nelerdir?

Bir yandan çok heyecan ve mutluluk verici olsa da, diğer yandan kaygı düzeyi yüksek iştir anne-babalık. Sonu gelmeyen endişeler anne-babanın hayatını kuşatır adeta. Anne-babaları kuşatan kaygı verici soru işaretlerinden bazıları şunlardır:

Okula mutlu bir şekilde gidip gelebilecek mi?

Öğretmenleriyle anlaşabilecek mi?

Arkadaşlarıyla uyum sağlayabilecek mi?

Yemek yiyecek mi?

Hasta olacak mı?

Sınavlarda yüksek not alabilecek mi?

İyi bir liseyi, üniversiteyi kazanabilecek mi?

Mesleğinde ve hayatında başarılı olabilecek mi?

Doğru kişiyle evlenecek mi?

Kaygı konuları artırılabilir. Ancak, bu kaygılar kimi zaman doğal sınırlar içinde olsa da kimi zaman gerçekten çok abartılı olabilmektedir. Örneğin, çocuğun yemek yemesi ile ilgili kaygıyı abartıp, “Kaç kaşık yedi?, Hepsinden yedi mi?” gibi sonu gelmeyen sorgulamalara dönüştürmek hayatı oldukça zorlaştırabilmektedir.

Anne-babaların sıklıkla yaşadıkları kaygıların nedenleri ayrı bir tartışma konusudur. Sonuçta, yaşanan kaygıların, elbette sosyal ve kültürel boyutları, eğitim sisteminden kaynaklanan nedenleri, kendi çocukluğumuzdan ve geçmişimizden gelen kökleri var. Bu noktada yapılması gereken çok şey olduğu ve hepimizin sorumlulukları olduğu da açık bir gerçektir.

Anne-babalar nelere dikkat etmelidir?

Kaygılar, iyi yönetilirse avantaj da olabilir. Önemli olan, kaygımızı fark etmek ve kaygımızı azaltmak için sorumluluk almayı başarmaktır. Anne-babalara, kaygıları ile ilgili birkaç öneride bulunmak yararlı olabilir:

Doğal sayılabilecek kaygılarınız ile abartılı kaygılarınızı birbirinden ayrıştırmaya çalışmalısınız. Abartılı görünen kaygılarınızın asıl nedenlerini değerlendirmelisiniz.

Abartılı kaygıları yönetmek zorluk çekiyorsanız bir uzmandan destek almalısınız.

Çocuk yetiştirmenin büyüsüne kapılıp eşinizle ilişkinizi gözden kaçırmamalısınız. Çocuk yetiştirme ile ilgili kitaplar okuyun, bilimsel araştırmaları inceleyin. Bilimsel bilgilerden sonuna kadar yararlanın. Ancak, doğamızda ve içgüdülerimizdeki anne-babanın sesine kulak vermeyi de unutmayın.

İçgüdülerimiz çoğu zaman bizi kendiliğinden doğruları yapmaya yöneltir. İçgüdüsel ebeveynlikle bilgi odaklı ebeveynliği sentezlemeyi başardığımızda gerçekten de çocuklarımızın dünyasına harika katkılar sunabiliriz.

Yazının devamı...

Tatilde çocuklara ödev verelim mi?

Tatil demek özü itibariyle harcanan emeklerin sonucunda dinlenme ve eğlenme hakkını kullanmak demektir. Elbette, tatili boş boş geçirmekten söz etmiyoruz. Herkes tatilde bir şeyler planlayabilir ve yapabilir. Ama buradaki kritik nokta, ne yapacağımıza, ne zaman yapacağımıza ve nasıl yapacağımıza büyük ölçüde kendimizin karar verebilmesidir. Kitap da okuyabiliriz, bir yerlere gidip gezi de yapabiliriz, arkadaşlarımızla da takılabiliriz, oturup eksik kalan öğrenmelerimizi de tamamlayabiliriz. Tatili keyifli kılan da budur aslında.

Tatil kendini tanıma fırsatıdır

Tatil, insanın kendine yolculuğudur biraz da. Çünkü, neyi sevip sevmediğimizi düşünecek, önceliklerimizi değerlendirecek ve kişisel planlarımızı yapacağız. Bu süreçte bolca kendimizi gözden geçirme ve tanıma imkanı bulacağız.

Kimimiz tatile rağmen düzenimizi koruduğumuzu fark edeceğiz, kimimiz düzensizliğimizi sürdürdüğümüzü anlayacağız. Kimimiz, ipin ucunu biraz kaçıracak, kimimiz ise kuralcılığın ruhumuza işlediğini anlayacağız.

Kimimiz, karar vermenin bizim işimizi olduğunu göreceğiz, kimimiz ise karar vermeyle başımızın belada olduğunu fark edeceğiz.

Tatil bir kültürdür

Evet, tatilin hayatımıza katacağı çok şey var aslında. Çocuklarımıza tatili tatil gibi yaşama fırsatı vermeliyiz.

Tatilin bir hak olduğunu, bir yaşam biçimi olduğunu, kültür olduğunu fark etmeli ve ettirmeliyiz. Çalışmanın da tatilin de hakkını vermenin önemli bir tavır olduğunu unutmamalıyız.

Tatil, ödev yapmak değildir

Biliyorum ki, birçok eğitimci ve anne - baba, tatilde çocukların eksiklerini tamamlamasını ve okula daha hazır olarak gelmesini isteyecek ve kendilerine göre az ya da çok ödevlendirme yapacaklar. Düşüncelerini ve kaygılarını anlıyor olmakla birlikte, tatilde ödevlendirme konusunda dikkatli olmaları gerektiğini düşünüyorum. Hatta öyle ki, eğer ödev anlamına gelebilecek sorumluluklar vereceklerse de, adına ödev dememeliler. Mümkünse ödev adı altında hiçbir şey vermemelidir. Ancak, bu konuda yine de ödevin gerekliliğini düşünenler için birkaç öneride bulunmak isterim:

- Çocuklara, eksiklerini tamamlamaya odaklı zorlayıcı çalışmalar vermek yerine yapabilecekleri hakkında önerilerde bulunmalıdırlar.

- Çalışma verilecekse, bu çalışmalar zorunlu tutulmamalı, serbest bırakılmalıdır.

- Alternatifli çalışmalar verilerek çocuğun içinden seçmesi sağlanmalıdır.

- Çalışmaların süre ve miktar olarak kesinlikle sınırlı olmasına özen gösterilmelidir.

- Her gün mutlaka bir çalışma yapılması istenmemeli ve beklenmemelidir.

- Tatil dönüşünde, çocuklara yaptıkları çalışmalar hakkında keyifli paylaşma ortamı sunulmalı ama yapılmayan çalışmalar için hesap sorulmamalıdır.

- Sonuçta, çocuklar bu dünyaya hep okula gitmek, ders çalışmak, ödev yapmak, sınavlara girmek ve yetişkinlerin beklentilerini karşılamak için gelmediler. Hatta, çocuğun hayattaki en büyük görevi yetişkinlerin verdiği işleri yapmak değil, belki de asıl işleri olan oyun oynamaktır. Bırakın tatilde doya doya oynasınlar.

Yazının devamı...

Ego kötü bir şey mi?

Ego, kişilik yapımızın en önemli parçalarından biri. Peki çoğu kişiyi eleştirirken kullandığımız ego gerçekten kötü ve zararlı bir şey mi? Çocuklarda henüz 1,5-2 yaşlarından itibaren gelişen ego, bir anlamda kişiliğimizin de dengeleyicisidir.

Kısaca “ben” demek olan ego, günlük dilde çoğu kişiyi eleştirirken kullandığımız sabıkalı bir kavramdır. Ego gerçekten kötü bir şey midir? Ego olmasa ne olurdu? Egonun varlığı bizim için neden önemlidir? Bu sorulara verilecek cevaplar konuyu daha iyi anlamamızı sağlayacaktır.

Kişiliğimizin dengeleyicisi

Ego, kişilik yapımızın en önemli parçalarından biridir. Kişilik dediğimiz yapı birbiriyle ilişkili üç temel parçadan oluşur diyebiliriz.

- Dürtülerimiz, isteklerimiz ve ihtiyaçlarımız

- Egomuz

- Değerlerimiz, inançlarımız, vicdanımız

Bu üç ana yapıdan ortada yer alan ego, kişiliğimizin dengeleyicisidir. Bir anlamda, dürtülerimiz, isteklerimiz ve ihtiyaçlarımız ile değerlerimiz, inançlarımız ve vicdanımız arasındaki dengeyi egomuza borçluyuz. Bu açıdan bakıldığında, egonun ruh sağlığımız açısından çok önemli bir yeri olduğu açıktır. Ego, dengeyi sağlayamadığında, huzursuz olur ve geriliriz. Bu gerilim belirli bir düzeyin üstüne çıktığında ise ruhsal yönden sağlığımızı kaybederiz. O nedenle, çocuklarda ego gelişimini kesinlikle gözden kaçırmamak gerekir.

Başarı ve mutluluuğun sırrı

Egonun hayatımızda tartışmasız çok önemli bir yeri ve görevleri vardır. Egonun temel işlevleri şunlardır:

- İsteklerimizle değerlerimiz arasındaki dengeyi kurmak

- Mantıklı ve gerçekçi davranmamızı sağlamak

- İsteklerimizi ve ihtiyaçlarımızın farkına varmamızı sağlamak

- Değerlerimizi, inançlarımızı, kurallarımızı ve sınırlarımızı fark etmemizi sağlamak

- Karar almamızı ve aldığımız kararları uygulamaya koymamızı sağlamak. Bu saydığımız işlevlerini dikkate aldığımızda, egomuza ne kadar iyi davranmamız gerektiğini açıkça görürüz. Sonuçta, hayattaki başarı ve mutluluk büyük ölçüde ego kalitemizden geçer.

Günlük hayatta bilmeden ve rastgele kullandığımız ego kavramı aslında ‘sağlıksız çalışan’ bir egoyu tanımlamaktadır daha çok.

Eğer ego sınırlarımız olması gerektiğinden daha az ya da daha abartılı bir alanı kapsıyorsa, o zaman sağlıklı tepkiler üretemez. Bu da, sosyal ilişkilerimize zarar verir.

1,5-2 yaşlarında gelişiyor

Çocuklarda ego gelişimi 1,5-2 yaşlarından itibaren gelişmeye başlar. Bu yaşlarda çocuklar sıkça “ben” ve “hayır” sözcüklerini kullanırlar.

Olur olmaz herşeye hayır der ve herşeyin kendisine ait olduğunu söyler. Böylece kendi ego sınırlarını test eder ve genişletmeye çalışır.

Bu süreç ergenliğin sonuna kadar inişli çıkışlı olarak devam eder. Yaş ilerledikçe egomuz da daha dengeli ve kararlı hale gelir.

EBEVEYNLERİN DİKKAT ETMESİ GEREKEN NOKTALAR

Çocukların büyüme yolculuğunda, en çok ihtiyaç duydukları şey, kendi egosuyla başı belada olmayan yetişkinlerin destekleridir.

Yetişkinlerin, çocukların ego gelişimini destekleyici nitelikte yapması gerekenlerden bazıları şunlardır:

- Kendi egoları ile çocukların egolarını karşı karşıya getirip onları sürekli yenmeye çalışmamalıdırlar.

- Çocuğun, gerçek problem durumlarıyla karşılaşmasına izin vermelidirler.

- Çocuğun kendisi hakkında düşünmesini sağlamalıdırlar.

- Karar verme becerilerini desteklemelidirler.

- Eleştiri ve yargılama dilinden çok motive edici dil kullanmalıdırlar.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.