Şampiy10
Magazin
Gündem

BDP ne yapmak istiyor?

Ergenekon davasında üst üste yaşanan gelişmeler dikkatlerin Kürt sorunundan uzaklaşmasına neden oluyor. Halbuki BDP’nin başlattığı “sivil itaatsizlik” kampanyasıyla birlikte Kürt sorununda önemsenmesi gereken gelişmeler ve değişiklikler yaşanıyor. BDP’nin sivil itaatsizlik eylemlerinin ve buna bağlı olarak başta Güneydoğu olmak üzere ülkenin dört bir yanındaki gerginliğin, genel seçimlerin yaklaşmasına paralel olarak tırmanacağını kolaylıkla öngörebiliriz.

Sonuçta Kürt sorununu dert edinenlerin önünde şu soruların durduğunu söyleyebiliriz:

1) BDP neden böyle bir kampanya başlattı?

2) BDP şu ana kadar kampanyada belli bir başarı elde edebildi mi?

3) AKP (ve hükümet) kampanyaya nasıl bakıyor?

4) Bu kampanyanın seçimlere nasıl bir etkisi olabilir?

Arap ayaklanmalarından kopya

İlk sorudan başlayacak olursak, karşımıza yine İmralı, yani Abdullah Öcalan çıkıyor. Öcalan’ın Tunus ve Mısır başta olmak üzere Ortadoğu’daki ayaklanmalardan ilham alarak taraftarlarını “sivil itaatsizlik” eylemleri düzenlemeye çağırdığını ve BDP’nin de kısa sürede bu talimatı yerine getirdiğini biliyoruz. Zaten “demokratik çözüm çadırları” da son Arap ayaklanmalarından apartma. Ayrıca BDP ve DTK (Demokratik Toplum Kongresi) yetkilileri her vesileyle Türkiye’de, Arap ülkelerinden daha etkili gösteriler düzenleyebileceklerini söylüyorlar.

Ancak çok hayati bir farkı ıskalıyorlar: Arap ayaklanmalarının hemen hiçbirinin ardında, bizdeki Kürt siyasi hareketi gibi güçlü, deneyimli ve son derece örgütlü bir muhalefet hareketi yok. Hatta bu ülkelerdeki son gösterilerin öne çıkan yönünün bu “kendiliğindenlik” olduğu ileri sürülüyor. Dolayısıyla Kürt hareketinin, Arap ayaklanmalarından kopya çekmesinin başlıbaşına bir hata olduğunu söyleyebiliriz.



Medyanın ilgisizliği

Buradan ikinci soruya geçebiliriz. Sadece Güneydoğu’da değil Batı’da da birçok “sivil itaatsizlik” eylemi düzenlenmiş olmasına rağmen bunlar genel kamuoyunun pek ilgisini çekmedi. Hatta ilk günlerde bazı BDP’lilerin kimi fevri çıkışları nedeniyle bu kampanyanın ülkenin batısında daha baştan antipati topladığı da söylenebilir. BDP’liler eğer sadece kendi tabanlarına sesleniyorlarsa bunda bir sorun olmayabilir. Ama Kürt olmayan toplum kesimlerini ikna etmek gibi bir dertleri varsa (ki olduğunu söylüyorlar), şu ana kadar belli bir “başarı”dan söz etmek zor. Kuşkusuz kampanyanın yeterince ilgi yaratmamasında medyanın tavrı etkili, kimi durumda da belirleyici. Medyanın kampanyaya mesafeli olmasının bir nedeni, iç ve dış gündemin zaten hayli yoğun olmasıdır. Öte yandan Kürt hareketinin “sivil” faaliyetlerine, güvenlik güçleriyle çatışma durumları hariç, büyük medyanın zaten geleneksel olarak pek ilgi göstermediğini de biliyoruz. Medyanın, hükümetin “sivil itaatsizlik” kampanyasından son derece rahatsız olması nedeniyle de ilgisiz kaldığı tabii ki ayrı bir gerçektir.

Hükümetin tavrı

“Hükümet neden böyle davranıyor?” diye sorulacak olursa, ilk olarak “Çünkü iktidar partisi seçimlere mümkün olduğunca az gerilimle girmek istiyor” cevabını verebiliriz. İkinci olarak, BDP’nin dile getirdiği dört talebe AKP’nin, hele seçimler bu kadar yaklaşmışken, bir şekilde pozitif cevaplar vermesi, bu partinin Güneydoğu’daki oylarını belki biraz artırabilir ama ülkenin geri kalan kısımlarında daha ciddi kayıplara yol açma riski de mevcut.

Son soruya gelecek olursak, “sivil itaatsizlik” kampanyasının, BDP tabanını daha da genişletip daha da kemikleştirdiğini düşünüyorum. Bunun sandığa yansıması muhakkak olacaktır. Yani bir sonraki Meclis’e geçen seferkinden daha fazla BDP kökenli bağımsız milletvekilinin gireceğini tahmin etmek zor olmamalı. Ama çok daha önemli olan şu: İlk kez bir yasal Kürt siyasi partisi, bütün eksik ve zaaflarına rağmen ilk kez ülke çapında uzun soluklu bir “sivil” kampanya yürütüyor. Buradan edindikleri deneyimi, güçlü bir TBMM grubuyla seçim sonrasına taşırlarsa Kürt sorununa hiç olmadıkları kadar damga vurabilirler.

Yazının devamı...

Yoksa hatadan dönülüyor mu?

Dünkü “Hatadan dönmenin tam zamanı” başlıklı yazıma, toplumu derin kamplara bölen konular hakkında yazdığım birçok yazıya olduğu gibi iki uçtan çok sert tepkiler geldi. Birileri bu yazıdan dolayı beni “Ergenekoncu” ilan ederken, başkaları da “Fethullahçı” olduğuma hükmettiler. Bu vesileyle bir kez daha tanıklık ettim ki, her iki ucun “keskin imanlıları” gidişattan hiç de rahatsız değil. Neyse, onları bir kenara bırakıp yaşananlardan rahatsız olanlara seslenmeye devam edelim.

Dünkü yazımı Gülen hareketine, dolayısıyla Fethullah Gülen’e bir “çağrı” olarak yorumlayanlar oldu. Tek başına böyle bir amacım yoktu ancak bu değerlendirmenin yanlış olduğunu da söyleyemem. Bu bağlamda yine dün Zaman Gazetesi’nde Hüseyin Gülerce’nin köşesinde, Gülen’in bir tür özeleştiri olarak görülebilecek sözlerini okuyunca yazdıklarımın boşuna olmadığı duygusuna kapıldım.
Önce Gülen’in ne dediğini hatırlayalım: “Başkaları niye düşmanlık yapıyor, komplo kuruyor, her fırsatta bu harekete dil uzatıyor? Burada biraz da kendimize bakmamız lazım. Acaba bizim usul hatalarımız mı, üslup hatalarımız mı var? Bize olan bakış; yanlış yaklaşımlarımızdan mı, ihmallerimizden mi, o insanları ‘karşı cephe’ olarak görmemizden mi kaynaklanıyor? Bunları düşünmeden, bir yönüyle kendimizle yüzleşmeden, kendimizi sorgulamadan, hemen insanları, kabahatlerinin mahkûmu haline getirmek doğru değil.”

25 yılı aşkın süredir, bir gazeteci olarak Gülen hareketini anlamaya ve anlatmaya çalışıyorum. Kendileri ve başkaları ne düşünür bilmem ama, hiçbir İslami cemaate duymadığım gibi Gülen hareketine karşı da herhangi bir düşmanlık duymadım. Ama bu hareketin en az sevenleri kadar sevmeyenleri, nefret edenleri olduğunu da biliyorum. Türkiye’nin selameti bakımından, diğer tüm kutuplaşmalar gibi, bunun da bir an önce son bulmasını dilerim.
Bu hareketi izleyen biri olarak, bu noktaya gelinmesinde, genel olarak Gülen cemaatinin, özel olarak bazı üyelerinin sorumluluklarının olduğu kanısındayım. Bu bağlamda, Gülen’in aktardığım sözlerinin “hatadan dönme” noktasında son derece anlamlı olduğunu düşünüyorum.

Rencide etmeden, kırmadan

Gülerce’nin köşesinden Gülen’in sözlerini şöyle sürdürdüğünü görüyoruz: “Keşke o insanlar da bizim iyiliğimizi isteyerek, bizler için ‘daha iyi olsalar’ mülahazasıyla ve insafla, izanla neyimiz eksik ise onu söyleseler. Biz de kendimizi Allah karşısında hesaba çekerek, kendimizle yüzleşerek, ‘neyimiz eksik, bu mevzuda ne yapsak’ desek. Okuma mı, müzakere mi, mukayeseli okuma mı, fedakârlık mı, ne eksikse bunlar bize rencide etmeden, kırmadan söylense. Biz bu yaklaşımı, irşat sayarız. Eksikliklerimizi giderme adına, bu hareketin içindeki insanların eksikliklerini giderme adına bir irşat sayarız. Bize irşat adına elini uzatan insanların elini öperiz, çok rahatlıkla...”

Hatırlayanlar olacaktır. 8 Haziran 2006 tarihinde Gülen’e hitaben Vatan Gazetesi’nde bir açık mektup kaleme almış ve kendisine 9 soru yöneltmiştim. Gülen ve takipçilerini rencide etmeden, kırmadan kaleme aldığım bu açık mektupla, tam da Gülen’in özlediği türden bir tartışma ve müzakereye kapı aralamak istiyordum.

Olmadı. Cevap alamadım. Bunun üzerine bir hafta sonra bir başka yazı kaleme aldım. Orada da amacımın “bağcı dövmek değil üzüm yemek” olduğunu tekrarladım ve Gülen ve cemaatini anlayabilmek için şu dört sorunun elzem olduğunu vurguladım:

1) Gülen cemaati, sivil toplum örgütlenmesi (STÖ) olarak tanımlanabilir mi?
2) Gülen ve cemaati ne kadar şeffaf?
3) Gülen demokrat mı?
4) Çetelere karşı mücadelede samimiler mi?
Bu sorular(ım) hâlâ geçerlidir ve tamamen sivil, demokratik, şeffaf ve çoğulcu bir ortamda tartışılmayı beklemektedir.


Yazının devamı...

Hatadan dönmenin tam zamanı

Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın da Ergenekon’ a dahil edilmelerinin ardından “Son gözaltıların siyasi sonuçlarını kestirebilmek için henüz erken ama yeni bir Türkan Saylan vakasıyla karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Özellikle Şener ve Şık’ın ‘kolay lokma’ olmadıkları, birilerinin boğazında kalacakları ilk günden anlaşıldı. Bu noktada hükümetin nasıl bir tavır alacağı belirleyici olacaktır” diye yazmıştım.

Gerçekten hükümetin tavrı belirleyici oldu: “Yargının işine karışmayız” açıklamalarının ardından Şık’ın kitap taslağının her türlü kopyalarına el konulma operasyonunu yaşadık. Bu kitap avı, Şener ve Şık’ın gazetecilik faaliyetleri nedeniyle tutuklanmadıkları iddialarının iyice temelsiz kalmasına yol açtı.

Medyanın her türünü sonuna kadar sömürüp Şener ve Şık’ın “gazeteci değil birer terörist” olduğunu kanıtlamaya çalışan, aslında daha fazlasını hak ettiklerini ilan eden bazı isimleri bir kenara bırakacak olursak gelinen noktadan pek kimsenin memnun olduğunu söyleyemeyiz. Çünkü Şener ve Şık’ın tutuklanmaları sürecinin doğurduğu zarar hayli büyük ve fatura her geçen gün kabarıyor. Kimlerin nasıl zarar gördüğüne kısaca bir göz atacak olursak:

1 Türkiye zarar görüyor: Nice bedel ödenerek gerçekleştirilen onca demokratikleşme adımına rağmen basın ve ifade özgürlüğüne peş peşe indirilen darbeler ülkemizin imajına çok kötü zarar veriyor. Arap ayaklanmaları ilk başladığında, demokrasisiyle Ortadoğu halklarına örnek gösterilen Türkiye’nin bu operasyonların ardından hep eleştiriliyor olması, tek kelimeyle hazindir. Eleştirilere cevaben Başbakan Erdoğan başta olmak üzere ülke yöneticilerinin bir kısmının “bildiğimiz gibi devam ederiz” şeklinde rest çekmeye kalkması sorunları daha da artırıyor.

2 Hükümet zarar görüyor: AKP hükümetinin “bölgesel güç” olma iddiasının, demokrasi ve özgürlüklere düşen bu gölge yüzünden epey zor duruma düştüğü bir gerçektir. Diğer bir gerçek de, zaten iyi durumda olmayan Türkiye-AB ilişkilerinin bu nedenle bir kez daha ve ciddi olarak yara almış olmasıdır. Son gelişmeler sadece dışarda değil içeride de iktidar partisinin aleyhine sonuçlar doğurabilir. Özellikle “ekonomik istikrar” adına AKP’ye yönelmeyi düşünen kentli orta sınıfların bir bölümü böyle bir tercihten uzak durabilir.

3 Gülen cemaati zarar görüyor: Şener ve Şık’ın, Gülen hareketini rahatsız edecek gazetecilik faaliyetleri nedeniyle tutuklandığı yolundaki iddialar sadece Türkiye’de değil dışarda da giderek tırmanıyor. Özellikle “kitap avı”nın ardından, Gülen cemaatinin yıllar boyunca sabırla ve büyük bir özveriyle, “diyalog, hoşgörü ve empati” gibi kavramların üzerine inşa etmiş olduğu imajı sarsıntı geçiriyor. Gülen’in açıklamasının, Ekrem Dumanlı başta olmak üzere bazı kanaat önderlerinin yazı ve yorumlarının bu gelişmeden kaynaklandığını söyleyebiliriz.

4 Ergenekon soruşturması zarar görüyor: Bu bahsi Aydın Engin’in www.t24.com.tr’deki yazısından bir bölümle özetleyelim: “Olan da bu yüzden Türkiye’nin Ergenekon’da ifadesini bulan karanlık güçlerle hesaplaşmasına oluyor. Haftalardır İmamın Ordusu kitabı konuşuluyor; darbeci zihniyet, darbeciler, darbe ortamı yaratmak için işlenen cinayetler, kurulan tuzaklar, yapılan planlar değil.”

Öncelik Nedim ve Ahmet’in özgürlüğü

Peki zarardan dönmek için ne yapmak gerekiyor? Eğer meydanı Türkiye’nin bölgesinde ve genel olarak dünyada artan etkisinden rahatsız olanlara; Türkiye’nin AB sürecinden ve genel olarak Batı dünyasından kopmasını hayal edenlere; aslında demokrasiyle hiç ilgileri olmamasına rağmen her türden hak ihlaline sırf muhalefet etme fırsatı verdiği için dört elle sarılanlara; İslami cemaatleri birer toplumsal gerçeklik değil de tehdit öğesi olarak görüp, laikliği koruma adına laikliğe en büyük darbeyi vuranlara; Ergenekon soruşturmasının ve buna bağlı olarak demokrasi karşıtı güçlerin tasfiye sürecinin akamete uğraması için dua edenlere bırakmak istemiyorsak daha fazla vakit kaybetmemeliyiz.

Bazıları zarardan dönmenin ancak, Nedim ve Ahmet’in kaderlerine boyun eğmeleri ve bizlerin de sessiz sakin bir şekilde “yargı süreci”ni beklememizle mümkün olduğunu dayatıyor. Bu büyük bir aldatmaca. Çünkü en büyük zararı onlar görüyor. Bu nedenle Türkiye’nin yeniden normalleşebilmesi için öncelikle Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın bir an önce özgürlüklerine kavuşmaları; mesleklerini özgürce yapmaya devam etmeleri ve kitaplarını da tüm demokrasilerde olduğu gibi hiç çekinmeden bastırabilmeleri gerekiyor.

Yoksa hep birlikte kaybetmeye, Türkiye ve demokrasi düşmanlarını sevindirmeye devam ederiz.

Yazının devamı...

Türkiye Müslümanları ümmete ne kadar entegre?

BAYAN CLINTON’IN SORULARINA CEVAPLAR 3

22 Temmuz 2009 günü ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın onayıyla Washington’dan Ankara’daki ABD Büyükelçiliği’ne “Tarikatlar, Kürtler ve İslam ve Türkiye” başlıklı bir telgraf gönderildi. Taraf Gazetesi tarafından yayınlanan Wikileaks Türkiye belgeleri arasında yer alan bu telgrafta yer alan soruları cevaplamayı sürdürüyoruz. Dizinin son bölümünde Türkiye Müslümanlarının İslam dünyasıyla ilişkileri ve Müslüman olmayanlara nasıl baktıkları üzerine üzerine soruları ele alıyoruz:

Soru 1: Türk Müslümanlar dini rehberlik için Türkiye dışına bakıyorlar mı ve hangi kaynaklara ya da kişilere bakıyorlar?

İran Devrimi’nin çok uzun sürmeyen etkisi bir kenara bırakılacak olursa dünyadaki İslamcı akımların Türkiye’de yakından izlenmekle birlikte herhangi bir ciddi etkisinin olduğunu söyleyemeyiz. Buna bağlı olarak çokuluslu İslamcı örgütler ülkemizde kurumsallaşamamıştır. Örneğin yıllarca önce belli bir ilgi uyandırmayı becermiş olan Hizbüttahrir üst üste polis operasyonlarıyla marjinalleşmiş, Müslüman Kardeşler ise entelektüel çevrelerin ötesine geçememiştir. Bu noktada yegane istisnanın El Kaide olduğu açıktır. Bu uluslarötesi şebekeyle doğrudan veya dolaylı olarak bağlantılı çok sayıda Türk vatandaşının Afganistan, Irak gibi bölgelerde savaştıklarını biliyoruz. Yine El Kaideci Türklerin 15-20 Kasım 2003 tarihlerinde İstanbul’daki dört bombalı intihar saldırısı başta olmak üzere Türkiye’de de kimi terör eylemlerine imza atmış oldukları unutulmamalı.

Soru 2: Dışarıdaki dini etkilerin Türkiye’ye nüfuz etmesine imkân veren ne gibi mekanizmalar mevcut? İslam’ın Türk tipi olmayan biçimleri ve tezahürleri Türkiye’deki gelişmeleri ve dinÓ tartışmaları nasıl etkileyebilir? Türk İslamÓ kanaat önderleri dış nüfuza ve tecrübelere ne ölçüde açık ve bu nüfuz nasıl sağlanıyor?

İslam dünyası içindeki temas ve alışverişlerin birçok farklı mekanizması mevcut. Bunların başında hac geliyor. İkinci olarak eğitim kurumları ki bu noktada Kahire’deki El Ezher Üniversitesi’nin yeri tartışılmaz. Türkiye’den El Ezher’e gitmiş olan çok sayıda öğrencinin, burada Müslüman Kardeşler hareketiyle en azından düşünsel anlamda bir ilişki kurduğu söylenebilir. Pakistan’daki İslam Üniversitesi ve bazı medreselerin de son yıllarda Türk öğrencileri cezbettiğini duyuyoruz. Son olarak basın-yayın faaliyetlerini sayabiliriz ki uzun yıllar kitaplar, bazı dergi ve gazeteler üzerinden yürüyen bu alışverişin son yıllardaki ana mecrasının televizyon, özellikle de haber kanalları olduğunu görüyoruz.

Bütün bu yoğun etkileşime karşın Türkiye’de hem dindarlık, hem İslamcılığın kendine özgü olmayı sürdürdüğünü, dışardan az etkilenip her geçen gün dışarıyı daha fazla etkilemekte olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin Necmettin Erbakan’ın liderliğini yaptığı Milli Görüş hareketi, İslam dünyasıyla çok yoğun ilişkilere sahip olmakla birlikte tepeden tırnağa “milli” bir hareketti.

Soru 3: Türk Müslümanları günümüzdeki Sünni/İslam ümmete ne kadar entegre? Türk Müslümanları, Müslüman dünyanın diğer yerlerindeki İslami gelişmelerden (teolojik, sosyal ya da siyasi tartışmalardan) ne kadar haberdar ya da ne kadar dışlanmış bir halde?

Türkiye’de Müslümanların, İslam dünyasındaki gelişmelere ilgisinin her geçen gün daha da arttığı muhakkak. Bunun birinci nedeni 1980’li yıllardan itibaren tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de İslami hareketin tırmanışa geçmesi, buna bağlı olarak RP’nin önce yerel seçimlerden, ardından genel seçimlerden zaferle çıkmasıdır. 2002 sonundan itibaren AKP tarafından tek başına yönetilen Türkiye’nin İslam dünyasında daha fazla yakınlaşması, tek tek dindar bireylerdeki ümmet fikrinin daha da gelişmesine yardımcı oldu. Ancak Türkiye’de dindarların, Osmanlı’nın da etkisiyle, güçlü milliyetçi reflekslere sahip oldukları, kendi ülkelerine “İslam dünyasının liderliği” misyonunu uygun gördükleri akıldan çıkarılmamalı.

Soru 4: Anti-Semitizm ve Hıristiyanlara karşı husumetin tabandaki ifadeleri, siyasetin ve medyanın önderlerince ne kadar cesaretlendiriliyor ya da caydırılıyor?

Müslüman olmayanlara yönelik ayrımcılık maalesef Türkiye’de mevcuttur, bu bağlamda anti-semitizmin (Yahudi aleyhtarlığı) her geçen gün daha da arttığı ortadadır fakat bu noktada ana faktörün din (yani İslam) olduğu pek söylenemez. Dinle, dindarlıkla pek ilgisi olmayan, hatta kendilerine “laikliğin bekçisi” sıfatını uygun gören bazı kişi, kurum ve odakların Müslüman olmayanlara karşı ayrıımcılığın yer yer başını çektiği; özellikle anti-semitizm konusunda ideolojiler üstü garip bir ittifakın mevcut olduğu Türkiye’de kendi halindeki dindarların bu yoğun propagandanın etkisi altında kaldığı açık olmakla birlikte olabildiğince sağduyulu hareket ettikleri gözlenmektedir.

Yazının devamı...

Bayan Clinton'ın sorularına cevaplar 2

22 Temmuz 2009 günü ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın onayıyla Washington’dan Ankara’daki ABD Büyükelçiliği’ne “Tarikatlar, Kürtler ve İslam ve Türkiye” başlıklı bir telgraf gönderildi. Taraf Gazetesi tarafından yayınlanan Wikileaks Türkiye belgeleri arasında yer alan bu telgrafta yer alan soruları cevaplamayı sürdürüyoruz. Bugün telgraftaki Kürtler ile İslamiyet ilişkisi üzerine soruları ele alıyoruz:


SORU 1: Türkiye’deki tarikatların üyelerinin ne kadarı Kürtlerden oluşuyor?
Nasıl tarikat ve İslami cemaatlerin üye ve sempatizan sayılarını kestirmek mümkün değilse, bunların içinde Kürtlerin oranı hakkında da bir şey söylemek zordur. Kaldı ki Türkiye’de Kürtlerin nüfusa oranı hakkında da çok farklı tahminler ileri sürülmektedir. Bununla birlikte Kürtlerde geleneksel olarak ülkedeki ortalamanın üstünde bir muhafazakârlık olduğu söylenir ve gözlenir. Öte yandan başta Nakşibendilik ve Kadirilik olmak üzere tarikatların öteden beri Kürtler arasında yaygın olduğu biliniyor. 20. Yüzyıl’da ortaya çıkan ve günümüzün en etkili İslami akımı olma özelliğini koruyan Nurculuğun kurucusu Said Nursi’nin de, Kürt olduğu ve bu kimliğine sahip çıktığı bilindiğinde, İslami cemaatler içinde Kürtlerin hatırı sayılır bir yere sahip olduklarını söyleyebiliriz.

SORU 2: Fethullah Gülen’in takipçileri de dahil olmak üzere, Nurcu Hareketi’ne Kürtlerin katılımı ne düzeyde? Kürtler genel olarak Gülen’e nasıl bakıyorlar?
Said Nursi’nin Kürt kökenine ve Nurculuğun Kürtler içinde yaygın olmasına rağmen Fethullah Gülen uzun bir süre Türk milliyetçisi bir tutum izledi ve Kürtlere yönelik özel bir çalışma yürütmedi. Gülen hareketi Kürtlere son yıllarda açıldı ve ağırlığı şaşırtıcı bir biçimde Irak Kürtlerine verdi. Güneydoğu’daysa öncelikle eğitim alanında kurumsallaştığı görülüyor. Buna ek olarak özellikle dini bayramlarda, ülkenin diğer köşelerinden işadamları, doktorların vb. bölgeye toplu turlar düzenleyip yoksullara bazı hizmetler sundukları dikkatleri çekiyor. PKK’nın öncülüğündeki Kürt siyasi hareketi öteden beri Gülen cemaatine kuşkuyla bakıyor. Bununla birlikte Abdullah Öcalan’ın, yakın zamanda, avukatları aracılığıyla bu harekete zeytin dalı uzatmış olduğunu hatırlatalı.

SORU 3: Nakşibendi ve diğer geleneksel tasavvufi gruplar, özellikle Gülen Hareketi ile nasıl bir il işki ve/veya rekabet içindeler?
Dün de yazdığımız gibi, İslami cemaatler arasında çok gevşek ilişkiler vardır. Özellike zengin muhafazakârların maddi yardımlarından aslan payını almak veya zeki yoksul çocukları kendi eğitim kurumlarına kazanmak için ciddi bir çekişme söz konusudur.

SORU 4: Tarikatlar/Nurcu örgütler dindar Türklerle dindar Kürtler arasında ne ölçüde köprü oluşturuyor? Öte yandan, tarikatlar/Nurcu örgütler, Diyanet’in geleneksel Hanefi dışlayıcılığına kızarak ve kısmen de Kürt kimlik bilincinin/etnik Kürt ayrılıkçılığının körüklemesiyle, ne ölçüde retçi, “ayrılıkçı” bir İslam’ın üretildiği yerler haline geldi? Kongra-Gel (KGK) ve Demokratik Toplum Partisi (DTP) gibi laik örgütler bu eğilimlerin ne kadar farkında ve ne ölçüde bunları istismar etmeye ya da bunlara karşı harekete geçmeye çalışıyor?
Başta bazı tarikatlar olmak üzere ülke çapında yaygın İslami cemaatlerin büyük bölümü farklı etnik kökenden insanların birarada bulunduğu yapılardır ve bu yönleriyle iç barışa katkı sunarlar. Şeyhi Kürtçeyi zor konuşan bir Kürt olan Nakşibendiliğin Menzil kolu ülkenin tüm bölgelerinde örgütlü olması bakımından bu konuda çok çarpıcı bir örnektir.

Bazı durumlarda cemaat önde gelenlerinin Kürt sorununa bakışları nedeniyle sorunlar yaşandığı da olur. Örneğin geçmişte bazı Kürt Nurcular, Said Nursi’nin Kürt kimliğini öne çıkarmak için hareketin ana gövdesinden kopmuşlardı.

PKK çizgisi uzun bir süre din karşıtı/materyalist bir stratejiyi benimsemişti. Ancak son yıllarda Kürtlerde çok güçlü olan dindarlığa daha saygılı bir üslup benimsiyorlar. Öyle ki dini terminoljiye ve kimi dini ritüellere giderek daha sık ve yoğun olarak başvuruyorlar.

SORU 5: Hizbullah’ın çeşitli cephelerde yeniden ortaya çıkması, ne ölçüde Gülen’in ve/veya AKP hükümetinin “reformist” tacizlerine karşı bir İslami Kürt reddedişi temsil ediyor ya da yansıtıyor?
Hizbullah’ın “İlim” ve (geleneksel olarak şiddet uygulamayan) “Menzil” kollarının yükselişinin nedeni ne? Kürtler, Ergenekon/Derin Devlet örgütlenmeleriyle mücadele çabaları kapsamında Hizbullah’ın ve çeşitli unsurlarının geri dönüşünü nasıl görüyor?

Hizbullah’ın ortaya çıkışını AKP veya Gülen cemaatiyle irtibatlandırmak tarihi gerçeklere aykırı olur. Fakat kurucu lideri Hüseyin Velioğlu’nun Ocak 2000’de öldürülmesinin ardından yeraltından çıkıp yasal ve yarı-yasal bir strateji benimseyen Hizbullah’ın karşısına değişik vesilelerle AKP ve Gülen hareketinin çıktığı bir gerçektir. Hizbullah’ın AKP ile belirgin bir çatışma içinde olduğu söylenemez, fakat Gülen hareketinden, özellikle bu cemaatin yayın organlardaki bazı haber ve yorumlar nedeniyle rahatsız olduğunu biliyoruz. Hizbullahçıların, kendilerine karşı düzenlenen polis operasyonlarının ardında da bir şekilde Gülen cemaatini gördüklerinin de altını çizmemiz gerekir. Hizbullah’ın tekrar sahneye çıkmasının, “Hizbulkontra” endişesini dirilttiği bir gerçek olmakla birlikte, 2001 Ocak ayındaki Gaffar Okkan suiksatinden bu yana örgütün herhangi bir silahlı eyleminin bulunmadığını da hatırlatalım.

Son bir not: Hizbullah’ın Menzil kolunun İlimcilerle çatışmaların ardından büyük ölçüde yok olduğunu söyleyebiliriz.


YARIN: TÜRKİYE MÜSLÜMANLARI VE İSLAM DÜNYASI


Yazının devamı...

Bayan Clinton'ın sorularına cevaplar-1

22 Temmuz 2009 günü ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın onayıyla Washington’dan Ankara’daki ABD Büyükelçiliği’ne “Tarikatlar, Kürtler ve İslam ve Türkiye” başlıklı bir telgraf gönderildi. Taraf Gazetesi tarafından yayınlanan Wikileaks Türkiye belgeleri arasında yer alan bu telgrafın, Türkiye’nin en hassas konularından olan “din-siyaset ilişkisi”ni, hem işin içine özel olarak Kürtleri de dahil etmesi, hem de bunu uluslararası bağlama, daha doğrusu “İslam ümmeti” bağlamına oturtmasıyla ayrıca dikkat çekiyor. Wikileaks belgeleri arasında Ankara’nın Washington’a cevapları yer almıyor. Son derece kritik olan bu soruların cevapsız kalmasını istemediğimiz için üç günlük bir yazı dizisi boyunca ve bildiklerimiz ışığında Bayan Hillary Clinton başta olmak üzere konuyla ilgili kişilerin meraklarını gidermeye çalışacağız.


Hangi islami cemaat ne kadar güçlü?

Hillary Clinton imzalı telgrafta ilk olarak tarikatlar ve diğer İslami cemaatlerin durumu ve bunların siyasetle ilişkileri üzerine dört soru yer alıyor. Sırayla gidecek olursak:

SORU 1: Bugün Türkiye’de üye sayıları ve siyasi kudretleri bakımından en güçlü İslami cemaatler ya da tarikatlar hangileri?
Öncelikle her İslami cemaatin “tarikat” olarak adlandırılamayacağını vurgulamalıyız. Tarikat derken, kökleri çok gerilere giden, başlarında bir şeyhin bulunduğu, belli kural ve ritüelleri bulunan İslam tasavvufu örgütlenmelerini kastediyoruz. Bunun dışında, özellikle 20. yüzyılla birlikte ortaya çıkan ve tasavvufla ilgisi olmayan yapılara da genel olarak “İslami ekoller” deniyor. Örneğin Nurculuk ve Süleymancılık, tasavvufla belli ölçülerde bağları olmakla birlikte birer bağımsız ve modern İslami ekoldür. Her ne kadar tasavvuf geleneksel olarak bu coğrafyada çok güçlü olsa da günümüz Türkiyesi’nde Nurculuk başta olmak üzere çağdaş cemaatlerin son yıllarda iyice ön plana çıktığını görüyoruz.
Hiçbir cemaatin üye sayısını bilmek mümkün değildir, kaldı ki bilmenin çok şart olduğu da söylenemez. Önemli olan o cemaatin ne derece yaygın olduğu, hangi alanlarda ne tür faaliyetler gösterdiği ve bağlıları dışında hangi kesimler üzerinde ne derici etkili olabildiğidir. Bu bakımdan halihazırda en etkili cemaatin, köken olarak Nurculuktan gelen Fethullah Gülen grubu olduğu açıktır. Zaten son günlerde “cemaat” denince de akla hep Gülen hareketi geliyor. Başta Yeni Asyacılar olmak üzere diğer Nurcu grupların etkilerinin giderek azaldığını görüyoruz. Benzer bir durum, bir diğer önemki İslami ekol olan Süleymancılık için de geçerli. Kurucusu Süleyman Hilmi Tunahan ölünce yerini damadı Kemal Kacar almış ve cemaat onunla birlikte büyük atılım yapmıştı. Fakat Kacar’ın vefatının ardından Tunahan’ın torunları arasında iktidar mücadelesi yaşandı ve iyice günlük siyasete bulaşan cemaat adını, her geçen gün daha az duyurur oldu.

Tarikat denince akla ilk olarak tabii ki Nakşibendilik geliyor. İskender Paşa cemaati, ki Milli Görüş hareketinin temelleri onun efsanevi şeyhi Mehmet Zahid Kotku tarafından atılmıştı, yerini alan damadı Prof. Mahmut Esad Coşan döneminde ciddi bir çıkış yakalayıp 28 Şubat sürecinde büyük darbe yedi, Coşan’ın vefatından sonraysa iyice etkisizleşti. Mahmut Hoca’nın şeyhi olduğu İsmail Ağa Cemaati’yse hâlâ etkili bir şekilde varlık göstermekle birlikte Cüppeli Ahmet Hoca ile anılır oldu. Adıyaman’ın Menzil köyü merkezli Nakşibendi kolu da şeyh Muhammed Reşid Erol’un vefatından sonra aile içi çekişmelerle belli bir güç kaybına uğramakla birlikte ülke çapındaki ağını muhafaza ediyor. Başta Kadiriliğin farklı kolları olmak üzere irili ufaklı bir dizi tarikatın da günümüzde varolduğunu biliyoruz ancak bunların hiçbirinin öne çıkma durumunda olmadığını da görüyoruz.

SORU 2: Tarikat üyeliğinin, mesela oy kullanma tercihleri gibi siyasi eylemlerle arasındaki ilişki ne? Tarikatlar hangi işlevleri görüyor?
Siyaset, sanıldığının aksine İslami cemaatlerin en tali uğraşlarından biridir. Buna karşılık ekonomik, toplumsal ve kültürel yönleri çok kuvvetlidir. Bugün bir cemaati öne çıkaran asıl faaliyetlerin eğitim, medya, sağlık gibi hizmet sektörlerinde yoğunlaştığını görüyoruz. Yine cemaatlerin büyük kısmı, sanılanın aksine herhangi bir siyasi partiye angaje olmayı tercih etmez, mümkün olduğunca çok siyasi partiyle iyi ilişki içinde olmaya özen gösterirler. Yeni Asyacılar ve Süleymancıların ana gövdesi bu noktada istisnadır. Gülen cemaati de ilk kez son referandumda açıkça tarafını belirledi ve önümüzdeki seçimlerde AKP’ye destek olabileceğinin güçlü işaretlerini alıyoruz.

SORU3: Bu gruplara üyelik nasıl işliyor? Dışarıdan birileri de bir gruba yaklaşıp katılmak isteyebilir mi, yoksa üyeler tarafından davet edilmeleri mi gerekir? İnsanlar hiç tarikatlarından ayrılırlar mı? Tarikatlar birbirleriyle nasıl geçinir ya da ilişki kurarlar ve bunu niçin yaparlar?
Cemaatlere girişte gönüllülük esastır. Her isteyen girebilir ama özellikle geçmişteki soruşturmalar nedeniyle cemaatlerin “sızma”lara karşı çok hassas olduklarını biliyoruz. Cemaatlerin esas insan kaynağının gençler, daha çok da öğrenciler olduğu düşünüldüğünde, daha iyi ve gelişmiş imkanlara sahip olan cemaatlerin daha cazip olduğu anlaşılır. Cemaatlerden çıkmak mümkün ve çok yaygındır. Bıraktığı için eski cemaatinin tehditine vs. maruz kalan pek kişiye rastlamadık. Cemaatlerin birbirleriyle ilişkileri neredeyse yok denecek kadar azdır. Varolan ilişkiler de büyük ölçüde “rekabet” temelinde gelişir. Özellike zengin muhafazakârların maddi yardımlarından aslan payını almak veya zeki yoksul çocukları kendi eğitim kurumlarına kazanmak için ciddi bir çekişme söz konusudur.
SORU 4: Bir tarikatın bünyesinde, İslamÓ kuralların farklı geleneklerine ya da ekollerine mensup olmak cemaatin genel dinamiğini nasıl etkiler? Tarikatların önde gelen üyeleri, hâmilik ilişkisi dışında da, özellikle gündem belirlemek açısından bu gruplara göre mi hareket ederler?
Bir cemaat bünyesinde farklı ekoller mensup olmak pek görülen bir durum değildir. Kaldı ki hemen hemen her gelenek veya ekolün kendi örgütlenmesi vardır. Buna karşılık bazı cemaatlerin, profesyonel olarak başka cemaatlerden kişileri istihdam ettikleri de olmaktadır. Bir cemaat üyesinin, hayattaki bütün tercihlerini cemaate ve onun liderine (tarikatsa şeyhine) göre yapması diye bir şey söz konusu değildir. Birey cemaat önde gelenlerine danışır, kimi zaman cemaat önde gelenleri üyelere bazı telkinlerde bulunur ama kişi kararını kendisi verir. Özellikle seçim dönemlerinde, her cemaat üyesinin, liderinin işaret ettiği parti veya adaya oy vereceğini sanmak Türkiye’de İslami cemaat realitesini anlamamak anlamına gelir.

YARIN: KÜRTLER VE İSLAM

Yazının devamı...

Başörtülü milletvekili için geç bile kaldık

Türkiye çoktan seçim havasına girmiş durumda. Ama şu ana kadar CHP’nin “aile sigortası”, “bedelli askerlik” gibi vaatleri dışında ilginç bir gelişmeye tanık olmadık. Ortada dolaşan aday adaylarının çoğu bildik isimler; yeni isimlerin çoğu da eskilerin kopyası gibi duruyor. Bu çöl görüntüsünün ortasında, dün startı verilen bir kampanyanın heyecan verdiğini söyleyebilirim: “Başörtülü aday yoksa oy da yok.”

İslami kesimdeki kadın hareketinde aktif bir şekilde yer alan ve bu faaliyetleri nedeniyle çoğu kamuoyu tarafından tanınan bir grup başörtülü kadının, örtülü olmayan bazı hemcinslerinin desteğini de alarak başlattıkları bu kampanya kimilerine “marjinal” bir çıkış olarak gelebilir. Tam tersini düşünüyorum. Çünkü:



1) 1980 sonrası siyasal hareketlere başörtülü kadınların bir ölçüde damga vurduğunu söyleyebiliriz. Bunun birinci nedeni, hiç kuşkusuz türban/başörtüsü tartışmasının hep gündemin ön sıralarında yer almasıdır. Ancak başörtülülerin, başta Refah Partisi (ve onu izleyen partiler) olmak üzere birçok siyasi partiye muazzam bir dinamizm kazandırdıklarını da biliyoruz.

2) Yine 1980 sonrası, devletten gelen baskıların da etkisiyle birlikte başörtüsü daha yaygın ve daha görünür bir olgu oldu. Bunun sonucunda başörtülülerin çok kalabalık ve güçlü bir seçmen kitlesi oluşturduklarını görüyoruz.

3) Başörtülü kadınların eğitim seviyesi son yıllarda alabildiğine yükseldi. Buna paralel olarak iş dünyasında ve her türden sosyal yaşantıda daha fazla yer almaya başladılar. İçlerinden bir kısmı, siyaseti profesyonel olarak seçti veya seçmek istedi, ama sırf örtüleri nedeniyle seçilme haklarından feragat etmek zorunda kaldılar.

4) Merve Kavakçı olayı Türkiye’nin yakın tarihinin en büyük ayıplarından biridir. Eğer 28 Şubat süreciyle tam anlamıyla hesaplaşılmak isteniyorsa, TBMM’ye başörtülü milletvekillerin girmesi olmazsa olmaz bir şarttır. (Bu noktada Leyla Zana ve Hatip Dicle’nin yeniden milletvekili adayı olduklarını hatırlatalım. Eğer son anda yasal bir engel çıkarılmazsa Zana ve Dicle’nin TBMM’ye dönmeleri zor olmayacak ve bu sayede Türkiye, Meclis çatısı altında yaşanmış bir başka ayıbıyla yüzleşme ve hatadan dönme şansına kavuşacak)

Kim ne yapar?

Daha çok madde sıralayabiliriz. Toparlayacak olursak, başörtülü milletvekilleri Türkiye’nin normalleşmesi ve demokratikleşmesinin zorunlu ve daha fazla ertelenemez bir aşamasıdır. Eğer siyasi partiler isterlerse, öncelikle kendi içlerinden, ardından yakın çevrelerinden, milletvekilliğini, hatta daha üst görevleri hak eden çok sayıda kadın aday bulabilirler.

Peki partiler buna hazır mı? SP, BBP ve baraj sorunu olan bazı küçük partilerin listelerin üst sıralarına başörtülü isimler yerleştirmeleri hiç şaşırtıcı olmaz. Ama dikkatlerin esas olarak AKP, CHP, MHP ve BDP’ye yoğunlaşacağı tabiidir. Nitekim kampanyayı başlatanlar öncelikle AKP Lideri Erdoğan’ı “28 Şubat’ın kalıntısı olan başörtüsü ayrımcılığına karşı çıkmaya ve AK Parti saflarında siyaset yapmak üzere başvuruda bulunan başörtülü kadın milletvekili aday adaylarına seçilebilecek sıralardan listelerde yer vermeye” davet ettiler. Bülent Arınç daha önceki bir demecinde “Başörtülü aday konusunda kaygılarım var” demişti ancak Erdoğan’dan henüz bağlayıcı bir açıklama duymadık. Herhalde tavrının ne olduğunu listeler açıklandıktan sonra anlayacağız.

İkinci olarak akla MHP geliyor. 1999’da Nesrin Ünal başörtülü olarak bu partiden milletvekili seçilmişti ama Kavakçı’dan farklı olarak TBMM’de başını açmıştı. Bu sefer ne olacağı belirsiz. Geriye CHP ve BDP kalıyor ki bu iki partinin de herhangi bir şekilde başörtülü aday gösterebileceğine dair ortada herhangi bir işaret yok.

Halbuki CHP ve BDP’nin böyle bir adım atması halinde Türkiye’deki tüm ezberlerin bozulacağı ve gerçek normalleşmenin işte o zaman yaşanacağı aşikârdır.



Newroz kutlamaları dönüşü kaza geçiren BDP Şanlıurfa Milletvekili İbrahim Binici’ye acil şifalar diliyorum.

Yazının devamı...

Başlıksız bir Nevruz/Newroz yazısı

Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de gündemin birinci sırasında Libya’ya askeri müdahalenin olduğu malum. Bu kaotik ortamda Nevruz/Newroz kutlamalarının pek ilgi çektiği söylenemez. Herhangi bir tatsızlık yaşanmadığı da göz önüne alınırsa bu yazı okuyucuya anlamsız ve gereksiz gelebilir. Ancak üç yıl boyunca aynı yerde, Diyarbakır Newroz Meydanı’nda Nevruz/Newroz kutlamalarını izleyen biri olarak, dünkü kutlamaların birçok bakımdan önemli olduğu kanısındayım.

Sözü uzatmadan söylemek gerekirse: Geçen yılki izlenimlerime “Mesafe kötü şekilde açılıyor” başlığını uygun görmüştüm. Bu yılsa başlık bulmakta epey zorlandım. O yazıda tabii ki ülkenin batısı ile doğusu, daha doğrusu Kürtleriyle Kürt olmayan nüfusu arasındaki mesafeyi kastediyordum. Mesafenin kötü şekilde açıldığını düşünmeme neler neden olmuştu? Yine o yazıdan bir alıntının yeterli olacağını sanıyorum. “Nevruz kutlamalarına katılanların realitesinin bambaşka olduğunu söyleyebilir ve basitleştirerek ‘ağızlarını Öcalan ’la açıyor, PKK ile devam ediyor, yine Öcalan ile bitiriyorlar’ diyebiliriz.”
Dün de böyleydi. Hatta daha fazlasıydı: Ellerde daha çok Öcalan posterleri, dillerde daha çok Öcalan sloganları, konuşmacılarda daha çok Öcalan referansı. Tabii bu arada Öcalan’ın Nevruz/Newroz üzerine yapmış olduğu konuşmalardan derlenerek hazırlanmış barkovizyon gösterisi bu yıl da en büyük ilgiyi gören olay oldu.

Geçen yıl yazımı kaleme alırken kendimi belli ölçülerde frenlemiş olduğumu itiraf etmeliyim. Diğer bir deyişle “Mesafe kötü şekilde açılıyor” başlığını atarak sanılanın aksine “kötümser” değil “iyimser” davranmıştım. Aslında geçen yılki Nevruz/Newroz izlenimleri, daha irkiltici, sarsıcı bir başlığı hakediyordu.
Hal böyle olunca bu yıl görüp gözlediklerimi özetleyebilecek bir başlık bulmakta hayli zorlandım.



Çünkü bu saatten sonra “mesafe” üzerine dertlenip kafa yormanın anlamlı olup olmadığı konusunda hayli tereddütlüyüm. Her yeni Nevruz/Newroz kutlamasında Kürt siyasi hareketinin bir yılda epey mesafe katetmiş olduğunu, buna paralel olarak Kürt milliyetçiliğinin de iyice kök saldığını gözlüyorum. Yıllar ilerledikçe Kürt hareketinin sözcülerinin ülkenin geri kalan kısmına seslenme konusunda daha az istekli, tabanın da aynı konuda tamamen ilgisiz olduğunu görmek, insana, bu ülkede barış içinde bir arada yaşama şansının giderek azaldığını düşündürtüyor.

Acaba buradan dönüş mümkün mü? Kopmuş olan yeniden birleştirilebilir mi, kopmakta olanın kopması engellenebilir mi? Seçim atmosferine girdiğimiz andan itibaren AKP iktidarı Kürt sorunu üzerine tartışmaları iyice askıya almış durumda. Kürt hareketi de Öcalan’ın İmralı’daki görüşmelerinin bir “müzakere”ye dönüşmesini beklemenin ve bu arada bu beklentiye gölge düşürecek çıkışlar yapmaktan uzak durmanın dışında pek bir şey yapmıyor.

Kürt sorununun elbrliğiyle seçimler sonrasına böylesine ertelenmesiin pek akıl kârı olduğu kanısında değilim. Zira Kürt milliyetçiliği dinamiği, bütün bu hesap-kitapların ötesinde, kendi mecrasında akmaya devam ediyor. Dolayısıyla seçimlerden sonra, hep birlikte istenilse bile köklü çıkışlar yapmak iyice zor, hatta imkansız olabilir.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.