Şampiy10
Magazin
Gündem

Oyun alanlarındaki tehlikeye dikkat!

İstanbul’da lüks bir restoranda üç yaşındaki çocuğun başına gelen olayı hepimiz gördük. Dolayısıyla çocuk oyun alanlarının, işin uzmanlarıyla birlikte yapılandırılması ve öncelikle güvenli yerler haline getirilmesi gerekir.

Neresinden bakarsanız bakın çok can sıkıcı bir olay. Bir yandan çocuğun fiziksel ve ruhsal sağlığı, öte yandan anne-babanın acısı… Dilerim ki kimsenin başına bir daha gelmesin.

Bu tür olayları okudukça kime güveneceğinizi bilemez duruma geliyorsunuz. En yakınınızdaki kişilerin bile ruh sağlığından şüphe ediyorsunuz. İçinde yaşadığınız topluma duyduğunuz güven duygusu erozyona uğruyor.

Bir insanın ruh sağlığı açısından en kritik duygu güven duygusudur. Kişisel güvenlik alanlarımızdan emin olmak çok önemlidir. İşte tam bu noktada, yaşadığımız ya da karşılaştığımız bu tür travmatik olaylar, güven duygumuzu ciddi anlamda tehdit etmektedir. Güven duygusunun zayıflaması, hem bireysel açıdan hem de toplumsal açıdan büyük bir risktir.

Küçük çocuğun başına gelen bu olayın benzerleri dünyanın farklı ülkelerinde de yaşanıyor aslına bakarsanız. Üstelik de basına yansıyan olayların çok daha fazlasının yaşandığını hepimiz biliyoruz. Önemli olan yaşadıklarımızı büyük bir duygu seli ile karşılayıp unutmak değil; ders alıp gereğini yapmaktır.

Çocuk oyun alanları ile ilgili riskler nelerdir?

Okuduğumuz haberde, dikkati çeken en önemli sorunlardan birinin restoranlarda ve alışveriş merkezlerinde kurulan çocuk oyun alanları ile ilgilidir. Çoğumuz bu tür oyun alanları ile karşılaşmışızdır. Genellikle, anne-babaların biraz daha rahat zaman geçirmesi için çocukların oyun oynadığı, daha doğrusu oyalandığı yerlerdir. İyi düzenlenmiş çocuk köşeleri ve oyun alanları için diyecek sözümüz yok. Ancak, birçoğunun özensiz ve eksikliklerle dolu olduğu da açıktır. Bu eksikleri dile getirerek olası riskleri önlemek önemli bir sorumluluktur.

Mekanın en sevimsiz ve kullanışsız bölümlerine kurulur. En kıyıda köşede neresi varsa oralara kurulur. Fiziksel düzenleme açısından hiçbir özelliği yoktur. Isı, ışık ve düzenleme açısından da çokça eksiği olan kuru mekanlardır.

Göstermelik ve yetersiz oyun malzemeleri bulunur. Bu tür oyun alanlarında ya bir top havuzu ya bir masa-sandalye ya da çocuk evi kurulur bırakılır. Çocukların ilgisini çekmekten uzak; hiçbir anlamı ve esprisi olmayan malzemelerdir bunlar. Çocuklar bu ortamda birbirine çarpma riski ile koşuşturup dururlar.

Hijyen kurallarına uygun değildir. Çocuklar açısından genel hijyenin önemini tartışmaya gerek yok. Ancak, söz konusu çocuk oyun alanlarının hijyen açısından da pek iç açıcı olduğunu söylemek mümkün değil. Bu tür restoranlar ve alışveriş merkezleri herkese açık mekanlar olduğundan, sağlık açısından da tehdit edici durumlarla karşılaşılması neredeyse kaçınılmazdır. Bu nedenle, çocuk oyun alanlarının temizliğinin sıkça yapılması çok önemlidir.

Güvenlik açısından yeterince önlem alınmamıştır. Son olayda da görüldüğü gibi, en küçüğünden en büyüğüne her tür güvenlik riskine açıktır. Herhangi bir kontrol yoktur.

Güvenlik kamerası ile izlenmez. Kendi haline bırakılmış çocuklar, düşme, yaralanma, birbirlerine çarpma, tanımadıkları yetişkinler tarafından kandırılma gibi her tür sorunu yaşayabilir durumdadır.

Çocuklarla ilgilenen bir sorumlu yoktur. Çoğu oyun alanında bir sorumlu yoktur. Olanlarda da, sorumlunun tek görevi çocukları gözetlemektir. Genelde bu kişiler, çocuklarla ilgili bir eğitim almadığından, gözcülükten öte bir şey yapamamaktadır.

ÇOCUK OYUN ALANLARI İLE İLGİLİ NE YAPILMALIDIR?

Çocuklara gerçek anlamda değer veriyorsak, bu tür çocuk oyun alanlarının, işin uzmanlarıyla birlikte yapılandırılması ve öncelikle güvenli yerler haline getirilmesi gerekir. Ayrıca, çocukların ilgisini çekecek materyallere ve etkinliklere de yer verilirse çocuklar açısından çok daha anlamlı yerler haline gelecektir. Eminim ki, çocuklarına bu kadar değer verildiğini, onların koruma altına alındığını gören ebeveynlerin tercihleri de daha çok bu mekanlar olacaktır.

Yazının devamı...

Hırslı anne-babalar kendinizi frenleyin!

Ebeveynler, çocuklarının başarılarından çok başarısızlıklarına odaklanır, hep daha fazlasını isterler. Ancak anne-babalar, hırslarını yönetmek zorundadır. Aksi halde, çocuklarımız hırs ateşimizin sıcaklığında yanmaya devam edecektir.

Bir gün bir anne ortaokula giden çocuğu hakkında benimle görüşmeye geldi. Temel sorun da, çocuğunun sınıfındaki bir arkadaşıyla yaşadıklarıyla ilgiliydi. Anne, sınıf arkadaşının kızına kötü davrandığını, onun moralini ve motivasyonunu bozduğunu, aralarının hiç de iyi olmadığını anlatıp durdu. Kızının arkadaşı yüzünden derslerine karşı konsantrasyonunun bozulduğunu da ekledi.

Bir ara görüşmeden kısa süreliğine çıkıp okulun rehber öğretmeniyle görüştüm ve çocuğun durumunu sordum. Rehber öğretmenin anlattığı ile annenin anlattığı arasında tamamen birbirinden farklı bir durum vardı. Rehber öğretmenin söylediğine göre, bu iki kız annenin söylediğinin aksine son derece iyi arkadaştılar ve sık sık birlikte zaman geçirmekten de hoşlanıyorlardı. Yani, annenin söylediğinin aksine aralarında bir sorun yoktu.

Rehber öğretmenin söylediği en kritik şey de, bu annenin kızının genel akademik performans açısından sınıfın ikincisi, diğer kızın ise birincisi olduğuydu.

Bunu öğrendikten sonra farkettim ki, asıl sorun iki kızla ilgili değil, bana gelen anneyle ilgiliydi. Anne, kızının başarısı gayet iyi olmasına rağmen bunu yeterli bulmamış ve kalben sınıfa girerek diğer öğrenci ile rekabet etmeye başlamıştı. Kendisinin bile farkında olmadan kurduğu bu bilinçdışı senaryodan hareketle, okuldan, kızının diğer kızla sorununun çözülmesini istiyordu. Sorun çözülecek ve kendi kızının akademik başarısı daha da artarak sınıfın birincisi olacaktı. Çünkü ikinci olmak başarısız olmak demekti.

Görüşmenin sonuna doğru annenin söylediği sözler de işin tuzu biberi oldu. Finalde söyledikleri şöyleydi:

Anne: “Oktay Bey sakın beni yanlış anlamayın. Ben kızımın mükemmel olmasını istemiyorum. Mesela, geçen gün matematikten 90 aldı. Ben ona ne dedim biliyor musunuz?

Ben: “Ne dediniz?”

Anne: “Kızım, matematikten 90 almışsın. Seni kutlarım. Zaten önemli olan 100 almak değil (!) Önemli olan, alamadığımız o 10 puanı nereden alamadığımızı öğrenip sonraki sınavlarda tekrar etmemek.”

İlk bakışta makul gibi görünen bu mesajda, annenin çocuğa verdiği alt mesajlar son derece önemlidir.

Bu alt mesajlar, çocuğun bilinçaltına da kaydedilmektedir. Örnekten hareket edersek, çocuğun bilinçaltı kayıtları şunlardır:

- Anneme 90 yetmiyor, mutlaka 100 almam lazım.

- 100’ün altında alacağım her puan başarısızlık demektir.

- Hata yapma hakkımız yoktur. Mutlaka her şeyin en doğrusunu yapmalıyız.

- Kişisel değerimiz hatasız olmamızdan geçer. Ne kadar hata yaparsak, değerimizden o kadar kaybederiz.

Bu yaşanan örneğe neresinden bakarsanız bakın, çocuğun hayatını oldukça zorlaştıran bir ebeveyn tutumundan söz edebiliriz. Bu anne, “hırslı ebeveyn” profiline sahip olup, çocuğun başarılarından çok başarısızlıklarına, yaptıklarından çok yapamadıklarına odaklanmaktadır. Bu olumsuz bakış açısı nedeniyle her durumu abartılı bir risk olarak görür ve kendince çocuğu korumak ve yönlendirmek ister.

Unutmayalım, psikolojideki temel gerçeklerden biri şudur ki, her ne yaparsak yapalım, nihayetinde kendimiz için yaparız. Çocuğumuz için, öğrencimiz için, arkadaşımız için, eşimiz için yaptıklarımızın da asıl amacı kendimizi iyi hissetmek üzerine kuruludur. Bu anne de, kendi iç huzursuzluğunu azaltmak için çocuğa gerçekçi olmayan yaklaşımlar sergilemektedir. İçindekihırs duygusunun yarattığı huzursuzluktan kurtulmak için, çocuğundan hep daha fazlasını istemektedir. Çocuk herkesten yüksek not alacak ve herkesi geçecek ki, içindeki hırsı sakinleşsin. Ancak, hırsını tatmin etmek adına yapılan her hamle, ateşe atılan odun gibidir. Hırs, doyuruldukça acıkır; hep daha fazlasını ister…

Bu hırslı anne ile yaptığımız görüşmenin sonunda farkındalık kazandırmak umuduyla, “Neden çocuğunuzun aldığı 90 puanın tadını çıkartmasına izin vermiyorsunuz?” dedim. Bu çocuğun, 10 puanın peşinden koşmak yerine aldığı 90’ın haklı gururunu yaşaması gerekir.

Anne-babalar, hırslarını yönetmeyi öğrenmek zorundadır. Aksi halde, çocuklarımız hırs ateşimizin sıcaklığında yanmaya devam edecektir.

Yazının devamı...

İkna etmek iletişim değildir

Kişisel görüşlerimiz doğrultusunda başkalarını ikna etmek önemli bir iletişim dili olarak kabul edilir. Ancak ikna etme çabası gündelik hayatta birtakım problemlere yol açabilir.

Sıkça dile getirildiği için normalleştirdiğimiz ilişki biçimlerimizi ve tepkilerimizi sorgulamak çoğu zaman aklımıza gelmez. Elbette iknanın hayatımızda yeri vardır. Özellikle profesyonel dünyada ilişkilerin çoğu iknaya dayanır. Ancak, yine de bir durup düşünmek gerek. İkna gerçekten bir iletişim dili midir? Profesyonel dünyada iknanın yeri olsa da günlük hayatın her yerinde hep birilerini ikna etme çabası, bir çok sorunu bünyesinde barındırır. Gerçekten de neden iknaya ihtiyaç duyarız? Birlikte üzerinde düşünelim…

İkna neden gerçek anlamda bir iletişim değildir?

Karşımızdakini ikna etme çabalarımızın kendine özgü dinamikleri var. Bu dinamikleri gözden geçirdiğimizde bizim için ilgi çekici sonuçlar çıkar…

İkna gerçek anlamda bir iletişim değil, savaştır. İkna etmedeki temel hedef, karşıdakini öyle veya böyle yenmektir. Bu anlamda, bilgilerin ya da görüşlerin doğruluğundan çok ikna tekniklerini kullanarak sonuca gitmek esastır. Çoğu zaman hedefe giden her yol da mubahtır. İletişim süresince karşısındakini dinliyor gibi görünse da bu gerçek bir dinleme değil, taktiktir.

İkna eden, kendi bilgi ve görüşünü kesin doğru olarak görür. İkna eden kendi görüşünü yüceltir. Kendi görüşünü yüceltirken de dolaylı olarak karşısındakinin görüşünü aşağılamış olur.

İkna bir pazarlamadır. Kendi doğrumuzu karşımızdakine kabul ettirme çabası bir pazarlamadır. İyi bir pazarlama da özünde algı yönetimine dayanır. Dolayısıyla, doğrularımızı ne kadar gösterişli bir şekilde karşımızdakinin algısına sunarsak o kadar iyi sonuçlar alabiliriz. Ancak unutmamak gerekir ki, pazarlama başarısı her zaman kalitenin ve doğrunun göstergesi değildir.

İkna edenin ikna olma olasılığı yoktur. İkna etme çabası içinde olanların ikna olmaya hiç tahammülleri yoktur. Çünkü, ikna olmak demek yenilmek demektir. O yüzden karşısındakinin hamlelerini şiddetli bir şekilde reddeder. İkna oluyor gibi göründüğü durumların çoğunda da aslında ikna olmamıştır. Öyle görünerek, ikna etme çabasına yer açmaya çalışır.

İkna edenin, karşıdakinin görüşüne saygı duyma derdi yoktur. İkna eden, temelde kendi görüşünü kesin doğru, karşıdakinin görüşünü de kesin yanlış olarak gördüğü için o görüşü tehdit olarak algılar. Bilinç altında rahatsız olur, sinir olur, saygı duyma ihtiyacı hissetmez. Ancak, bunu açıktan yapmaz; hatta kamufle etmek için de “Yanlış anlamayın, sizin görüşünüze saygı duyuyorum, bu benim görüşüm.” gibi masumane görünümlü sözler sarfeder. Rahatsızlık ne kadar büyükse, saygıdan söz etme ihtiyacı da o kadar büyük olur.

Yazının devamı...

Kişilik virüslerimiz

Bütün davranışlarımızın arkasında kişilik yapımız vardır. Gülmemiz, ağlamamız, yürüme hızımız, nezaket sözcüklerimiz, sohbet tarzımız, öfkemiz, kahkahamız hepsi kişiliğimizin yansımasıdır. Çevremizdeki insanlarla kurduğumuz bütün ilişkilerin kaynağı kişilik yapımızdır.

BİR İNSANDA HANGİ KİŞİLİK VİRÜSLERİ VARDIR?

İnsanlarla kurduğumuz ilişkilerin genel olarak olumlu ya da olumsuz olması kişilik yapımızla ilişkilidir. Eğer bir insan, eşiyle, meslektaşıyla, çocuğuyla, arkadaşıyla ilişkilerinde ve iletişimlerinde sık sık benzer ve tekrarlayan sorunlar yaşıyorsa, kişilik yapısındaki baskın özellikleri gözden geçirmelidir. Çünkü, yaşadığı sorunlar genellikle bu baskın özelliklerinden kaynaklanmaktadır.

Kişilik virüsleri ile kastedilen nedir?

Hayatımızı ve ilişkilerimizi zorlaştıran, kendi iç barışımızı bozan ve sosyal uyumumuzu engelleyen kişisel özelliklerimiz bir anlamda “kişilik virüslerimiz”dir. Yaşam kalitemizi artırabilmek için kişiliğimize yerleşmiş ve bir parçası haline gelmiş olan kişilik virüslerimizi tanımak ve temizlemek zorundayız.

Kişilik virüslerimizden birkaç örnek verelim:

- Alınganlık: Bilinç altı değersizlik duygusundan kaynaklanan alınganlık, küsme, kapris yapma, sürekli ilgi isteme davranışlarıyla kendini gösterir. Alınganlık olup biten herşeyden olumsuz çıkarımlar yapmamıza ve olumsuz durumları da abartmamıza yol açar. Söz konusu olumsuzlukları kendimizle ilişkilendirerek, çevremizdeki insanların sürekli bizi değersizleştirdiği duygusunu taşırız. Bu nedenle de, o insanlarla ilişkimizi keser, onlardan uzaklaşır gibi yaparız.

- Hırs: Hırs, bizi sürekli bir şeylerin peşinde koşturur. Hep daha iyi, daha fazla, daha ötede olana doğru hareket ettirir. Bu ileriye hareketin asıl amacı ise peşinden koşulan şey değil, başkalarını geçmektir. Sürekli rekabet duygusu ile yaşarız. Başkalarını yenip geçtikçe hırsımızın azgınlığı azalır ama gerçek anlamda bitmez. Her zaman yenecek birileri arayıp dururuz. Hırs, çoğu zaman bize beklenen anlamda bir başarı getirir ama huzur getirmez.

- İnatçılık: Belirli bir görüşü, durumu, eylemi ısrarla savunmaya yol açar. İstediklerimizi alma konusunda çevremize dayatma yapmamıza neden olur.

Sık sık kararlılık ile karıştırılır. Oysa, kararlılık rasyoneldir, inatçılık ise duygusaldır. İnatçının asıl savunduğu şey, görüşü ya da eylemi değil, egosudur. “Benim dediğim olacak!” diyen bir ruh hali, bir anlamda 1-4 yaş arası çocukların sergilediği davranışın yetişkin versiyonudur.

- Negativizm: Birisi bir görüş söylediğinde, görüşü anlama ihtiyacı bile duymadan “hayır” diyerek olumsuzlama halidir. Otomatik muhalefet etmemize neden olur. Başkalarının görüşlerinin doğru olma ihtimali yoktur. Herşey kötüdür, herşey yanlıştır. En doğru ve tartışmasız doğru olan tek şey bizim görüşümüzdür.

- Bağımlılık: Kurduğumuz ilişkilere yapışıp kalma, yaslanma halidir. Bağımlılık geliştirdiğimiz kişinin gücünden, karizmasından, güvenlik alanından besleniriz. Kendimizi beslerken, onun hareket alanını kısıtlarız. Varoluşsal ve duygusal güven ihtiyacımızı gidermek için bağımlı olduğumuz kişiyi sömürürüz.Parasını, zamanını, yeteneğini, gücünü kullanır ve bunu sürdürmek isteriz. Onun göreceği zararlarla ilgilenmeyiz.

- Narsizm: En büyük, en değerli, en yetenekli, en güçlü bizizdir. Adeta insanlığa lütuf olarak gönderildiğimiz duygusunu hissederiz. Kendimizden başka herkesi ve herşeyi eleştiririz. Diğer insanlar o kadar küçüktür ki, onlara hep yukardan bakmak zorunda kalırız. Narsistik hissediş, bir anlamda başkalarını aşağılayarak yukarda olduğunu zannetme halidir.

PEKİ KİŞİLİK VİRÜSLERİMİZDEN NASIL KURTULABİLİRİZ?

Gerçekten kişilik virüslerimizden kurtulmak istiyorsak, samimi olarak bir çaba harcamayı göze almak zorundayız. Bu hiç de kolay bir yolculuk değildir.

Can yakıcı, terletici ve zorlayıcı bir yolculuktur. Süreç ilerledikçe, hayatımızdaki değişimlere şahit oldukça da keyif vericidir. Kişilik virüslerimizden kurtuldukça, gerçek anlamda kendimizi tanımanın ve kendimize varmanın tarif edilemez mutluluğunu yaşarız.

Kişilik virüslerimizden kurtularak kendimizi gerçekleştirme yolculuğuna çıkmaya karar verdiğimizde yapacağımız en doğru şey, gerçek bir uzmanla yol arkadaşlığı yapmaktır.

Yazının devamı...

Çocuk okula gitmek istemezse ne yapalım?

Okulların ilk gün klasikleridir... Anne babalar okula gitmek çocuklarıyla ne yapacaklarını şaşırırlar. Bir yandan çocuk üzülmesin isterler ama diğer yandan da okula bir an önce alışmasını arzu ederler. Önce çocuğun bu tavrının nedenini anlamaya çalışın...

Okulların açılmasıyla birlikte Ayşe’nin şikayetleri de başladı:

“Anne karnım ağrıyor.”

“Anne bugün gitmesem olmaz mı?”

“Tamam giderim ama sen de gel.”

“Ben evde kalmak istiyorum.”

Ayşegül, sabahları ağlayıp duruyor, olur olmaz her konuda şikayet üretip duruyor, sonu gelmeyen bahaneler uyduruyor, bağırıp çağırarak okula gitmek istemiyor. Annesi de kimi zaman endişe, kimi zaman çaresizlik, kimi zaman da öfke duyguları eşliğinde, onun bu huysuzlukları ile başa çıkmaya çalışıyor. Sabahları, önce ikna edici konuşmalar yapıyor; baktı ki olmuyor, sesinin tonunu yükseltiyor; yine olmayınca çaresizlikten ağlar bir tonda yalvarıp duruyor.

Benzer sahneleri yaşayan ya da bu sahnelere şahit olan çoktur. Okulların ilk gün klasikleridir. Anne-babalar, çoğu zaman ne yapacaklarını şaşırıp kalırlar. Bir yandan çocuklarının üzülmesini istemezler ama diğer yandan okula da bir an önce alışmasını isterler. Sonuçta, neyin doğru neyin yanlış olduğu ile ilgili kafa karışıklığı yaşayıp çocuğun tepkileri karşısında bocalayıp dururlar.

Çocuklar neden okula gitmek istemezler?

Anaokuluna ve ilkokul birinci sınıfa başlayan çocukların bazılarında okula gitme konusunda sorunlar yaşanabilmektedir. Bunun çeşitli nedenleri olabilir:

- Yeni durumlara uyum sağlama zorluğu. Bazı çocuklar, bir ortamdan başka bir ortama geçişte, yeni insanlarla tanışmakta, yeni bir faaliyete geçişte zorlanabilirler.

Çocuk bu durumu bir çok alanda yaşıyorsa, bu onun kişilik yapısı ile ilgili bazı ipuçları verebilir.

- Okulla ilgili geçmişte yaşadığı ya da duyduğu olumsuzluklar. Daha önce gitmiş olduğu bir okulda onu rahatsız eden şeyler yaşamış ya da arkadaşlarından, büyüklerinden okulla ilgili hoş olmayan hatıralar dinlemişse, bunların etkisinde kalmış olması olasıdır.

- Bir kardeşin dünyaya gelmiş olması. Yakın bir zamanda kardeşe sahip olan çocuklar da okula gitmek istemeyebilir. Buradaki asıl sorun, okula gitmemekten daha çok evden ayrılmak istememektir. Çoğu çocuk kardeşini kıskanır ve annesinin kendisini okula bırakıp kardeşiyle ilgilendiğini düşünür. Bu da bir çocuk için endişe verici bir durumdur. O nedenle, okula gitmek yerine evde kalmayı isteyebilir.

- Anneye bağımlılık. Okula gitmek istemeyen çocukların anne-babaları, bu durumun sebebini çoğunlukla okulda ararlar. Okulda yaşadığı bir olumsuzluğun buna neden olmuş olabileceğini düşünürler. Oysa, çoğu zaman okula gitmek istememenin altında, özellikle anneye bağımlılık yatabilmektedir. Bu çocuklar genellikle anne ile uyurlar. Annenin ona sağladığı konforlu alandan uzaklaşmak istemezler. Çocuğun anneye bağımlılığının altında da, annenin çocuğa bağımlılığının yattığını söyleyebiliriz. Bir anlamda, bu anneler, bilinç dışı bir şekilde çocuklarını kendilerine bağımlı hale getirerek, kendilerini değerli hale getirirler.

ÇOCUKLARINZA KARŞI SAKİN OLUN, TELAŞLANMAYIN

- Çocuk okula gitmek istemezse; Sakin olun. Telaşlanacak bir durum yok. Okula gitmek istemeyen tek çocuk sizin çocuğunuz değil. Neredeyse okula alışmayan çocuk da yok. Sadece biraz zamana ihtiyaçları var.

- Öğretmenle yakın bir işbirliği kurun. Çocuğunuzu ve yaşadıklarınızı öğretmeni ile paylaşın. Bundan sonra, öğretmenin tecrübelerine güvenin ve o ne derse öyle hareket edin. Unutmayın ki, öğretmenler bu tür durumlarla çokça karşılaşmışlardır.

- Çocuğunuzun duyguları ile empati kurun.

- “Okul yerine evde kalmak istediğinin farkındayım.” Bu tür empatik ifadeler, onun yaşadığı duygunun farkında olduğunuzu ona gösterir.

Okula gitmek istemediğinde, “Tamam, öyleyse bugün evde kal.” demeyin. Kesinlikle, okula gitmesinde kararlı olun.

Yazının devamı...

Okulun ilk günlerinde bu alışkanlıkları kazanmalı

Alışkanlık, öğrenme yoluyla kazandığımız sürekli ve düzenli davranışlardır. Bir davranış, alışkanlık haline geldiğinde, kişiliğimizin bir parçası olur ve hayatımızı kolaylaştırır. O alışkanlığı yerine getirdiğimizde huzurlu, getirmediğimizde huzursuz oluruz. Dolayısıyla, çocuklara, hayatlarına değer katacak bazı temel alışkanlıkların kazandırılması gerekir. Okuldan ve anne-babadan beklenen en önemli katkılardan biri budur. İşte hayatımızı kolaylaştıracak birkaç temel alışkanlık örneği…

1. Sorumluluklarını yerine getirme alışkanlığı

Çocuklar yaşlarına uygun sorumluluklar kazanmalıdır. Bu, onların kişilik gelişiminde çok kritik bir değerdir. Kişisel sorumluluklarını üstlenmeyen çocukların gelecekte bir çok açıdan sorunlar yaşaması kaçınılmazdır. O nedenle, çocuğun tüm ihtiyaçlarını giderip onların hayatlarını fazlaca kolaylaştıran aşırı koruyucu ebeveyn tutumları çok risklidir. Oda toplama, çanta hazırlama, yemeğini yeme, ödevini yapma gibi temel sorumluluklar çocuklar tarafından düzenli olarak yerine getirilmelidir. Anne-babalar da bu sorumlulukları hatırlatmak ve küçük destekler vermekten öte sürece müdahale etmemelidir. Öyle ki, sorumluluğunu yerine getirmediğinde de sonuçları ile karşı karşıya kalmasına izin verilmelidir. Ancak, çocuğun sorumlulukları, onunla birlikte konuşularak belirlenmeli ve bunlar bir kağıda yazılarak görebileceği bir yere asılmalıdır. Böylece, küçük hatırlatmalara duyulacak ihtiyaç azaltılmalıdır.

2. Ödev yapma alışkanlığı

Çocuğun kazanması gereken en temel sorumluluk ve alışkanlıklardan biri ders çalışma ve ödev yapma alışkanlığıdır. Buna karşın bir çok ebeveynin ortak sorunudur ders çalışmama ve ödev yapmama. Sürekli şikayet konusudur ve çözüm üretme konusunda da en zorlayıcı durumlardan biridir. Okulun başlarında, çocukların bu alışkanlığını oturtması son derece önemlidir. Ödev yapma alışkanlığının kazanılması ile ilgili olarak okulun ilk günlerinde, süreden çok düzenliliğe öncelik verilmelidir. Bir günde saatlerce çalışmak yerine, her gün az süreyle çalışmak çok daha doğru bir başlangıç olur. Öğretmenlerin de ilk günlerde ödevlendirmede aşırıya kaçmamaları gerekir. Anne-babaların, ödev yapma konusunda çocuklara verecekleri mesaj, “Sen ödevlerini yap, daha sonra da birlikte bakalım.” şeklinde olmalıdır. Çocuğun, ödevi kişisel bir sorumluluk olarak algılaması ve kendi başına yapmaya çalışması gerekir. Anne-babalar ikinci aşamada devreye girebilirler.

3. Çalışma planı alışkanlığı

Zamanı etkin şekilde kullanmak, modern dünyanın en önemli yeterliliklerinden biridir. Zamanı etkin kullanmak da planlı çalışmayı gerektirir. Bu nedenle, bir çocuğun kazanması gereken en önemli becerilerden biri planlı çalışmadır. Gün içerisinde yapması gerekenleri belirli bir sıra ve düzen içerisinde yapma alışkanlığını kazanması hayatını oldukça kolaylaştıracaktır. Çocukla birlikte oturup masa başında o gün yapması gerekenler üzerinde konuşulmalı ve belirli bir sıraya koyarak kağıda yazılmalıdır. Dikkat edilmesi gereken kritik nokta, bu planların çok fazla ayrıntı içermemesidir. Çocuklar için 3 ya da 4 aşamalı bir planlama yeterlidir. Sürekli ayrıntılı bir planlama yapılırsa çocuk için uymak zor olacak bu da onda başarısızlık duygusunun gelişmesine yol açacaktır.

4. Ajanda tutma alışkanlığı

Çocuklara, onların da hoşuna gidecek küçük bir ajanda alınmalı ve ajandayı nasıl kullanacağı anlatılmalıdır. Gün içinde yapacaklarını buraya yazması istenmeli ve bir süre ajandayı etkin şekilde kullanıp kullanmadığı kontrol edilmelidir. Ajanda kullanmaya özen göstermesi halinde, çabası övülmelidir. Alışkanlığın daha yeni kazanılmaya başlandığı dönemlerde zaman zaman ajanda kayıpları yaşanabilir. Bu durumda çocuğa kızmak yerine yeni bir ajanda alarak uygulamaya devam edilmelidir. Bir davranışın, becerinin alışkanlığa dönüşmesi kolay değildir. Zamana yayılmış tekrarlar gerekir. Bu süreçte de bazı hatalar ve eksiklikler olabilir.

Anne-babaların bu tür aksamaları abartmamaları ve hatta çoğu zaman görmezden gelmeleri daha iyi olacaktır. Ancak, alışkanlığın kazandırılmasından da vazgeçmemeleri gerekir. Bir diğer nokta da, alışkanlık kazandırmak adına, çocuğun oyun oynama ve eğlenme hakkını ellerinden almamaktır.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.