Şampiy10
Magazin
Gündem

Hafızan kadar konuş

Basın özgürlüğü sorunu, içeride ve dışarıda Türkiye’nin birinci gündem maddesi haline geldi. Öncelikle, gazetecilerin mesleki faaliyetleri nedeniyle soruşturmalara uğraması, yargılanması, tutuklanması ülkemizin demokrasisine ve buna bağlı olarak imajına çok ciddi gölgeler düşürüyor. En son olarak Ahmet Şık ve Nedim Şener’in de tutuklanmalarını, “gazetecilik dışı faaliyetler”le açıklamaya ve meşrulaştırmaya çalışanlar (iç ve dış) kamuoyunun büyük bölümünü ikna edemiyorlar. Arkadaşlarımızın yayınladıkları ve/veya yayınlamayı planladıkları kitapları yüzünden tutuklanmış olduğu algısı çok güçlü.

Basın özgürlüğü konusunun ikinci ayağını “sansür” iddiaları oluşturuyor. Başta hükümet olmak üzere, değişik güç odaklarının medyaya müdahale ettiği iddiaları yıllardır dile getirilir. AKP döneminde de aynısını yaşıyoruz. Ancak bu iddiaların birinci derecede tanığı olması gereken medya patronları, genel yayın yönetmenleri, diğer üst düzey yöneticiler ve yazarlar genellikle sessiz kalmayı tercih ediyorlar.

Bana göre otosansür, sansürden çok daha vahim bir durumda. Medya yöneticisi ve çalışanlarının kendi kendilerini sınırlama, yasaklama eğilimleri, alışkanlıkları korkutucu boyutlarda seyrediyor. Kim, neden korkuyor? Korkmakta ne derece haklı? Bu soruları bir kenara bırakıp basın özgürlüğünün önündeki bir diğer vahim engele dikkat çekmek isterim: Gazetecinin gazeteciye yaptığı...

Ortalık tam bir savaş alanına dönmüş durumda. Taraflar acımasızca birbirlerini kurşuna dizmekle meşguller. Tabii böylesi bir savaşta herhangi bir kural veya ahlak aramak boşuna; seviye yerlerde sürünüyor. En rahatsız edici olansa gazetecilerin birbirlerini ihbar etmesi. Mesleki kıskançlıklar nedeniyle “muhabir” (haber veren) kelimesinin ortasındaki “a” harfinin kolaylıkla düşüverdiğini görüyorsunuz. Belli ki, her tutuklanan meslektaşları için bilgisyarlarına bir çentik atan kişiler var ortada.

Kürt sorunu hafızası

Ayıptır diyelim ve bu tatsız konuyu, inşallah bir daha dönmek zorunda kalmayacak bir şekilde keselim. Bugün size güzel bir çalışmadan söz etmek istiyorum. Gazi Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan Hüseyin Yayman’ın “Şark Meselesinden Demokratik Açılıma: Türkiye’nin Kürt Sorunu Hafızası” adlı raporu bu. Hüseyin çok sıkı bir araştırmacıdır. Son yıllarda yaptıklarını yakından takip ediyor ve onun Türkiye’de Kürt sorununu en iyi bilen uzmanlardan biri haline gelmesini sevinçle ve imrenerek izliyorum.

Rapor SETA Vakfı tarafından yayınlandı. Bu vesileyle SETA hakkında da birkaç şey söylemek iyi olur. Washington’da gazetecilik yaptığım 2.5 yılda, herkes gibi ben de düşünce kuruluşlarının (think tank) faaliyetleri karşısında şaşkına dönmüştüm. Ülkemizde de benzer iddialı çok kurum var ama daha yolun çok başında oldukları da ortada. Daha kötüsü bunların içinde, müşterilerine gerçekte olup bitenleri anlatmaktan ziyade, duymak istediklerini rapor diye sunanların sayısı epey fazla. Kurulduğu andan itibaren AKP’ye yakın olduğunu bildiğimiz SETA’nın, belki de şaşırtıcı bir şekilde, işini yaptığını görüyorum ki bu da beni memnun ediyor. SETA’nın, AKP’ye yakın bazı medya kuruluşları ve gazetecilere de örnek olmasını dilerim.
Tekrar Hüseyin Yayman’ın raporuna dönecek olursak, bu çalışmada Kürt sorununun 100 yıllık bilançosu, esas olarak konuyla ilgili olarak hazırlanan raporlar (ki çoğunluk devlet tarafından hazırlatılmış) üzerinden çıkarılmış. 1925 tarihli Abdülhalik Renda ve yine aynı tarihli Cemil Uybadın raporlarıyla başlayıp, İsmet İnönü, Celal Bayar raporlarıyla devam edip aklınıza gelen veya gelmeyen bir dizi sivil toplum kuruluşunun son günlerde peşpeşe yayınladıkları raporlarla sona eren tam 508 sayfalık (büyük boy) bir kitap bu. Yayman kitabın sonuna hem özlü ama ufuk açıcı bir Kürt sorunu kronolojisi eklemiş, hem de “Çözümün Neresindeyiz?” başlığı altında incelediği 70 raporda öne sürülen çözüm önerilerini ve bunlarda gelinen noktaları bir tablo haline getirmiş.

Çok şükür ülkemizde birbiriyle didişmek yerine iş üretmek derdinde olan insanlar var.


Tutuklunun kitabına dokunma!

Yatanlar bilir kitaplar cezaevlerinin olmazsa olmazlarıdır. Ama gerek cezaevi idareleri, gerekse ülkeyi yönetenler, özellikle siyasi davalar nedeniyle yatanların kitap edinme, bulundurma ve okuma haklarına karşı çok hoyrat davranırlar. 12 Eylül döneminde cezaevlerinde kitaplarımızın bizler kadar çile çektiğine tanık olmuştum. Ama bugün de benzer uygulamalar olduğunu duyuyorum. Mesela Tekirdağ F Tipi Cezaevi’nden bir tutuklu, idarenin “adınıza kayıtlı değil” diye kitaplarına el koyduğundan yakınıyor. 12 Eylül döneminde de başımıza gelirdi: Kitaplar tek tek kişilere kaydedilir, onların tahliye olması veya başka bir cezaevine sevki durumunda kitaplarını da götürmesi istenirdi. Halbuki giden birinin gerideki arkadaşlarına bırakacağı en güzel miras kitaplarıdır. Bu tür saçma bahanelerin bugün de geçerli olduğunu öğrenmek insanı kahrediyor.


Yazının devamı...

AKP tepeden tırnağa yenilenebilir

Bu seçimlerde AKP’ye 5500’ü aşkın adaylık başvurusu yapıldı. Adaylık konusunda iktidar partisine yönelik teveccühün her seçimde daha da artması anlaşılır bir şey.

Tabii bazıları, bu başvuru sahiplerinin önemli bir bölümünün aday olma şansları çok düşük olmasına rağmen neden bu yola başvurduklarını anlayamıyor. Bunun cevabını dün Meclis’te deneyimli bir meslektaşım verdi:

İktidar partisinden aday adayı olmak bile o kişiye belli bir statü verebiliyor. Ben görmedim ama böyle kartvizit bastıranlar bile varmış. Bu kadar çok başvurunun olması AKP yöneticilerini hayli memnun ederken (her şey bir yana, başvuru paralarının kampanya giderlerini karşılamada önemli bir kalem olduğunu unutmayalım) mevcut milletvekillerinin ciddi bir bölümünü tedirgin ettiği de bir gerçek.

Erdoğan’ın, 2007 seçimleri öncesi, çoğu Milli Görüş kökenli çok sayıda milletvekilini yeniden aday göstermediği ve değişik vesilelerle mevcut Meclis grubundan şikayet ettiği de hatırlandığında AKP listelerinde çok köklü değişiklikler beklemek şaşırtıcı olmaz. Peki kimler gider, kimler kalır?

İsimler üzerinden spekülasyon yapmak için çok erken, çok da ahlaki olmaz. Kaldı ki isimlerden önce AKP’nin, dolayısıyla Erdoğan’ın bu seçimlere nasıl bir önem atfettiğini öncelikle ele almak daha isabetli olacaktır. ilk aşamada dikkate değer bulduğum hususları şöyle sıralayabilirim:



* Erdoğan bu seçimlere referandum moraliyle giriyor. Bu nedenle, kendisi telaffuz eder mi bilinmez ama, en azından yüzde 50 oyu bir eşik olarak göreceğini tahmin edebiliriz.

* Referandumun kaderini büyük ölçüde, geleneksel olarak güçlü olduğu bölgelerde MHP’nin, seçmen tabanının hatırı sayılır bir bölümünü “hayır”a ikna edememesi belirlemişti.

Bu nedenle Erdoğan’ın ülkücü tabana sıcak gelecek bazı isimleri seçilecek yerlere yerleştirmesi şaşırtıcı olmaz. Mevcut TBMM grubunda bu tür isim yok denecek kadar az, bu nedenle transferler bekleyebiliriz.

* Aynı şekilde Güneydoğu’da isim belirlerken Türk milliyetçilerini rahatsız edecek kişilerden uzak durması muhtemeldir. Bu noktada son dönemde PKK’yı rahatsız eden çıkışlara imza atmış bazı kanaat önderleri AKP listelerinde yer alabilir.

* Erdoğan’ın referandumda hayır oylarının yüksek çıktığı Batı ve sahil bölgelerindeki “endişe”leri gidermeye yönelik olarak bazı isimleri aday gösterme ihtimalini pek yüksek görmüyorum. Yine de sembolik birkaç aday bu açıdan öne çıkarılabilir.

* Parti teşkilatlarının gönlünü almak için bazı il ve ilçe başkanları ve diğer yöneticilerin de iyi yerlere yerleştirileceği muhakkaktır.

* Erdoğan, defalarca bu konuda söz vermiş olduğu için, kadın aday sayısının epey artacağı da kesin gibi. Tabii bunların ne kadarının iyi yerlere konulacağı da önemli.

* Başörtülü aday konusunda, en azından bu seçimlerde fazla hevesli olunacağını sanmıyorum. Yine de belli olmaz diyelim.

* Erdoğan bu seçimlerden sonra yeni bir anayasa için kolları sıvayacak. Muhtemelen seçim kampanyasını da bu temel üzerine inşa edecek. Dolayısıyla yeni TBMM Grubu’nda yeni anayasa için seferber edeceği bazı uzman isimler görürüz.

* Başkanlık veya yarı-başkanlık sistemini getiremese bile Erdoğan’ın halkın seçtiği ilk cumhurbaşkanı olmak istediğini görüyoruz. Bu nedenle tıpkı daha önce Turgut Özal ve Süleyman Demirel’in denediği gibi, Köşk’e çıkarsa, geride güvenebileceği bir başbakan ve kabine, hatta TBMM Grubu bırakmak isteyecektir. Yani liyakat kadar, hatta belki de ondan fazla sadakat arayacaktır yeni adaylarda. Ama unutmayalım ki Özal ve Demirel’in “emanetçi” yaratma girişimleri hep başarısızlıkla sonuçlandı. Toparlarsak, bu seçimlerde AKP listelerinde çok büyük değişiklikler olmasını bekliyorum. Sürprizlerse gelenlerden çok gidenlerde olacak gibi.

Yazının devamı...

Beşikçi direniyor, Türkiye utanıyor

Önceki gün, gözaltındaki meslektaşlarımıza destek vermek ve basın özgürlüğüne sahip çıkmak için Taksim’de buluşup Galatasaray’a kadar yürüdük. İşçi Partililerin can sıkıcı ama başarısız fısatçılığı bir kenara bırakılacak olursa son derece başarılı geçen bu gösteriden birkaç saat sonra, Galatasaray Lisesi’nin bu sefer önü değil de arkasına denk gelen bir mekanda, düşünce ve ifade özgürlüğü, bu arada akademik özgürlük denince akla ilk gelen, ilk gelmesi gereken bir isimle, Dr. İsmail Beşikçi ile buluştuk. Barış Ünlü ve Ozan Değer’in derlediği ve yanlış saymadıysam 53 kişinin yazılarının yer aldığı “İsmail Beşikçi” adlı kitabın İletişim Yayınları tarafından düzenlenen tanıtımı, tam da “Sarı Hoca”nın, sayısını belki kendisinin de unuttuğu bir davasının yine mahkumiyet kararının çıktığı güne denk gelmişti.

Dr. Beşikçi’yi bilmeyen birine nasıl anlatabilirsiniz? Ünlü ve Değer’in 600 sayfayı aşan kitabında onu tanıma, anlama ve tanımlamamıza yardımcı olacak çok sayıda gözlem, anı, tanıklık ve düşünce var. Ben Murathan Mungan’ın yazısının bir paragrafını olduğu gibi alıntılamak istiyorum:
“Son yıllarda çoğu kez hak etmeyen kişiler için yerli yersiz ve bol keseden kullanılmasından ötürü anlam aşınmasına, değer yitimine uğramış, giderek kimseye pek bir şey ifade etmeyen beylik sözlere dönüşmüş klişeler dilimizi kuraklaştırdı. Nicedir, birilerinden söz ederken onurlu mücadele, entelektüel dürüstlük, aydın duruşu, haklı başkaldırı, sol ahlak ve benzeri sözleri ikircimsiz kullanamaz olduk. Yaşamı boyunca karşılaştığı her çeşit baskı, yıldırma, hapis ve zulme karşı verdiği sahiden onurlu mücadeleyle; inanç, sabır ve inatla sürdürdüğü ödünsüz duruşuyla bu çeşit sözleri sonuna kadar hak eden İsmail Beşikçi gibi aydınları tanımlamaya, nitelemeye çalışırken dilimiz tutukluk çekiyor şimdi.”

Utanç duyuyorum

Evet Murathan çok doğru söylemiş, Beşikçi Hoca’nın yanında insanını dili tutuluyor. Bir de şu var: başkalarını bilmem ama ne zaman onun hakkında bir yazı, haber vs. görsem, hele bizzat kendisiyle karşılaşsam utanıyorum. “Utanç duyuyorum” demek belki daha doğru olur. Öncelikle kendi adıma utanç duyuyorum. Zira bu ülkede vatandaşlık onayı için nerdeyse olmazsa olmaz olan devlet zulmünden (işkence, hapis, yasaklar vb.) iyi kötü ben de nasibimi aldım ama onun başına gelenler yanında benimki tek kelimeyle “amorti” değerindedir. Bunun ötesinde, devletten baskı gördüğüm anlarda Beşikçi Hoca’nın sergilemiş olduğu vakar, direnç ve inadı gösteremiş olmaktan dolayı utanç duyuyorum.
Ama esas utancı, içinde yaşadığım, parçası olduğum toplum ve ülke adına duyuyorum. Türkiye’deki Kürt gerçekliğini, eğip bükmeden söylediği ve gözler önüne serdiği ve daha önemlisi bütün rüşvet, yıldırma, tehdit, baskı vb. girişimlerine rağmen bu tutumunu ısrarla sürdürdüğü için kendisine reva görülen devlet zulmü ve buna ek olarak toplumun ve “aydın” olarak kabul edilen katmanların ezici bir çoğunluğunun bu zulme sessiz kalması, yer yer buna destek vermesi, hatta daha ileri gidip zulme bizzat dahil olması bu ülkenin kolay silinmeyecek kara lekelerindendir.

Öcalan’ı da karşısına aldı

İnsan gerçekten şaşırıyor. “Bu ufak tefek, mütevazı adamdan mı bu kadar korkmuşlar?” diye souyor kendi kendine. Tabii hemen ardından şu soru geliyor: “Bu ufak tefek, mütevazı adam nasıl dayanmış bunca zulme?”

Tabii bu arada Beşikçi’nin sadece devletin ve resmi ideoloji yandaşlarının baskılarına maruz kalmadığını da hatırlatalım. Abdullah Öcalan’ın 1999 başlarında Türkiye’ye teslim edildikten sonra gösterdiği itaatkâr tavır Beşikçi’yi son derece rahatsız etti ve her zaman olduğu gibi bu konudaki görüşlerini de alenen dile getirdi. Bunun üzerine PKK öncülüğündeki Kürt siyasi hareketinin kendisini aforoz etmesi hiç de şaşırtıcı olmadı. Fakat Beşikçi PKK çevrelerinden gelen baskılara karşı da dik duruşunu hiç bozmadı.

Bitirirken okurlara bir soru: Orhan Türkdoğan adı sizin için bir anlam ifade ediyor mu? Kendisi Türkiye’nin bilim tarihinde müstesna bir yeri olan bir sosyologdur. Özelliği sosyolojide getirdiği açılımlar filan değildir. Kendisi 26 Ocak 1968 günü Erzurum Üniversitesi’nde sosyoloji asistanı Dr. İsmail Beşikçi’yi fakülte yönetimine ihbar eden doçenttir. Türkdoğan hızını alamayıp 12 Mart dönemindeki ara rejim hükümetinin bakanlarından Sadi Koçaş’a da Beşikçi’yi ihbar etmiş ve bu bakımdan Türk akademi dünyasında “Beşikçi’yi ihbar etme” furyasını başlatmıştır. Meraklısı sözünü ettiğimiz kitabın 297 ve 298. sayfalarında Beşikçi’yi ihbar eden veya aleyhine tanıklık yapan “seçkinlerimiz”den bazılarının adlarını bulabilirler.
Evet tarih İsmail Beşikçi’yi de onları da ayrı ayrı sayfalara yazıyor.

Yazının devamı...

Ergenekon günlerinde inadına gazetecilik

Dün İstanbul ve Ankara’da gazeteciler olarak yürüdük ve arkadaşlarımıza sahip çıktık. Özel yetkili savcılara basın mensuplarının üzerlerindeki ölü toprağını silkmelerine yardımcı oldukları için ne kadar teşekkür etsek azdır. Ama en büyük teşekkürü gözaltına alınan meslektaşlarımız hak ediyor.

Dün Taksim Meydanı’ndan Galatasaray Lisesi önüne kadarki yürüyüş hakkında bazı gözlemlerimi aktarmak istiyorum. Ama önce bir parantez açıp bizim lisenin sadece günümüzde değil 1970’li yıllarda da nice gösteriye ev sahipliği yapmış olduğunu hatırlatmak isterim. Üstelik o zaman Beyoğlu araç trafiğine de açıktı ve gösterilerin hemen hepsi “korsan” tabir ettiklerimizden olurdu.

Neyse dün NTV yayınından çıkıp gecikmeli olarak Taksim’e vardığımda kalabalık Galatasaray’a doğru yürüyüşe geçmişti. Kortejin gerisinde İşçi Partililer vardı ve bu durum hayli can sıkıcıydı. Birçok meslektaşımın da İP’lilerin hiç de şaşırtıcı olmayan bu fırsatçılığından rahatsız olduğunu gördüm ama yapacak bir şey yoktu. Fakat onlara rağmen Beyoğlu’ndaki gösteri büyük ölçüde “basın özgürlüğü” çerçevesinde kaldı ki çok iyi oldu.

Kafa karışıklığı azalıyor

Medyada sol kökenli gazetecilerin belli bir ağırlığı olduğu bilinir ki özellikle Susurluk sürecinde bu durum, olumlu anlamda öne çıkmıştır. Fakat Ergenekon’la birlikte kimin neye nasıl baktığının kestirilemediği bir dönem de başlamış oldu. Bir yanda Ergenekon sürecine kayıtsız şartsız destek verenler, onların karşısında her operasyonun ardında bir bit yeniği arayanlar ve son olarak ortada kalanlar.

Ergenekon sürecinde yaşanan en çarpıcı değişiklik, dün “derin devlet”in deşifre edilmesini engelleme adına elinden gelen her türlü zorluğu çıkaran polis ve savcıların yerlerini medyayı “belge” ve bilgi bombardımanına tutanlara bırakmış olmasıydı. Tabii bu arada soruşturmayı yürütenlerle aynı dalga boyunda hareket eden bazı “sivil” yapıları ve onların servislerini de unutmamak lazım. Sonuçta Susurluk günlerinde en ufak kırıntı bilgiden gazetecilik şaheserleri yaratılırken Ergenekon zamanında bavullar dolusu belgeden genellikle gazetecilik faciaları üretilir oldu.

Tekrar kafa karışıklığı konusuna dönecek olursak, özel yetkili savcılar ikinci bir teşekkürü, dün itibariyle bu karışıklığını büyük ölçüde gidermiş oldukları için hak ediyorlar. Önceki günkü operasyonlarda Nedim Şener ve Ahmet Şık gibi “sivil”, “şeffaf” ve “demokrat” oldukları tescilli iki örnek meslektaşımızı da gözaltına almış olmaları, birilerinin maksadının üzüm yemek (yani derin devleti tasfiye) değil de bağcı dövmek (yani hoşlanmadıkları, tehdit gördüklerini tasfiye) olduğunu net bir şekilde gösterdi. İşte tam da bu nedenle dünkü yürüyüşte, Ergenekon sürecinde yolları ayrılmış çok sayıda meslektaşımız kol kola girebildi, küskünler barıştı.

Mayınlı sahada yalnız kalacaklar

Peki bundan sonra ne olacak? Son gözaltıların siyasi sonuçlarını kestirebilmek için henüz erken ama yeni bir Türkan Saylan vakasıyla karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Özellikle Şener ve Şık’ın “kolay lokma” olmadıkları, birilerinin boğazında kalacakları ilk günden anlaşıldı. Bu noktada hükümetin nasıl bir tavır alacağı belirleyici olacaktır.

Ama olayın medya ayağı hakkında daha net bazı şeyler söyleyebiliriz. Öncelikle Ergenekon “avcıları”, artık bu saatten sonra, eskisi gibi mayınlı sahaya sürebilecekleri sol kökenli gazeteci kolay kolay bulamayacaklardır. “Beni kullanın” diye bağıran ve kendilerini “solcu” diye sunmaya çalışan bazı çaylaklar da muhtemelen bir süre sonra alçaktan uçmayı tercih edeceklerdir.

Bu noktada Ahmet Şık’ın Nokta Dergisi’nde “Darbe Günlükleri”ni yayınlayan ekipten olduğunu hatırlatalım. Gazetecilik hayatına Nokta’da başlamış biri olarak bu yayını alkışlamış, ardından gelen baskınla kahrolmuş ama aynı zamanda şu noktanın da altını ısrarla çizmiştim: İyi bir gazeteci hem günlükleri yayınlar, hem de bu günlükleri kendilerine kimlerin, neden sızdırmış olabileceğinin de peşine düşer.

Ahmet dostum, gerçekten iyi bir gazetecidir. Anladığım kadarıyla, geç de olsa bu izi sürmeye kalktı ve galiba bu yüzden başına bunlar geldi.

Nedim’i zaten biliyorsunuzdur.

Her iki arkadaşıma da geçmiş olsun diyor ve Ergenekon günlerinde “inadına gazetecilik” yaptıkları için kendilerini tebrik ediyorum.

Yazının devamı...

Avrupa heyecanı neden dindi?

Eğer Sarkozy birkaç saatliğine de olsa Türkiye’ye gelip, hiç çekinmeden “Sizi AB’de istemiyoruz, boşuna uğraşmayın” anlamına gelecek sözler ederek ülkemizin AB ile tam üyelik müzakerelerini yürütmekte olduğunu hatırlattı.

Dolayısıyla “Sarkozy ne dedi, nasıl dedi, niye dedi?” diye tartışmadan önce Türkiye’deki AB heyecanının neden iyice dinmiş olduğunu sorgulamakta yarar var.

2002 genel seçimlerinin hemen ardından yaşanan süreci hatırlayalım: Bir yandan dönemin başbakanı Abdullah Gül, diğer yandan siyasi yasaklı AKP lideri R. Tayyip Erdoğan Avrupa ülkelerinde ve hatta ABD’de tam anlamıyla bir “mekik diplomasisi” yürüttüler ve nihayet Türkiye 2004 Aralık ayında tam üyelik için müzakerelere başlama hakkını kazandı. Ne olduysa ondan sonra oldu. Sonradan Çankaya’ya çıkacak olan Gül gibi birkaç istisna dışında AKP kurmayları içinde AB’ye eskisi kadar sahip çıkan pek kimse olmadı. Bu ilgisizliğin, “AKP, AB konusunu dışarda ve içerde meşruiyet kazanmak için kullandı. Aslında Türkiye’nin AB üyeliğini samimi bir şekilde istemiyorlar” şeklinde yorumlara yol açtığını biliyoruz. Fakat şunu da biliyoruz ki Başbakan Erdoğan her fırsatta AB üyeliğini “bir medeniyet projesi” olarak tarif ediyor ve bu uğurda yılmadan, usanmadan çalışacaklarını tekrarlıyor.

Eğer Erdoğan sözlerinde samimiyse Türkiye AB konusunda neden kaydadeğer ilerlemeler sergileyemiyor? Bu sorunun cevaplarını önce AB’nin kendi içinde arayacak olursak birçok noktanın altını çizmek gerekiyor. Örneğin:

1) AB’nin yaşadığı bir dizi sıkıntı nedeniyle daha fazla büyümekten iyice korkar olması;

2) Güney Kıbrıs’ın tam üye olmasının ardından Türkiye’ye çıkarttığı ve kısa vadede nasıl çözülebileceği belli olmayan sorunlar;

3) Avrupa kamuoyunun ciddi bir kesiminde ve yönetimlerin bazılarında hakim olan Türkiye’yi istememe yaklaşımının etkisini kaybetmeden, hatta yer yer artırarak sürmesi;

4) Bu bağlamda bir zamanlar Türkiye’ye AB yolunda en fazla destek vermiş olan Chirac’ın yerini Sarkozy’nin, Schröder’in yeriniyse Merkel’in alması ve bu ikilinin Türkiye’yi dışlama konusunda hep birlikte hareket etmeleri...

Artık “milli dava” değil

Şimdilik burada kesip Türkiye’nin AB serüvenini sokan iç nedenlere bir göz attığımızda ilk olarak karşımıza, belli bir aşamadan sonra AB konusunun iç politikadaki cazibesini kaybetmiş olması çıkıyor. Bir seçimden çıkıp diğerine giren, seçim olmadığı zamanlarda da referandumlara sahne olan bir ülkede, söyleminde daha çok popülist öğeleri öne çıkaran bir iktidar partisinin, meyvelerini ilerde (o da belki) toplayacağı bir şey için bugünden birçok fedakarlıkta (AB ile uyum için gereki olan, ama hayata geçtiği anda toplumun belli kesimlerinin tepkisini çekmesi muhtemel birtakım düzenlemeler) bulunmaya pek yanaşmaması anlaşılır bir şeydir. Fakat AKP’nin AB stratejisinin “anlaşılır” olması “doğru” olduğu anlamına gelmiyor. Hatta bu “anlaşılır” strateji yüzünden AKP’nin kendi bindiği dalı kesmekte olduğunu da rahatlıkla söyleyebiliriz.

Şöyle ki iktidar partisinin ipin ucunu bırakması, son örneğine Sarkozy’nin kısa ziyaretinde tanık olduğumuz, AB çevrelerinden sık sık gelen yer yer hakaretamiz ve aşağılayıcı dışlamalarla birleşince kamuoyunun AB’ye ilgi ve desteği giderek azalıyor. Bunun sonucunda AB’ye tam üyelik bir “milli dava” olmaktan çıkıyor.

İşin ilginç ve acı olan yanı, Türkiye’de AB taraftarlığının düşmesinde, sağlı sollu AB düşmanlarının hemen hemen hiç etkili olmamalarıdır. Herhalde geldiğimiz noktada en fazla sevinenler de onlardır.

Yazının devamı...

Ayaklanmaların ardında BOP mu var?

Bakmayın siz “zaten belliydi!” diye görüş beyan edenlere, Ortadoğu’daki halk ayaklanmalarının en çarpıcı özelliği hiçbirinin öngörülmemiş olmasıdır. İlk kıvılcımın Tunus gibi, çok fazla ilgi çekmeyen bir ülkede çakacağını kimse önceden görememişti. Tunus’un ardından “domino teorisi” her zaman olduğu gibi devreye girdi ama sıradaki ülkenin Mısır olacağı hiç tahmin edilmiyordu. Hatta ilk gösteriler başladıktan sonra da Hüsnü Mübarek rejiminin kolay kolay yıkılamayacağını savunan “uzmanlar” çoğunluğu oluşturuyordu. Aynı kişilerin, Mübarek’in rejimi içten restore etme girişiminin nafile olduğunu da pek anlayamadılar.

Devam edelim: Libya da çok büyük sürpriz oldu. Onca yıl Batı’nın ambargosu altında olmasına ve Washington’un elaltından yürüttüğü yıkıcı faaliyetlere rağmen ayakta kalmayı başaran, hatta daha sonra Batı ile ilişkilerini yeniden rayına sokmuş olan Muammer Kaddafi birdenbire gideceklerin ilk sırasına yerleşti. Bu durum onu ve yandaşlarını olduğu kadar düşmanlarını da şaşırtmışa benziyor.

Gençlerin denetlenemezliği

Ortadoğu’daki halk ayaklanmalarının ikinci önce çıkan özelliğine dün NTV’de Yazı İşleri’ne konuk ettiğimiz Filistinli gazeteci Yusuf el Şerif dikkat çekti. Uzun süre Türkiye’de El Cezire için çalışan ve bir süredir Dubai’de El Arabiya televizyonda editörlük yapan ve El Hayat gazetesinde yazan el Şerif, Tunus, Mısır ve Libya’da ayaklanmaların başını gençlerin çektiğini hatırlatıp mevcut rejimlerin bu gençlerle ilişkiye geçmesinin, onlarla müzakere etmesinin ve dolayısıyla onları ikna etmesinin imkansız olduğuna dikkat çekti. İmkansız çünkü bu gençlerin ortak bir ideolojisi, siyasi parti veya grubu ve nihayet lideri yok.

Yusuf el Şerif’in bu tespiti, Ortadoğu’da teker teker yıkılan ve yıkılacak olan rejimlerin yerini neyin alacağının belirsiz olduğu gerçeğini de gün yüzüne çıkarıyor. Evet söz konusu ülkelerde bazı siyasi grup ve partiler, sivil toplum örgütleri, meslek kuruluşları, sendikalar vb. mevcut ama tüm bu kurumların ayaklanan kesimlerle, özellikle de sözünü ettiğimiz gençlerle ne tür organik ilişkilere sahip oldukları bir muamma. Dolayısıyla Ortadoğu’da yeni iktidar yapılanmalarında örneğin İslami hareketlerin belli bir gücü olacağını kestirmekle birlikte buraların teker teker “şeriat düzeni”ne geçeceğini söylemek hayli abartılı olacaktır.

Washington’ın çaresizliği

Kuşkusuz Türkiye’de ve dünyada birçok kişi ve çevre, benim gibi, Ortadoğu’da son gelişmelerin “kendiliğinden” yaşandığına inanmıyor, inanamıyor. Bunların büyük bölümünün bütün olup bitenleri ABD’nin “Büyük Ortadoğu Projesi”ne (BOP) bağladıklarını biliyoruz. Hadi Libya neyse de Tunus’ta ve tabii ki Mısır’da rejimlerin değişmesini ve bu ülkelerin ne kadar süreceği belli olmayan bir belirsizliğe sürüklenmesini Washington neden isteyebilir ki! Daha ötesi, çanların, başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfez ülkeleri için de çalmaya başlamasından en çok korkanların başında ABD’nin bulunduğu açık değil midir?

Kim ne derse desin, Obama yönetimin Ortadoğu’da gelişmeleri önceden tezgahlamış olduğunu hiç sanmıyorum. Amerikalılar Ortadoğu’daki gelişmeleri belirlemek ne kelime, onların peşinden sürükleniyorlar. Öyle ki peş peşe yaşanan köklü değişimlerin ABD’nin Ortadoğu’daki çıkarlarını çok ciddi bir biçimde tehdit ettiğini söyleyebiliriz.

Yazının devamı...

Hasdal’dan ikinci mektup

Cumartesi günü Balyoz Davası’nın 35 nolu sanığı Tümgeneral Ahmet Yavuz’un yollamış olduğu mektubu “Hasdal’dan mektup var” başlığıyla yayınlamış, Pazar günü de “Hasdal’a mektup var” başlığıyla kendisine cevabımı kaleme almıştım. Takip etmeyenler için tezimi özetleyeyim: Bugün Balyoz Davası sanıklarının şikayetçi oldukları “adaletsizlik”in temelinde 12 Eylül, 28 Şubat gibi ordunun siyasete ve yargıya müdahaleleri yatıyor. Dolayısıyla günümüzde yargılanan asker kökenli sanıkların bu yakın geçmişle samimi bir şekilde yüzleşmeleri şart.

Neyse, Pazar günkü yazıma Ahmet Yavuz yine bir mektupla cevap verdi. Görüşlerimi yazının sonuna saklayarak bu ikinci mektubun önemli bölümlerini sizlere sunmak istiyorum:

“Mektubumda, geçmiş dönemlerin hukuksuzluk ve haksızlıklarını savunmadığımızı ve savunamayacağımızı belirtmiştim. Ancak yeterli bulmadığınız anlaşılıyor, bu konuya tekrar giriyorum.

Eğer bugün daha sorumlu bir mevkide olsaydım, geçmiş dönemin hukuksuzluklarının ve haksızlıklarının oluşmasına katkı sağlayan bütün organlar adına (Ordu, Emniyet, Yargı), sadece acı çekenlerden değil, milletimden de özür dilerdim.

Ancak bugün, kendimi, sizinle ve Hasdal’la sınırlı tutacağım. Geçmişte sizlere yapılan insanlık dışı her eylemi nefretle kınıyor, Hasdal tutuklukları adına üzüntülerimi belirtiyorum. Şahsen bir sorumluluk duysaydım özür dilemekten de imtina etmezdim.

Geçmiş ile bugün, size yapılan ile bize yapılanlar arasında farkların olmasını, bunun genel ve özel nedenlerini ayrı bir mecrada tartışmanın daha uygun olacağını düşünüyorum.

Ama unutmamak gerekir ki, biz 12 Eylül öncesinde ülkeyi kan gölüne çeviren ve bir kısmı elinde silah ile adam öldüren insanları değil, 13 Eylül’den itibaren onlara yapılan hukuksuzlukları konu ediyoruz. Yine biz, 21. yüzyılda Türkiye’nin yarattığı en büyük markanın -Türk ordusu- yaratılmasına katkıda bulunan insanların elli kuruşluk bir CD ile haksız bir şekilde tutuklanmasına ve delillerdeki sahteciliği konu ediyoruz.

İkisi arasındaki tek ortak alanın hukuksuzluk olduğunu görmemiz ve elmalarla armutları ayrı sepetlere koymamız gerekiyor.

Geçmişte yaşayanların önemli bir bölümü ve özelliği bu kötü mirasın yaratıcıları, yaşadıkları çağı mutlak ve o günün değerlerini değişmez zannetmekte idiler. Bugün yaşayanların bir kısmı ise her değişimi ilerleme zannediyor.

Ne dünkü zulmü, ne bugünkü eziyeti, ne de yarın doğabilecek haksızlıkları onaylayamayız. Unutmayalım ki Hasdal’da benimle birlikte olanlar arasında 12 Eylül’de tutuklanmış ve sizinkine benzer acılara maruz kalan arkadaşlarımız mevcuttur. Yine 1982 Anayasası’na ‘Hayır’ demiş olanlar vardır. Burada yatan insanlar, geçmişle yapılan hesaplaşmanın kurbanlarıdırlar. Onlardan istenen bir bedel ödemeleridir. Biz bu bedeli ödemeye bin kere razıyız. Ancak hukuk sınırları içerisinde ve yeter ki çok sevdiğimiz ülkemizin evrensel hukuk ilkeleri doğrultusunda evrilmesine katkı sağlasın, cumhuriyetimizi güçlendirsin ve demokrasimizi geliştirsin.

Savunmamı verebilecek miyim? Gelişmeler gösterecek. Ancak savunmamda yer alan bir bölümle sözlerimi bitiriyorum:
‘Eğer ‘Balyoz Planı’ gerçek ve iddia edildiği gibi ben bunun bir parçasıysam, kendimi bir balyoza bağlayıp, Boğaz’ın serin sularına bırakacağıma namusum ve şerefim üzerine milletime söz veriyorum.”

Stockholm sendromu

Yavuz’un “geçmiş” diye söz ettiği 12 Eylül dönemindeki insanlıkdışı eylemleri “nefretle” kınarken samimi olduğunu düşünüyorum. Özellikle, Balyoz’dan hareketle 12 Eylül ve 28 Şubat dönemlerinin zulümlerini dile getirdiğim için bana hakaret ve küfür dolu mesajlar yollayan ve kendilerini “ulusalcı” olarak tanımlayan kişilerin Yavuz’dan öğrenecekleri çok şey var. Hele bunların içinde bir kesim var ki, onların durumu ancak “Stockholm sendromu” ile açıklanabilir. Bilindiği gibi Ağustos 1973’te İsveç’in başkenti Stockholm’de bir banka soygunu sırasında 6 gün boyunca rehin tutulan kişilerin önemli bir bölümü soygunculara duygusal bir yakınlık duymuş ve bu olaya psikiyatride “Stockholm sendromu” adı verilmişti.

Bana gelen mektuplarda kendilerinin de 12 Eylül’de mağdur olduklarını, hatta işkence gördüklerini söyleyip ardından TSK’ya toz kondurmamaya çalışanlar için, eğer söyledikleri doğruysa, daha iyi bir tanı herhalde konulamaz. Tabii bir de kendilerini “ordudan çok orducu” olarak niteleyebiliriz.
Ahmet Yavuz’un her iki mektubu, Hasdal’daki Balyoz sanıklarının seviyesinin, dışarıda onları savunma iddiasındakilerin çoğundan daha yüksek olduğunu düşündürtüyor ki bu iyi mi, kötü mü, çözebilmiş değilim.

Onun “Ne dünkü zulmü, ne bugünkü eziyeti, ne de yarın doğabilecek haksızlıkları onaylayamayız” sözlerinin tüm toplumda egemen olmasını diliyorum.

Yazının devamı...

Ayrılar ayrı yerde aynılar aynı yerde

Kutuplaşmanın her geçen gün daha da şiddetlendiği Türkiye’de, süregiden iktidar savaşlarının tarafı olmak istemeyenlerin başına gelenleri, basit bir şekilde “Ne İsa’ya, ne Musa’ya yaranamamak” olarak tanımlayabiliriz. Savaşan taraflara yönelttiğiniz her eleştiri rakibi tarafından kullanılır, aynı anda her iki tarafla aranıza mesafe koyduğunuz zaman uç kutupların ayrı ayrı hücumuna uğrarsınız.

Odatv baskını üzerine Vatan’da kaleme almış olduğum yazı nedeniyle de aynı şey oldu. Baskının ardından “geç bile kalındı”, “sonra da şunları alın” diye sevinç çığlığı atanları “leş kargaları” olarak tanımlamam Odatv’ye sempati duyanların çok hoşuna gitti, doğal olarak düşmanlarını da çok öfkelendirdi. Aynı yazıda Soner Yalçın ile “ayrı dünyaların insanı” olduğumuzu söylemem, Odatv’yi başarılı bulduğumu ama beğenmediğimi belirtmem de ulusalcıları epey kızdırdı.

Bu kutuplara cevap yetiştirmeye çalışacak değilim, istesem de onları (hele her iki kutubu birden) tatmin etmemin imkansız olduğu ortada. Bununla birlikte bazı konuları daha da netleştirmek yararlı olabilir. Örneğin Odatv ve Yalçın hakkındaki görüşlerim baskınla oluşmuş, diğer bir deyişle “korkup da yazılmış” değil. Bu noktada Ankara’da bir grup solcu gencin çıkardığı Tanyeri adlı dergiye vermiş olduğum ve Kasım 2010 sayısında yayınlanan mülakattan kısa bir alıntı yapmak isterim.

Bana “Bu süreçte siz de Hanefi Avcı ile olan görüşmelerinizle ilgili birtakım saldırılara maruz kaldınız, özellikle liberal-muhafazakâr yazarlar tarafından. Başka gazetecilerle birlikte, Nedim Şener olsun, Soner Yalçın olsun, hedef gösterildiniz bir bakıma. Bu zorlu süreçte gazeteci, yazar ya da aydın olmaya dair söyleyecekleriniz varsa onu da almak isteriz” dediklerinde şu cevabı vermiştim:

“Bir kere adımın Soner Yalçın’la birlikte anılmasından hiç hazzetmediğimi söylemem lazım. Soner Yalçın, Aydınlık gibi, benim İslamÓ hareketler üzerine çalışmalarımı ‘ajanlık’ olarak değerlendiren bir çevreden gelmiştir. O anlamda, sola vs. bakışlarımız tamamen farklıdır. Bunu o da bilir, ben de bilirim. Hayatımda da iki kezden fazla da görmüşlüğüm yoktur. Ben öyle bir gazeteci değilim. Nedim Şener’i gazeteci olarak bilirim, arkadaşımdır. Onun engellenmek istendiğini de biliyorum. O anlamda ona saygı duyarım, ama Soner Yalçın’ın ve çevresindeki insanların yürüttükleri yayın faaliyetleri benim çok tasvip ettiğim şeyler değil. Bunları yaparken benim bazı yaptıklarımdan faydalandıklarını görüyorum, bu da beni açıkçası üzüyor, ama sık sık bana da çok sert şeyler yaptıklarını da biliyorum. Yani onların yolu ayrıdır, benim yolum ayrı.” (http://www.tanyeridergi.com/sayi/3.html )

Demokrasiye bakış farkı

Yalçın ve arkadaşlarının başına gelenleri “basın özgürlüğü” bağlamında eleştirmiş olmam onlarla yollarımızın birleştiği anlamına gelmiyor; böyle bir birleşmenin hiçbir zaman söz konusu olamayacağı da ortadadır. Örneğin kendisi her ne kadar böyle olmadığında ısrar etse de Yalçın’ın Sabetaycılık üzerine yazdıklarının anti-semitik (Yahudi aleyhtarı) olduğunu düşünüyorum. Bu arada onun (ve tabii Yalçın Küçük’ün) özellikle bir dönem Sabetaycılık konusunu her şeyin önüne çıkarmış olmalarına anlam veremediğimi, daha doğrusu hayli anlamlı bulduğumu da vurgulamak isterim.
Her şey bir yana Yalçın’la ve Odatv’de yazıp çizenlerin çoğuyla demokrasiye bakış konusunda çok farklı düşünüyoruz. Daha açık söylemek gerekirse Yalçın’ın ve onunla birlikte hareket edenlerin demokrasiye fazla önem verdiklerini sanmıyorum. Fakat kendilerini birer “demokrasi kahramanı” olarak görmüyorum diye Yalçın ve arkadaşlarının hak ve özgürlüklerinin ihlal edilmesine sessiz kalmam da asla söz konusu olamaz.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.