Şampiy10
Magazin
Gündem

İslâm’dan önce de sünnet vardı

SORU: 1- Bir yazıda, “Yaşar Nuri Öztürk ve Süleyman Ateş, Turan Dursun hayattayken onunla tartışamadılar” diye okumuştum. Bunun doğruluk payı nedir?

2- Kıble, önceleri Kabe’yken hicretten sonra Yahudileri çekebilmek için Kudüs’e çevrildiği ancak Yahudilerin bu değişiklik nedeniyle alay etmesinden dolayı kıblenin tekrar Kabe’ye çevrildiği doğru mu? 3- Hz. Muhammed’in sünnet olduğuna dair sağlam İslâmi kaynaklar var mı? (Yaşar Şan Hınıs)

CEVAP: 1- Turan Dursun hayattayken onun tutarsız bir yazısına cevap vermiştim. Onun olayları nasıl istediği gibi çarpıtıp sunduğunu Gerçek Din Bu adlı iki ciltlik kitabımda açıkladım. Bu kitabım onun ölümünden sonra çıktı. 2- Kıble meselesi kısmen doğrudur ama bu Yahudileri İslâm’a çekmek amacıyla değil, ilahi dinlerin özde birliğini belirtmek amacıyla yapılmıştır. Fakat sonra namazda Kabe’ye dönülmesi emri gelmiştir. Bundan önce herhangi bir yöne dönülmesi hususunda bir emir veya hüküm yoktu. Peygamberimiz de diğer Araplar gibi geleneksel olarak Kabe’ye dönüp namaz kılardı. 3- Sünnet Hz. İbrahim dininden kalmadır. İbrahim’den bu yana bütün Kureyş kabilesi mensupları sünnet olurdu. Çünkü onlar kendilerini İbrahim dinine bağlı kabul ederlerdi. İbrahim’i kendi ataları bilirlerdi. Zira ataları İsmail, Hz. İbrahim’in oğluydu. Kureyş kabilesi de İsmail’den türemiştir. Hz. Peygamber de bir Kureyşli olarak sünnet olmuştur. Sünnet, İslâm’ın getirdiği bir uygulama değildir. İslâm’dan önce de vardı. İslâm’ın da onaylayıp devam ettirdiği bu gelenek, İslâm âleminde Müslümanlığın ayırıcı vasfı haline gelmiştir.


Cuma namazı 2 rekâttır

OKURUM Ahmet Işıldak cuma namazının kaç rekât olduğunu soruyor. Kendisine cevabım şudur: Cuma namazı sadece iki rekâttan ibarettir. Peygamberimiz, cuma namazını kılan için öğle namazı olmadığını buyurmuştur. Dileyen hutbeden önce iki rekât kılar. Bu, sünnettir. Yine dileyen cumanın farzından sonra da iki rekât kılar. Bu da sünnettir. Zuhr-i âhar diye bir namaz olmadığı gibi vaktin son sünneti, ilk sünneti diye bir şey de yoktur. Bu tabirler uydurmadır. Dileyen istediği kadar namaz kılabilir ama öyle uydurma niyetlerle değil. Sadece Allah rızası için namaz kılar. Farz, sünnet demeye de gerek yok.

Yazının devamı...

Kul doğrudan Allah’a yalvarır

SORU: “Allah’la kulun arasına kimse giremez” cümlesiyle ilgili aklıma takılan bir soru var: Peygamberimiz zamanında dinin yayılması için savaşlar niçin yapıldı? Günümüzdeki misyonerlik faaliyetlerini nasıl açıklayacağız?

CEVAP: “Allah ile kul arasına kimse giremez” sözünün anlamı şudur: Bir kul Allah’a ibadet yaparken kendisiyle Allah arasında bir aracı yoktur. Kul, doğrudan Allah’a yalvarır, O’na tapar. Allah’a ibadet etmek için bir din adamını aracı yapmaya gerek yoktur. Yahut Allah’tan af dilemek için din adamına, papaza başvurmak gerekmez. Her kul, istediği anda doğrudan Allah’a yalvarır, O’ndan af diler. Ne dileği varsa doğrudan Allah’tan ister. İşte “Allah ile kul arasına kimse giremez, Allah ile kul arasında aracı yoktur” sözünün anlamı budur.

Peygamber veya din bilginleri Allah ile kul arasında aracı değillerdir, Allah ile kul arasına da girmezler. Çünkü Allah, her kuluna kendi şah damarından daha yakındır. Durum böyleyken araya nasıl başka biri girebilir? Bu husus, İslâm’ın temel inancıdır ama maalesef bazı kişiler mutlaka bir aracı sokmaya alışmışlar, aracısız Allah’a tapmıyorlar. Dualarının kabulü için yatırlara başvuruyorlar. Yahut papazlara gidiyor, onun önünde af diliyorlar. Papazlar Allah adına o kişinin günahını siliyor. İşte bu tür davranışlar İslâm inancına aykırıdır.

Peygamberler din konusunda söyledikleri sözlerde veya uygulamalarda hata yapmazlar. Çünkü onlar vahye dayanarak hüküm verirler. Ancak dünya işleri zaten bağlayıcı değildir. Dünya işlerinde onlar da hata yapabilirler ama böyle bir hataları olursa vahiy onları düzeltir. Peygamberler bile bile hata yapmaz. Peygamberlerin dini olmayan işlerdeki kimi yanılgılarına zelle (ayak sürçmesi) denilir.

Dini yaymaya çalışmak, Allah ile kul arasına girmek demek değildir. Her din mensubu kendi inancını, din sistemini başkalarına yaymak ister. Ama hiç kimse, başkasını kendi inancını kabule zorlama hakkına sahip değildir. İnsanlar özgürdür. Her birey davranışlarından ötürü Allah’a karşı sorumludur. Allah dilerse kulunu bağışlar, dilerse ödüllendirir. Peygamberimizin savaşları insanları zorla Müslüman yapmak için değil, saldırıları önlemek ve Müslümanların güvenliğini garanti altına almak için yapılmıştır. Müslümanlar fethettikleri ülkelerde halkı kendi inançlarında serbest bırakmışlar, kimseyi din değiştirmeye zorlamamışlardır. Çünkü dinde zorlama yoktur.

Yazının devamı...

Allah Müslümanların yollarını genişletmiştir

DÜNDEN DEVAM
Müslümanlar, duydukları Kur’ân ile ve Kur’ân’a ters düşmeyen gelenekleriyle hareket ediyorlardı. Hadislerin resmi derleme işi Peygamber’in hicretinden yüz yıl sonra başlamış ve iki üç asırda tamamlanmıştır. Çeşitli bölgelere dağılmış bazı kimselerin bildikleri bu hadisler, derlenmeden önce bunları bilmeyen ve bilmedikleri için de uygulamayan Müslümanların imanları eksik miydi? Kimse böyle bir şey iddia etmemiştir. Hatta o üç asır insanlarının en hayırlı nesiller olduğu, Peygamber tarafından bildirilmiştir. Demek ki “Bugün size dininizi olgunlaştırdım ve size olan nimetimi tamamladım” (Maide: 3) ayetinin bildirdiği üzere din, bu hadislerin bir iki asır içinde derlenmesinden sonra değil, Peygamber’in hayatı içinde tamamlanmış ve yazılmıştır ki işte bu da Kur’ân’dır.

Hadisler, ihtiyaç olan yerde Kur’ân’ın açıklamasıdır. Peygamber, “Ben de insanım, siz benim önümde davalaşıyorsunuz. Belki içinizden biri, davasını ötekinden daha güzel anlatabilir, birinin konuşması, ötekinden etkili olabilir. Ben onun sözüne bakarak bir Müslüman’ın hakkını ona vermiş olursam bilsin ki o, ateşten bir parçadır. Artık onu ister alsın, ister bıraksın” buyurmuştur. Ve buyurmuştur ki: “Ben de insanım. Size dininiz hakkında bir şey emredersem onu alın. Ama kendi görüşümle size bir şey emredersem, ben de bir insanım (yanılabilirim).”

“Ben de bir insanım, insan düşüncesinde hata da edebilir, doğru da olabilir. Ben size ‘Allah böyle diyor’ demedim ki. Ben asla Allah’ın üstüne yalan atmam.” Sahabiler, bu durumu bildiklerinden, Peygamber’in kendi düşüncesiyle söylediği bir hususta önce bu sözün vahiy mi yoksa kendi görüşü mü olduğunu sorarlar. Kendi düşüncesi olduğunu söylediği takdirde, eğer kendileri başka türlü düşünüyorlarsa düşüncelerini söylerlerdi. Nisa 66-68’inci ayetlerde şayet Müslümanlara da, Yahudilere verilen emir gibi, “Kendinizi öldürün yahut yurtlarınızdan çıkın” diye emredilmiş olsaydı ancak pek azının bunu yapacakları bildiriliyor. Çünkü bu emir güçtür. Allah, Müslümanlara güç şeyleri emretmemiş, işlerini kolaylaştırmış, önceki milletlerin üzerindeki ağır bağları, yükleri kaldırmış, dini kolaylaştırmış, yollarını genişletmiştir. Öyle ise kendilerine verilen buyrukları yerine getirmeleri kendi yararlarınadır.

Yazının devamı...

Kur’ân’ı bütünlüğü içinde okumalıyız

SORU: Nisa Suresi 66/67’nci ayetlerde, “Eğer onlara, ‘kendinizi öldürün ya da yurtlarınızdan çıkın’ diye yazmış olsaydık, içlerinden pek azı hariç bunu yapmazlardı. Ama kendilerine öğütleneni yapsalardı elbette kendileri için daha iyi ve daha sağlam olurdu. O zaman elbette kendilerine katımızda büyük mükâfat verirdik” buyurulmuştur. Burada Müslümanlara intihar etmeleri mi tavsiye ediliyor?
CEVAP: Kur’ân’ı, bütünlüğü içinde okumak gerekir. Ayetin asıl amacı Müslümanlara, Yahudilere yüklendiği gibi ağır yükümlülüklerin yüklenmediği bundan dolayı kendilerine verilen kolay emirleri uygulamakta tereddüt etmemeleri anlatılmaktır. Nisa 65’inci ayette Elçi’nin hükmünü bütün teslimiyetiyle kabul edip ona uymayan insanın mümin olamayacağı vurgulanmaktadır. “Allah Elçisi’nin emrine aykırı davrananlar, kendilerine bir belanın çarpmasından yahut acı bir azabın uğramasından sakınsınlar” ayeti de Elçi’nin emrine aykırı davranmanın insanı belalara, sıkıntılara sokacağını haber vermiştir. İnsanlar, aralarındaki davalarında Allah’ın Elçisi’ni hakem yapıp ona içtenlikle teslim olmalıdırlar ki gerçekten inanmış olsunlar.
Allah Elçisi’nin vereceği hüküm, vahye dayanarak verdiği hükümdür. Çünkü kendisi, beşer olarak söylediği sözleri ne yazdırmış, ne de mutlaka bunlara uyulması gerektiğini söylemiştir. “Benden, Kur’ân’dan başka bir şey yazmayın. Kur’ân’dan başka bir şey yazmış olan, onu imha etsin. Ancak benden duyduğunuzu nakledebilirsiniz, bunda bir sakınca yoktur. Ama kim kasten uydurduğu yalanı bana atarsa o, ateşteki yerine hazırlansın” mealindeki sözü de onun, vahiy dışındaki sözlerinin yazılıp Kur’ânlaştırılmasını istemediğini gösterir.
Peygamber’in bildirdiği vahiylere itaat etmek farzdır. Hz. Peygamber’in, vahyin açıklaması durumunda olan ve vahyin ruhuna ters düşmeyen sözleri de vahyin tamamlayıcısıdır. Fakat onun, kendi ictihadıyla söylediği sözler, dinin ruhu değildir. Çünkü onun sahabilerinin hepsi kendi yanında değillerdi. Arabistan’ın çeşitli bölgelerinden gelip Müslüman olan ve o zamana dek inmiş olan Kur’ân’ı öğrendikten sonra köylerine, bölgelerine dönen kabileler vardı. Bu insanlardan kimi Peygamber’le az konuşmuş, kimi çok konuşmuştu. O zaman Peygamber’in sözleri toplanmadığı gibi sahabilerin hepsi de bu sözleri ezberlemiş değillerdi.

DEVAM EDECEK

Yazının devamı...

İmam-ı Azam neden sadece 17 hadise güvendi?

Bir okurum, “İmam-ı Azam bu kadar hadisin içinden sadece 17 hadise mi güvendi” diye soruyor. Kendisine cevabım şudur: İmam-ı Azam, hadis bilmiyor değil ama din hükmü yani haram hükmü koyma konusunda 17 hadise kuşkusuz biçimde güvenmiştir. Rivayet böyle. Bu söz benim sözüm değil, İbn Haldun’un mukaddimesinin başında belirttiği görüştür. Ama İmam-ı Azam’ın sabahtan öğle vaktine kadar hadis okuttuğu, ardından da “Bunlar hep havadır, boş şeylerdir” dediği de rivayet edilir. Bunu da Tarih-i Bağdad’da okumuştum. Ancak bu rivayeti kaydeden Hatib-i Bagdadi, bu tür sözlerin İmam-ı Azam’a iftira olduğunu da belirtiyor. İmam-ı Azam ve öğrencilerine “Re’y” taraftarı, akılcı sıfatı verilmiştir. Bunlar aklı, rivayetin üstünde tutarlar. Ama hadisçi veya rivayetçi olarak bilinen Şafii, Hanbeli ekolleri, aslında kuşku taşıyan bir iki kişi haberini haram hükmü vermeye kaynak kabul ederek Kur’ân’ın geniş yolunu daraltmışlar, İslâm’ı sonunda yaşanmaz hale getirmişlerdir. İşin aslı budur. Bu rivayetler olmasa İslâm, insanların yolunu açmış, hiçbir dinde olmadığı kadar kolaylık getirmiştir. Çünkü “Allah, dinde hiçbir güçlük bırakmamıştır” (Hac: 78). Ama insanlar bu rivayetlerle yollarını daraltmışlardır.


Hangi hadisler sağlam?

SORU: Hadisler arasında değerlendirme yapacak kadar bilgiye sahip değilim. Bu nedenle sağlam hadislerin hangileri olduğu konusunda beni aydınlatır mısınız? (Ali Uluyol)

CEVAP: Elbette Kur’ân’ın yanında sağlam hadis de İslâm’ın ikinci temel kaynağıdır. Ama hadisler, Peygamberimizden çok zaman sonra derlendiğinden bunlara, rivayet edenlerin düşünceleri karışmıştır. Kimi de zamanın şartları içinde bir meseleye revaç bulmak için uydurulup Peygambere mal edilmiştir. Bu kadar büyük miktardaki hadis literatüründe rivayet edilmiş olan yüz binlerce hadisin sağlamını çürüğünü bulup size göndermem mümkün değil. Ben işlediğim konularla ilgili hadislerin sağlık derecesine bakar, çürükse sıhhat derecesini belirtirim. Ama tek tek hadisleri inceleyip hangi hadislere güvenilebileceği hakkında görüş belirtmek tek kişinin yapabileceği iş değildir.


Yazının devamı...

“Hz. İsa tekrar gelecek mi?”

SORU: Hz. İsa’nın geleceğini belirten kimi hadisler var. Mesela: “Şüphesiz o gelecektir. Onu gördüğünüzde tanıyın. Sonra da yeryüzünde kırk yıl yaşar. Vefat edince cenaze namazını Müslümanlar kılar.” Ben Hz. İsa’nın geleceğine inanmıyorum. Ancak neden büyük sahabiler onun geleceğini söylüyorlar? (Emrah Gedik)

CEVAP: Rivayetteki “Şüphesiz o gelecektir. Onu gördüğünüzde tanıyın” sözüne dikkat edin. Peygamber, “Onu gördüğünüzde tanıyın” sözünü kimlere söylüyor? Herkesten önce hitap ettiği, konuştuğu arkadaşlarına değil mi? Yani Peygamber kendi hayatında veya daha sonra Hz. İsa’nın geleceğini ifade ediyor ki sahabilerine onu gördüklerinde tanımalarını emrediyor. Peygamber’in hayatında gelmedi, sahabiler dünyadan gideli 14 yüzyıl oldu yine gelmedi. Sahabiler onu görmediler ve elbette tanımadılar. Bu ifade, Peygamber hakkında dahi kuşku uyandırmaz mı?

Çünkü onu gördüklerinde tanımalarını emrettiği sahabilerinin onu göreceklerini belirtmiş oluyor. Oysa sahabiler görmediler, onlardan sonra 40 nesil geçti yine kimse görmedi. Bu takdirde Peygamberin sözü bir tahminden ibaret kalmıyor mu? Tahminle peygamberlik olur mu? Ben bu tür sözlerin tamamen Peygamber’e iftira olduğu inancındayım. İsa, peygamber olarak gelecekse bu Peygamberimizin son peygamber olduğu inancına aykırıdır. Eğer İsa, Peygamber’e ümmet olmak için gelecekse niçin böyle bir şeyi istesin? Niçin peygamberlikten, sıradan insan seviyesine insin?


Hac nikâhına gerek yok

SORU: Bir kadının hacca gidebilmesi için biriyle nikâhlanması mı gerekiyor? Tek başına gidemez mi? (Ayşe Altunordu)

CEVAP: Kadının, mutlaka bir erkek mahremiyle hacca gidebileceği hükmü, yol güvenliğinin olmadığı zamanlar için gerekliydi. Şimdi Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ve hac seferi düzenleyen şirketlerin ekipleri görev yapıyor. Bir uçakta yüzlerce hacı erkek ve kadın yer alıyor. Ayrıca gittiğiniz yerde de güvenlik var. Hacca gitmek istiyorsanız gidin. Haccınız geçerlidir. Biriyle hac nikâhı yapmaya gerek yok.

Yazının devamı...

İnsanı mutlu eden imandır

SORU: 22 Mayıs 2008 tarihindeki yazınız, bana 27 yıl önceki unutamadığım bir olayı anımsattı. Çocuğuma 2.5 aylık hamile olduğumu öğrendim. Bebeğim 4 aylık olunca gittiğim doktor öldüğünü söyledi. Ancak ultrasonda bebeğin canlı olduğu görüldü. Ama doktor, içtiğim ilaçlar nedeniyle bebeğin sakat doğabileceğini bu nedenle alınması gerektiğini ifade etti. 7.5 aylık olduğunda arkadaşımın tanıdığı bir başka doktor beni muayene etti. Ancak eşimle birlikte bebeği aldırtmaktan vazgeçtiğimizi söyleyince bizi, “yerlerde sürünen sakat bir çocuğun vebalini taşıyabilecek misiniz” diye azarladı. Ertesi gün hataneye yatış işlemlerini yaptırmamızı istedi. Hayatımın dönüm noktası başlamıştı. Hastanede boş yatak yoktu. Ertesi sabah ameliyat olacaktım. Ben de 5 yaşındaki diğer oğlumla bir gece daha birlikte olmak için evde kalmak istediğimi söyledim. O gece oğlumun çığlıklarıyla uyandım. Rüyasında ormanda arslanların kardeşini yediğini, kuşların da kendisine saldırdığını görmüş. Hemen abdest alıp namaz kıldıktan sonra tekrar yattım. Saat 04.00 sıralarında müthiş bir sesle uyandım. Rüyamda bir cami içindeyim. O ses bana, “sakın çocuğunu aldırma. Çok hayırlı bir evlat olacak” diyordu. Eşimi uyandırdım ve bebeği aldırmayacağımı söyledim. Zamanı geldiğinde tosun gibi 4.5 kilo ağırlığında bir erkek evlat doğurdum. Sonradan öğrendim ki 7.5 aylıkken bebeğimi almak isteyen doktor, para için bunu herkese yapıyormuş. Çok şükür şimdi hayırlı evlatlarım var. (Mukadder Erol)

CEVAP: Bu olay, Allah’ın takdirine teslim olmanın, insanı nasıl güzel sonuca ulaştırdığını göstermektedir. Anne rahminde yaratılmaya başlayan her ceninin ruhu vardır. Katıldığım bir programda izleyenlerden biri doğurduğu mongol çocuğun 16 gün kuvezde kaldığını, doktorların öldüğünü söylediğini, ancak yanına gidip elini tutunca kıpırdayıp hareket ettiğini anlattı. Dünyaya gelmekte olan cenin, annenin sağlığı için ciddi tehlike oluşturmadıkça onun yaşam hakkına son vermek hiç kimsenin hakkı değildir. 3-5 kuruşluk dünya menfaati için fütursuzca kürtaj yapanlar, şu dünyadan sonra o parçaladıkları çocukların ruhlarıyla karşılaşacaklarını hiç ama hiç unutmamalılar. Kur’ân’ın ifadesiyle bizler dünya yaşamının görünür kısmının sadece bir cüz’ünü idrak edebiliyor ve anlıyoruz. Ya göremediğimiz ve algılayamadıklarımız? Yaratana baş kaldıran birçok zorba sonunda ölümün pençesinde Yüce Divan’a sunulmuştur. İnsanı mutlu eden imandır, Hakk’a güvendir.


Yazının devamı...

Kabir yaptırmak dinen gerekli mi?

SORU: Kısa süre önce annemi kaybettim. Kabrini yaptırmakla yaptırmamak arasında kararsızım. Bu iş için maddi güce sahibim ama aklım kabir yaptırma işine takılıyor. Bunun için harcanacak parayla ihtiyaç sahibi insanların dertlerine derman olsam daha hayırlı değil mi? (Alaattin Kılıç)

CEVAP: Başınız sağ olsun, Allah annenize rahmet eylesin. Düşünceniz doğrudur. Lüks kabir yaptırma işi İslâmî değildir. Kabir yaptırmanın ne ölüye ne de diriye hiçbir yararı yoktur. Sadece kabrin belli olması ve gidip dua etmeniz için isminin yazıldığı bir taş dikmeniz yeterlidir. Öyle şatafatlı, saray yavrusu gibi mermer kabir yaptırmanın dinde yeri yoktur. Hem bu kabirler ne kadar dayanacak? Bin sene mi, iki bin sene mi? Eninde sonunda yok olacak. Yüz yıllar önce ölmüş kimselerden kiminin üstüne türbe yaptırılmış. Siz o türbelerin içindeki kabirleri eşin, emin olun hepsi toprak olmuştur. Çünkü Kur’ân’ın açık ifadesiyle insan topraktan yaratılmıştır, bedeni yine toprak olacaktır (Tâhâ: 55). Ebedi olan ruhu ise zaten kabirde değildir. Ruhlar âleminde, sevdiği ruhlar arasında bulunmaktadır.

Git gide yükseltilen kabirler, çirkin bir manzara sergiliyor. Ayrıca sizin de belirttiğiniz gibi her taraf kabristan olacak, yaşayanlara yer kalmayacak. Oysa Medine’de Peygamberimiz döneminden kalma Baki Kabristanı 1400 küsur yıldan beri büyümemiş, aynı duruyor. Çünkü gömülen kişinin üstünden üç yıl geçtikten sonra aynı yere başkasını gömüyorlar. Eskisinin kemiklerini de bir kenara topluyorlar. Eğer her ölen için özel yer ayrılsaydı Medine’nin tümü kabristan olsa yetmezdi. Doğrusu da budur. Suudi Arabistan’da kabirler dümdüzdür. Çünkü kabirlerin tümsek yapılarak yerinin belli edilmesi rivayeti olduğu gibi, dümdüz yapılıp yerinin belli edilmemesi hakkında da rivayet vardır. Bizdeki bu türbe geleneği gerçekte Arap putperestliğinden başka bir şey değildir. Çünkü zamanla türbeler kutsallaşıyor, insanlar Allah’a yalvarır gibi türbede yatanlara yani yatırlara yalvarıyorlar. Bu uygulama tevhit temeline dayalı olan İslâm’a aykırıdır.

Güle dert anlatamaz beyhude bülbül inler

Varak-ı mihr-i vefayı kim okur, kim dinler.

(Bülbül istediği kadar inlesin, güle der-dini anlatamaz. Sevgi ve sadakat yazısını kim okur, kim dinler.)

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.