Şampiy10
Magazin
Gündem

Esad giderse...

Tunus, Mısır, Libya, Yemen derken sıranın birdenbire Suriye’ye gelmiş olduğunu görüyoruz. Aslında Suriye halkı daha “Arap baharı” başlar başlamaz özgürlük ve demokrasi taleplerini dile getirmiş ve Beşar Esad yönetimine reformlar yapması için fırsat tanımıştı. Fakat Esad, uluslararası kamuoyunun da geniş bir şekilde desteklediği reform taleplerini yerine getirmek yerine kendi halkına kurşun sıkmayı tercih etti.

Öncelikli soru Suriye’de rejimin yıkılıp yıkılmayacağı; yıkılacaksa bunun ne kadar bir sürede ve nasıl gerçekleşeceğidir. Libya’da ömrünün çok kısa olduğu zannedilen Kaddafi yönetiminin hâlâ ayakta durduğu akılda tutulursa Esad’ın yıkılmasının da çok kolay olmayacağını düşünebiliriz. Zira Suriye’de iktidarda 1963’ten beri Baas Partisi, 1970’den beri de Esad ailesi var ve rejim yaklaşık 50 yıl içinde çok ciddi bir biçimde kurumsallaşmış durumda. Baas rejimi, daha önce defalarca değişik muhalif kalkışmaları bastırmış olduğu için ciddi bir deneyime de sahip.

Fakat bu 50 yıllık mutlak iktidar Baas rejiminin aynı zamanda en zayıf yanı. Halk artık kendi kendini yönetmek, özgür olmak istiyor. Tabii Suriye örneğinde çok istisnai bir durum da var: Baas rejimi esas olarak halkın yaklaşık yüzde 12’sini oluşturan Nusayrilere dayanıyor. Ülkenin yaklaşık yüzde 75’ini oluşturan Sünnilerin önemli bir bölümü, rejime muhalefetlerini Müslüman Kardeşler gibi İslamcı yapılanmalar aracılığıyla dile getiriyorlar. Yine nüfusun yaklaşık yüzde 10’unu oluşturduğu tahmin edilen Kürtlerse birçok temel haktan mahrum; yakın bir zamana kadar çoğu Suriye vatandaşı bile kabul edilmiyorlardı.
Esad’ın iç ve dış baskılara direnirken Libya’da
yaşananlardan cesaret aldığını söylemek mümkün. Bilindiği gibi Batı, Kaddafi muhaliflerine hep sınırlı bir destek verdi; onları ağır silahlarla donatmaya yanaşmadı, “kara harekatı” yolundaki telkinlere de kulak asmadı. İşte Esad da ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar muhalefetin, dış destek olmaksızın rejimini yıkmasının imkansız olduğunu düşünüyor olmalı. Fakat Suriye’de hesaba katılması gereken bir “İsrail faktörü” var. Çünkü Suriye Ortadoğu’da öteden beri İsrail’e karşı cephenin ön sıralarında yer alıyor, hatta sık sık liderliğini yapıyor. Kendi topraklarının bir bölümünün İsrail işgali altında olması nedeniyle rejimin bu stratejisi halkın büyük kısmı tarafından da benimseniyor.

Kürt sorunu boyutu

Rejimin ömrü tartışmalarını bir kenara bırakıp, “Esad giderse ne olur?” sorusuna gelecek olursak, ilkin “İsrail çok mutlu olur” cevabını verebiliriz. Tabii hemen ardından “İran yönetimi, Lübnan’da Hizbullah, Filistin’de başta Hamas olmak üzere radikal gruplar çok rahatsız olur”u da eklemek gerekiyor. Ama bu iki cevap da Esad’ın, daha doğrusu Baas rejiminin yerini neyin alacağının belirginleşmesiyle belli değişikliklere uğrayabilir. Çünkü İslamcıların da güçlü bir şekilde yer alacağı yeni bir iktidar şekillenebilir ve Suriye, belki eskisi kadar sert olmamakla birlikte, geleneksel Filistin politikasını devam ettirebilir.

Baas rejiminin Irak’tan sonra Suriye’de de yıkılması halinde Ortadoğu’da dengelerin allak bullak olacağı kesindir. Öyle ki Suriye’deki iç çatışmaların pekala bir bölgesel savaşa dönüşme ihtimali mevcut. Batılı ülkelerin şu ana kadar Libya konusunda gösterdikleri heyecanı Suriye için göstermemelerinde bu riskin payı yüksek.
Bu altüst oluş, Kürt sorununun gidişatını da bölgesel anlamda derinden etkileyecektir. Her ne kadar ülkenin yüzde 10’unu oluştursalar da Suriye Kürtleri, diğer toplum kesimlerine nazaran daha iyi örgütlenmiş durumdalar ve rejimin yıkılması halinde Irak’takine benzer bir yapılanmaya gitmek isteyebilirler. Böylesi bir gelişmenin Türkiye ve İran’daki Kürt sorunlarına etkisi de kuşkusuz büyük olacaktır.

Bu noktada PKK faktörünün de altını çizelim. PKK içinde Suriye Kürtlerinin yoğun bir şekilde bulunduklarını biliyoruz. Eğer Esad rejimi yıkılır ve Kürtler de yeni yönetimden pay alırsa, bu durum PKK’nın da fazlasıyla işine gelecektir.

Kürt sorununda yaşanabilecek köklü değişikliklerin AKP hükümetinin Suriye’deki gelişmelerden fazlasıyla tedirgin olmasında çok önemli bir rol oynadığını söyleyebiliriz.

Yazının devamı...

CHP ve kimlik siyasetleri

CHP’nin seçim bildirgesi hakkında söylenecek çok şey var. Ben bu yazıda bildirgeyi, ekonomik değerlendirme ve tespitleri şimdilik bir kenara bırakıp, “kimlik siyasetleri” bağlamında değerlendirmeye çalışacağım.
Öncelikle bildirgeye uygun görülen “Özgürlüğün ve umudun ülkesi. Herkesin Türkiye’si” başlığını beğendiğimi söylemeliyim. Seçim kampanyasının temel sloganı olacağı anlaşılan “Herkes için CHP”yi isabetli buluyorum. Bildirgenin girişinde “özgürlükçü demokrasi” konusunun işlenmesi ve seçimden sonra yapılacak ilk işin “yeni ve özgürlükçü bir anayasa” olduğunun vurgulanması son derece olumlu. Fakat detaylara girdiğimizde kimi sorunlarla karşılaşıyoruz.

Öncelikle Kılıçdaroğlu’nun “Alevi yurttaşlarımızın eşit yurttaşlık talebini her alanda hayata geçireceğiz” sözlerini alkışlamalıyız. Ama kendisi de Alevi olan CHP liderinin, büyük çoğunluğunun geleneksel olarak CHP’ye oy verdiği söylenen Alevilerin adını, seçim vesilesiyle ilk kez anıyor olmasının garipliğini de ısrarla vurgulamak şart. Kaldı ki, kendisine tek bir oy gelmese bile, sol iddialı bir parti, bulunduğu ülkede sayıca az olan, azınlıkta kalan, bir şekilde baskı gören dini, etnik vb. kesimlerin sorunlarına herkesten daha fazla duyarlı olmak durumundadır. Kılıçdaroğlu herhalde zaten CHP’ye mesafeli bakan Sünni seçmenleri ürkütmemek için “Alevi” sözcüğünü telaffuz etmekten kaçınıyordu ancak AKP hükümetinin iyi-kötü “Alevi açılımı” yapmaya çalıştığı bir dönemde bu tutukluk fazlasıyla sırıtıyordu. Neyse “zararın neresinden dönülse kârdır” diyelim.



Artık “Kürt” deniyor

Kimlik siyasetlerinden söz edince Kürt sorununa odaklanmak kaçınılmaz. Kılıçdaroğlu CHP’nin başına geçtikten sonra bir müddet “Kürt” de dememişti artık diyor. Yine de CHP’nin 134 sayfalık bildirgesinde tek bir kere “Kürt” sözcüğüyle karşılaşmak insanın canını fazlasıyla sıkıyor. Daha önce de başıma geldiği gibi, yine birileri “İlla Kürt mü demek lazım?” diye kızgınlık belirtecek, ama olsun. Türkiye gibi bir ülkede, çağdaş, ilerici, özgürlükçü, solcu vs. olma iddiasındaysanız, bu ülkedeki tüm sorunların anası olan Kürt sorununa karşı kayıtsız kalamazsınız; hatta bu sorunun çözümünde diğer bütün partilerden daha ileri pozisyonlar almanız gerekir.

Nitekim daha Kürt demenin zor olduğu 1980’lerin ortalarında sosyal demokrat partiler ve siyasetçiler Kürt sorunu konusunda çok cesur ve ileri adımlar attılar. Aradan geçen zaman zarfında Kürt sorununda çoğu olumlu epey değişiklik yaşandı; örneğin Kürtçe üzerindeki yasaklar kalktı, TRT Şeş kuruldu, devlet Öcalan ile görüştüğünü kabul etti... Dolayısıyla CHP’nin, örneğin 1980’lerin SHP’sinin gerisinde kalmaması, sorunun kalıcı ve barışçı bir çözümü için somut ve uygulanabilir öneriler geliştirmesi gerekir.

Arayı kapatmak
Bildirgeye bu gözle baktığımızda “Doğu ve Güneydoğu’da baskılara son verecek, toplumsal barışı sağlayacağız”, “Kürt yurttaşlarımızın kimliklerini yaşamalarının önündeki engelleri çoğulcu ve özgürlükçü demokrasiyi kurarak aşacağız” gibi vaatler “soyut” gözükse de CHP’nin çözüme temel yaklaşımını göstermeleri açısından olumludur.

“Somut” vaatler içinde en dikkat çekici olanı “uluslararası standartlara uygun komisyonlar yoluyla faili meçhulleri aydınlatma ve kayıpları bulma; sorumluları cezalandırma”dır. Kamuoyunda “hakikatleri araştırma komisyonu” olarak bilinen bu uygulamaya gidilmesi gerçekten devrim gibi bir adım olur ki CHP’nin bu önerinin ardında sonuna kadar durup durmayacağını hep birlikte gözleyeceğiz.
Bu arada “Dersim arşivlerini açma”, “geçmişte yaşanan acı ve travmaları hatırlatan isimleri devlet kurumları ve kışlalardan kaldırma” ve “Diyarbakır Cezaevi’ni toplumsal barış için müzeye dönüştürme” gibi vaatlerin de Kürt sorununun çözümüne katkıda bulunacağı kesindir.
Bildirgede “Talep eden yurttaşlarımıza anadil öğrenimi olanağı sunacağız” sözü Kürtçe konusunda CHP’nin sınırının “öğretim” olduğunu bizlere gösteriyor. Ancak “ana dilde eğitim” taleplerinin her geçen gün daha da tırmandığı bir ortamda bu vaat ne kadar beklentileri karşılar, şüpheli.
Sonuç olarak, CHP’nin, Kürt sorununda, uzunca bir süre tanık olduğumuz gibi MHP ile rekabeti bırakıp AKP ile yarışa girişmiş olduğunu görmek hiç de fena bir gelişme değil. Tabii CHP’nin yıllar içinde Kürtlerle açmış olduğu arayı bir-iki seçimde kapatmasını beklemenin haksızlık olacağı da açıktır.

Yazının devamı...

Unutturamadılar, unutturamayacaklar!

Dün Silivri Cezaevi’nde dostum ve meslektaşım Ahmet Şık’ı ziyaret ettim. Her zamanki gibi coşkulu, heyecanlı ve duyarlıydı. Örneğin Cumhurbaşkanı Gül’ün, son veto kriziyle ilgili olarak BDP’nin eski eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ı akşam Köşk’e davet ettiğini benden öğrendi ve sevincini, “Bu ülkeye demokrasiyi de Kürtler getirecek” diye dile getirdi. Herhalde daha sonra, Diyarbakır Bismil’de patlak veren olaylar nedeniyle Demirtaş’ın bu davete icabet edemeyeceğini öğrendiğinde tıpkı o da benim gibi üzülmüştür.

Ahmet’le bir saate aşkın, karşılıklı bölmelelerde, telefonla sohbet ettik. Söz dönüp dolaşıp, kendisi ve Nedim hakkında üterilen dezenformasyonlara, yalanlara, karalamalara geldi. Kendisine birkaç kez şunu tekrarladım: “Türkiye ve dünya kamuoyunda sizlerin suçsuz yere içerde tutulduğunuz yolunda neredeyse bir görüş birliği mevcut. Sizler hakkında bu yalanları uyduranlar, düştükleri suçlu durumdan kurtulmak için boşuna çırpınıyorlar. Onları umursamayın. Yazdıklarını okumayın, söylediklerini dinlemeyin; sakın onlara cevap yetiştirmeye çalışmayın. Böylece kendi yalanları içinde debelenip dursunlar.”

Oyun bozuldu

Dün Silivri Cezaevi’nde, başına gelen adaletsizliklerin şokunu iyice atlatmış, olup bitenleri serinkanlılıkla değerlendiren ve ileriye bakan bir Ahmet gördüm, bu da beni çok sevindirdi. Nedim’in de tıpkı Ahmet gibi olduğunu duyuyor, biliyorum. Onların yıkılmamasında, hatta tam tersine daha bir dirençle ayakta kalmalarında, başta eşleri olmak üzer ailelerinin, dostlarının, meslektaşlarının ve tanımasalar bile demokrasi, temel hak ve özgürlükler adına onlara sahip çıkan herkesin payı var.

Hatırlayacak olursak, daha önceki örneklerde gözaltına alınan kişiler hakkında ilk günden muazzam bir dezenformasyon faaliyeti yürütülür, sonra onlar unutulmaya terk edilirdi. Fakat Ahmet ve Nedim daha gözaltına alınır alınmaz müthiş bir kamuoyu desteği ortaya çıktı ve bu destek sınırları da aşarak her geçen gün büyüdü. Öyle ki soruşturmanın polis ve adliyedeki kilit isimleri peş peşe “terfi yoluyla azil”e muhatap oldular.

İşte bu destek, Ahmet ve Nedim’in unutulmasını imkansız hale getirdi. Artık her Batılı diplomat ve gazeteci Türkiye söz konusu olduğunda Ahmet ile Nedim’i soruyor.

Silivri’de yaşam

12 Eylül döneminde askeri cezaevinde yatmış biri olarak Silivri Cezaevi’ni hiç kuşkusuz daha medeni ve insani buldum. Ahmetlerin kaldığı 2 nolu cezaevi yeni bitmiş. Her yeni bina gibi hem olumlu yönleri, hem eksikleri çok. Ahmet en çok yalıtım sorunu nedeniyle koğuşta yaşanan gürültüden yakındı. Bir de o kanıksamış ama benim yadırgadığım, suyun günün belli saatlerinde, sıcak suyun da haftada sadece iki kez verilmesi var. Bunun dışında görevliler hakkında iyi şeyler söyledi ki kısa süren ziyaretimde ben de rahatsız edici tutum ve davranışlarla karşılaşmadım.

Ahmet, kendilerinin tutuklanmasının Türkiye’de demokrasi için hayırlı olduğunu söylüyor ki haklı ama ona da dediğim gibi “demokrasimiz onlar tutuklanmadan da pekala ilerleyebilirdi”. Bu vesileyle arkadaşlarımızın bir an önce serbest bırakılması talebini bir kez daha tekrarlayalım. (İlk fırsatta Nedim’i de ziyaret edip izlenimlerimi yazmak istiyortum, tabii gönlüm Nedim’le dışarda buluşmaktan, onu NTV’de Yazı İşleri’ne konuk etmekten yana.)

Halil Berktay’a not

Ahmet’e “hakkınızda söylenenlere kulak asmayın” dedim ama Taraf Gazetesi’nde Cumartesi günü Halil Berktay’ın kaleme aldığı “Ergenekon yaşıyor hâlâ” yazısının Ahmet ve Nedim’le ilgili paragrafı hakkındaki görüşlerimin kayda geçmesinde yarar görüyorum. Öncelikle, bu yazı üzerine Berktay’ın eski “yoldaşı” Gün Zileli’nin yazdığı “Halil Berktay yaşıyor mu hâlâ” başlıklı yazıyı, meraklısına öneririm:
http://www.gunzileli.com/2011/04/16/halil-berktay-yasiyor-mu-hala/
Benim söyleyeceklerimse çok kısa: Bu yazıyı Halil’e hiç yakıştıramadım. Yaptığı hem yanlış, hem ayıp.
Bir de tabii şunu aklından çıkarmaması lazım: Her kuşun eti yenmez.

Yazının devamı...

'Vetolar hükümetin işine nasıl yarayabilir?'

Başlığa çıkarttığım soru, Türkiye’yi yakından tanıyan Avrupalı bir siyasetçiye ait. Birçoklarımız gibi o da yedisi BDP’nin desteklediği 12 adaya YSK’nın vize vermemesi nedeniyle şoke olmuş; BDP’lilerin bu olayı bir tür “AKP komplosu” olarak görmesi ve göstermesineyse şaşırmış. Şu sözler de onun: “Bu tür yasakların Türkiye’nin ve iktidar partisinin imajına düşüreceği gölgeleri görmemiş olabilirler mi? Kürt sorununu çözme niyetinden vazgeçmiş olabilirler mi?”

YSK vetolarının BDP ve destekçileri arasında yaratmış olduğu infiali ve buna bağlı olarak gösterdikleri öfkeli tepkileri anlamak mümkün. Düşünsenize, YSK binlerce aday içerisinden, o kadar kısa zamanda 12 kişiyi ayıklıyor ve bunların 7’si BDP, 5’iyse ESP adlı radikal sol bir partinin desteklediği isimler. Üstelik bunların ikisi halen milletvekili. YSK’nın müthiş bir performansla Kışanak’ın kızlık soyadından iz sürmüş olması, yapılanların basit bir “yargısal işlem” olmayabileceğini akıllara getiriyor.

Kazanç bunun neresinde?

Fakat olup bitenleri olabildiğince serinkanlı incelemekte fayda var. Örneğin başlıktaki soruyla başlayacak olursak, AKP’liler bu veto sayesinde, BDP’lilerin “yedek” aday göstermediği Mersin ve Siirt başta olmak üzere en fazla 2-3 milletvekili daha kazanabilirler; yani bu noktada pek bir “kazanç” gözükmüyor.

Peki hükümet Leyla Zana, Hatip Dicle, Ertuğrul Kürkçü, Sebahat Tuncel, Gültan Kışanak gibi isimlerin TBMM’de olmamasını arzulamış olabilir mi? Mümkündür mümkün olmasına ama hiç de akıl kârı değildir. Zira zamanında milletvekilliği, yasama-yargı-yürütme işbirliğiyle gasp edilmiş olan Zana’nın yıllar sonra TBMM’ye dönmesi, Kızıldere’den sağ çıkan tek isim olan Kürkçü’nün milletvekili olması demokrasimiz için çok olumlu gelişmeler olacaktı. YSK vetolarıyla bu fırsatları torpillemiştir. Önüne “ileri demokrasi” hedefi koymuş olan bir hükümetin, siyasete bu türden yargı müdahalelerine yeşil ışık yakmış olması (ki Erdoğan ve arkadaşlarının siyasi serüvenlerinin önemli bir bölümü yargıyla mücadeleyle geçmiştir) bana çok gerçekçi gelmiyor.

Öcalan’ın tavrı

Buradan 12 Haziran sonrası Kürt sorununun geleceği konusuna atlayabiliriz. Önce AKP’nin Güneydoğu’dan son derece düşük profilli adaylar göstermiş olduğunu gördük. Ardından Başbakan Erdoğan Kürt sorununun varlığına reddeder sözler sarf etti. Bütün bunlardan hareketle AKP’nin 13 Haziran’dan itibaren Kürt sorununda yeni tür bir “inkar ve asimilasyon” politikası izleyebileceği yolunda hatırı sayılır ölçüde yorum yapıldı. Bu tür değerlendirmeleri çok erken buluyorum. Eğer Erdoğan yine tek başına iktidara gelir ve Kürt sorunu yokmuş gibi davranırsa kendi bindiği dalı kesmiş olur.

Tam tersine 13 Haziran’la birlikte Kürt sorununun çözümü noktasında yeni ve pozitif bir sürecin başlamasını daha fazla imkan dahilinde görüyorum. Yeni sürecin şekillenmesinde seçimler de etkili olacaktır fakat belirleyici unsur Öcalan’la sürdürülen görüşmeler olacaktır. Dolayısıyla, BDP’lilerin veto edilmelerinin ardında bir “hükümet komplosu”ndan ziyade, başlaması muhtemel bu yeni süreci sabote etme niyetlerinin yatmasını daha kuvvetli bir ihtimal olarak görüyorum.

Bakalım Öcalan, cuma günü Aysel Tuğluk’un da dahil olduğu avukatlarına neler söyleyecek. Öcalan’ın devletle süren görüşmelerin gölgelenmesini istemeyeceğini, bu yüzden seçimlerin boykot edilmesine karşı çıkacağını düşünüyorum. Çünkü o da, şartlar ne olursa olsun TBMM’de bir BDP grubunun bulunmasının, eğer yeni bir süreç başlayacaksa, bunun “olmazsa olmaz”ı olduğunu herhalde kavrıyordur.
Son olarak, eğer Erdoğan BDP’nin boykotunu istemiyorsa, bu partinin tabanı nezdinde elinin güçlenmesine yardımcı olmalı ve YSK kararlarına karşı bir şeyler yapmaya çabalamalıdır. Bunu yapmaz ve “Bizim alakamız yok, yargının işi” demekle yetinirse “hükümet komplosu” teorilerini güçlendirmiş olur.

Yazının devamı...

Gelecek olanlara selam olsun (devam)

12 Haziran’da milletvekili seçilme ihtimali yüksek olan “yeni” isimlerden bazıları hakkında kişisel değerlendirmelerimi bugün noktalıyorum. Bu vesileyle “gidenler”e “geçmiş olsun”, yeni “gelecek olanlar”aysa “kolay gelsin” diyelim:

Ertuğrul Kürkçü: YSK vetosu kalkarsa, ilk sırada tabii ki Ertuğrul Kürkçü var. Kürkçü Dev-Genç başkanıydı. 30 Mart 1972 günü gerçekleşen Kızıldere katliamından sadece o sağ kurtuldu. Yıllarca hapis yattı ve devrimci mücadelesini bugüne kadar aksatmadan sürdürdü. Onun yıllar sonra TBMM’ye girecek olmasının ülkemizin demokrasi tarihinde apayrı bir yeri olacaktır. Ufuk Uras’ın yaratmış olduğu hayal kırıklığını tekrarlayacağını sanmıyorum.

Sırrı Süreyya Önder: Kürkçülerin açtığı yolda devrimci hareketle tanışan binlerce gençten biri olan Sırrı da uzun süre hapis yattı. Kamuoyu onu önce samimi bir sinemacı, sonra “kafadengi” bir sohbet insanı ve nihayet çok sıkı bir kalem olarak tanıdı. Kendisiyle aynı fırında pişmiş olmaktan ayrıca mutluluk ve şeref duyduğum Sırrı’dan çok iyi bir milletvekili çıkacağına inanıyorum. Üstelik öyle bir kadroyla gidiyor ki Meclis’e, yeni dönemde biz gazetecilerin işi iyice zorlaşacak!

Prof. Binnaz Toprak: Yıllar önce Boğaziçi Üniversitesi’nde kendisinden siyasetbilime giriş dersi almıştım. Kendisi Türkiye’de siyasal İslam üzerine ilk ciddi araştırmalardan birine imza atmıştı. Ama kamuoyu Binnaz Hoca’yı en çok, Prof. Şerif Mardin’in ortaya attığı “mahalle baskısı” kavramının gündelik hayattaki karşılığını ortaya çıkaran “Türkiye’de Farklı Olmak: Din ve Muhafazakârlık Ekseninde Ötekileştirilenler” başlıklı araştırmayı yönettiği için tanıdı. Kendisinin CHP Parti Meclisi’ne girmesi şaşırtıcı ama olumluydu; milletvekili olması için de aynı şeyleri söyleyebiliriz: Şaşırtcı ama olumlu.

Prof. Sencer Ayata: ODTÜ Sosoyoloji bölümünün kıdemli isimlerinden Prof. Ayata’nın CHP yönetimine girmesi ve milletvekili seçilecek olmasıysa asla şaşırtıcı değil, ama tabii ki olumlu. Şaşırtıcı değil çünkü Sencer Hoca yıllar önce, eşi Prof. Ayşe Güneş Ayata ile birlikte Deniz Baykal’ın “beyin takımı” içinde yer almıştı. Türk sosyal demokrasisinin üniversitelerdeki en seçkin isimlerinden olan Prof. Ayata da Prof. Toprak gibi din sosyolojisi, dindarlar ve din-siyaset ilişkileri üzerine uzman bir isim ve bu yönüyle CHP’nin o müthiş açığının kapanmasına katkıda bulunabilir.

Şafak Pavey: Kendisini hemen hemen hiç tanımam, buna karşılık annesi Ayşe Önal, yıllar önce Nokta’da birlikte çalıştığımız iyi bir dostumdur. Ama Şafak benim için “Ayşe’nin kızı” olduğu için değil, bu zorlu yaşam mücadelesinden büyük bir dirençle başarıyla çıkmış bir genç olarak hep değerli oldu. Bilmeyenler muhakkak Şafak’ın yaşam öyküsünü öğrensin derim. Onunla birlikte TBMM’nin güzelleşeceği kesindir.

Erol Kaya: 1994-2009 arasında İstanbul Pendik Belediye Başkanı olarak görev yapan ve iz bırakan Erol Kaya’nın gönlünde yatan aslanın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı olduğunu biliyorduk, ama Kadir Topbaş’ı aşmayı iki kez denedi, olmadı. İstanbul 1. Bölge’den dördüncü sıra adayı olan Kaya’nın, yeni dönemde Erdoğan’ın öne çıkartacağı isimler arasında yer alması kuvvetle muhtemel.

Yazının devamı...

Gelecek olanlara selam olsun!

Son olarak yeniden aday olmayan veya partileri tarafından aday gösterilmeyen bazı AKP milletvekilleri hakkındaki kişisel görüşlerimizi kaleme almıştım. Bugün ise, 12 Haziran’da milletvekili seçilme ihtimalleri hayli yüksek olan “yeni” isimlerden bazıları hakkında kişisel değerlendirmelerimizi yazmak istiyorum. Ancak bu sefer sadece AKP’ye değil CHP ve bağımsızlara da bakacağız.


Leyla Zana: Tabii ki böyle bir listenin en üst sırasını Leyla Zana alacaktır. Aslında Zana “yeni” değil, 1991’de kazanmış olduğu milletvekilliği bir “derin devlet” operasyonuyla gasp edildi, 10 yılı aşkın süre hapis yattı. Öte yandan, 20 yıl sonra TBMM kapısından içeri yepyeni bir Leyla Zana girecek. “Nedir ondaki yenilik?” diye sorulacak olursa yazıp söylenecek çok şey var. Özetle Leyla Zana’nın Kürt siyasi hareketi içinde “aşmış” ender isimlerden biri olduğunu söyleyebilirim. Kamuoyu onun bu yönünü seçimlerden çok kısa süre sonra görmeye başlar sanıyorum.


Şerafettin Elçi: Zana ile aynı serüveni yaşamış olan Hatip Dicle de yeniden TBMM’ye döneceğe benziyor. Ama biz onlar gibi Diyarbakır’dan seçilme şansı hayli yüksek olan bir başka eski parlamentere odaklanalım. 1978-79 yılları arasında Ecevit hükümetinin Bayındırlık Bakanı olan Şerafettin Elçi, PKK çizgisi dışında kalıp Türkiye’de Kürt kimliğinin tanınması için tamamen yasal alanda mücadele eden ve bu yüzden epey çile çekmiş bir “akil adam”dır. Onun BDP’nin desteğiyle Meclis’e dönecek olması, Kürt siyasi hareketinin ama daha önemlisi Kürt sorununun geleceği açısından son derece önemlidir.


Prof. Nabi Avcı: Bu seçimlerde AKP listesinde başka siyasi hareketlerden transfer edilmiş dikkat çekici isim pek yok. Ancak AKP Lideri Erdoğan ilk kez yakın danışmanlarından bazılarını Meclis’e transfer ediyor. Bu bakımdan önceliği Prof. Nabi Avcı’ya vermek gerekir. 1980’lerin ortalarından itibaren şekillenen İslami entelijansiyanın önde gelen isimlerinden olan iletişimbilimci Avcı’nın yolu daha belediye başkanıyken Erdoğan’la kesişmişti. Başbakan’ın medya başta olmak üzere dış dünyayla ilişki ve iletişimini düzenleyen Nabi Bey’in Meclis’e ve muhtemelen kabineye entelektüel bir derinlik getireceği kesindir.


Doç. Yalçın Akdoğan: Erdoğan’ın başarısının sırlarından biri, yakın kurmayları arasında farklı özelliklere sahip kişileri bulundurmasıdır. Sözü, Başbakan’ın “siyasi günlük”ünü tutan Yalçın Akdoğan’a getirmek istiyorum. Nabi Bey’i de, Yalçın’ı da nerdeyse 25 yıldır tanırım. Birbirlerinden farklı özelliklere sahiptirler. Örneğin Yalçın, daha çok “güvenlik”, “Kürt sorunu” gibi “sert” konulara ilgi gösterir. Eğer yeni dönemde Erdoğan “Kürt açılımı”nı devam ettirmek isterse Akdoğan’ın öne çıkması şaşırtıcı olmayacaktır.


Sezgin Tanrıkulu: Kürt sorunu demişken Sezgin Tanrıkulu’ndan söz etmemek olmaz. Güneydoğu’da insan hakları ve sivil toplum mücadelesinin önde gelen isimlerinden olan Sezgin’in gecikmeli de olsa CHP’ye girmesi ve genel başkan yardımcısı olması kuşkusuz pozitif bir olaydır. Tıpkı Meclis’e girecek olması gibi. Fakat daha şimdiden Diyarbakır’dan aday olmadığı için epey hırpalanan Sezgin’in, seçilmeleri kesin olan Ergenekon sanıklarıyla aynı grup altında bulunmanın sorunlarını nasıl aşacağını kestiremiyorum.


Altan Tan: Kürt sorunundan bu kadar söz etmişken Altan Tan’a da selam vermek şart. Sanılanın aksine muhafazakâr bir aileden gelmemesine rağmen genç yaşta İslamcı düşünceyle tanışan Altan Tan, 1991 seçimlerinde Alparslan Türkeş’in MÇP’siyle ittifak yaptığı için RP’den ayrıldıktan sonra farklı oluşumlarla birlikte siyaset yaptı. Bütün bu süre zarfında hep Kürt sorununun çözümüne odaklandı. Altan’ın, 2009 yerel seçimlerinde AKP’nin Diyarbakır adayı olarak adı geçmişti, ama olmadı. Onun BDP desteğiyle TBMM’ye girecek olması, bu hareketin İslam dini ve dindarlarla arasındaki mesafeyi kapatma arayışının da açık bir delilidir.


Mehmet Metiner: Altan’la beni yıllar önce Mehmet Metiner tanıştırmıştı. Bu iki eski dostun televizyon ekranlarında birbirlerine karşı yürüttükleri yıpratıcı savaşın artık kabak tadı verdiğini sanırım yalnız ben düşünmüyorum. 1980 ortalarında radikal İslamcılığın en kaydadeğer dergisi olan Girişim’i bir grup arkadaşıyla çıkartmış olan Metiner, İslami hareketin Kürt sorunuyla yüzleşmesinde de epey etkili olmuştu. Yeni dönemde AKP’nin Kürt politikasında öne çıkartacağı isimlerden biri herhalde Metiner olur, fakat BDP çevrelerinin kendisine tepkili olması nedeniyle bazı yeni sorunlar yaşanması da ihtimal dahilindedir.


Yarın: Sırrı Süreyya Önder, Binnaz Toprak, Ertuğrul Kürkçü ve diğerleri


Yazının devamı...

Gidenlere selam olsun (devam)

12 Haziran seçimlerinde yeniden aday olmayan veya partileri tarafından bu kez aday gösterilmeyen bazı AKP milletvekilleri hakkında kişisel görüş ve değerlendirmelerimi yazmayı sürdürüyorum:

Reha Çamuroğlu: Kendisiyle 1980 ortalarında tanıştığımda Türkiye’nin galiba ilk anarşist dergisi olan Kara’nın etkili bir ismiydi. Anarşizme de radikal soldan geçiş yapmıştı. Ardından Alevi kimliğini öne çıkarttı. Alevi duyarlığıyla tarihçiliğini birleştirip harika kitaplara imza attı. Ama süreç içinde ilk göz ağrısı siyaset Reha’yı daha fazla cezbetti. AKP’nin ilk kuruluşunda da adı geçmişti ama olmadı. O da Mehmet Ağar liderliğindeki DYP’ye üst düzey yönetici oldu. Burada da uzun kalmadı ve 2007’de AKP’den TBMM’ye girdi. Başbakan Erdoğan’ın “Alevi açılımı”nı başlatmasında hayli etkili olan Reha parti içinde yaşadığı çekişme ve sorunlar nedeniyle geri planda kaldı ve şikayetlerini medyada seslendirmeye başladı. Herhalde aday gösterilmemesine kendisi de şaşırmamıştır. Bakalım bizi yine şaşırtacak bir hamle mi yapacak yoksa daha sakin bir hayatı mı tercih edecek.

Dengir Fırat: O uzun adını hâlâ ezbere yazamıyorum, kusura bakmasın. Dengir Bey’in Milli Görüşçü olmamasına rağmen Erdoğan tarafından AKP’nin “ikinci adamı” statüsüne getirilmiş olmasının isabetsiz olmadığını kısa süre içinde anladık. Ancak bütün emekleri, Kemal Kılıçdaroğlu ile yaşadığı o talihsiz tecrübe nedeniyle heder oldu. Onun sağduyulu, içten ve diyaloğa açık yönü önümüzdeki dönemde de hayli işe yarayabilirdi, hele Kürt sorunu söz konusu olunca.

İhsan Arslan: Kürt sorunu denince Arslan’dan söz etmemek olmaz. Kendisini yaklaşık 20 yıl önce tanıdığımda RP dışında kalmayı tercih eden Kürt İslamcılarının önde gelen isimlerindendi. Bir dönem Mazlum-Der’in başkanlığını da yapmış olan Arslan’ın AKP’den milletvekili olması hayli ilgi toplamıştı. 9 yılda parti içinde epey güçlü bir konumda (bu arada oğlu Mücahit’in her zaman Erdoğan’ın yanıbaşında olduğunu da hatırlatalım) olmasına rağmen Arslan’ın, beklediğim performansı göstermediği veya gösteremediğini düşünüyorum.

Abdurrahman Kurt: İl başkanlığından Diyarbakır milletvekilliğine geçmiş olan Kurt’un Kürt sorunu söz konusu olduğunda İhsan Arslan’dan daha faal olduğunu gördük. Ancak hükümetin açılım konusundaki tereddütleri ve gelgitleri, Kurt gibi bu soruna ortalamanın üzerinde angaje olmuş isimleri çok zor durumda bıraktı. Yeni dönemde Kurt ve onun durumunda olanları daha zorlu bir görev bekliyor. AKP’nin Güneydoğu listeleri çok zayıf olduğu için, açılım, eğer gerçekten sürdürülmek istenecekse, yerel AKP’lilerin sırtında yükselmek zorunda kalacak.

Suat Kınıklıoğlu: Suat’ın 2007’de AKP’de siyasete atılma kararını nasıl zorlu bir süreçten sonra aldığının tanığıyım. Uluslararası bir düşünce kuruluşunda çok itibarlı bir konumu vardı ama aklı siyasetteydi. Sonunda memleketi Çankırı’dan Meclis’e girdi ve hemen kolları sıvadı. Ama Türkiye’de milletvekillerinin imkanları ve çalışma alanları, örneğin ABD’dekilerin çok sınırlı. Sonuçta verebileceklerinin çoğunu veremeden milletvekilliği sona erdi. En azından bu dönem için.

Erol Cebeci: Erol da ABD’deki kurulu düzenini 2002 seçimleri nedeniyle bozmuştu. Ancak Suat’tan farklı olarak İslami hareketten geldiği için bu riski daha gönüllü bir şekilde almıştı. 1 Mart tezkeresinin geçmemesinin gizli kahramanlarından olan Erol siyaseti çok sevmişti, umarım bir boşluğa düşmez. Hatta bu sayede 9 yıl boyunca büyük ölçüde ayrı düşmüş olduğu ailesiyle buluşacağı için, yeniden aday olmamasının hayırlı olduğu bile söylenebilir.

Yazının devamı...

Gidenlere selam olsun!

Partilerin aday listeleri bir kez daha gösterdi ki biz gazeteciler “hancı”yız, milletvekilleriyse “yolcu”. Bugün, kendi istekleriyle yeniden aday olmayan veya partileri tarafından aday gösterilmeyen bazı AKP’li isimler hakkında kişisel gözlem ve duygularımı kaleme almak istiyorum:

Prof. Mehmet Aydın: Tabii ki öncelik Prof. Aydın’da. Kendisini 20 yılı aşkın süredir tanırım. Siyasete girdiğinde şaşırmış ama sevinmiştim; milletvekilliğini (dolayısıyla siyaseti) bıraktığında öğrendiğimdeyse şaşırmadım ama yine sevindim. Daha bakanlığının ilk günlerinde 1 Mart 2003 tezkeresine alenen karşı çıkarak farkını koydu. Diyanet-hükümet ilişkileri tarihinde altın dönemlerden birinin yaşanmasında Başkan Prof. Ali Bardakoğlu kadar, sorumlu bakan olarak Prof. Aydın’ın da payı çok büyüktü. Mehmet Hoca, bazılarının iddiasının aksine siyasi hayatımıza çok şey kattı, tabii görmesini ve almasını bilenler için. Bakanlığı döneminde hiç “arıza” çıkarmamış olan Mehmet Hoca’ya minnetimi iletiyor, sevgili eşi, çocukları, torunları ve kitaplarıyla uzun ömürler diliyorum.

Yaşar Yakış: AKP’nin kuruluşundaki tek diplomat olan Yakış ilk Abdullah Gül hükümetinde de Dışişleri Bakanıydı. Kendisi hemşerimdir ama bakanlığı sırasında hiç temasım olmadı. Bakanlığı bırakmasından sonra Türkiye’nin ve dünyanın çeşitli kentlerinde karşılaşıp siyaset dışında her şeyi konuştuk. O da kendi kararıyla çekilmeyi bildi ve çok iyi yaptı.

Murat Mercan: RP döneminde “yenilikçi” hareketin siyasi-ideolojik altyapısının oluşmasında epey emeği bulunan Mercan’ın Abdullah Gül’e yakın olduğu için aday gösterilmediği söyleniyor ki sanmıyorum. Belki üniversiteye döner ama yine AKP’den kopmaz, AKP’nin Mercan’a hâlâ ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.

Edibe Sözen: Edibe siyasete çok hızlı bir giriş yaptı ve AKP’nin tanıtımdan sorumlu genel başkan yardımcısı oldu. Ama tecrübesizliği nedeniyle yaptığı hatalar yüzünden yeniden üniversiteye döneceğe benziyor. Böylesinin onun için de daha hayırlı olacağı kanısındayım.

Eyüp Fatsa: Fatsa RP yıllarından beri biz gazetecilerin en kolay ulaştığı siyasetçilerden biri olmuştur. Kendisinin sola son derece açık bir yönünün olmasını özellikle severim. Galiba bakanlık bekliyordu ama grup başkan vekilliğinden oldu. Ardından aday gösterilmedi. Ama onun gibiler siyasetten kolay kolay kopmaz. Nadasa bırakılanlardan biri de o olabilir.

Hilmi Güler: ODTÜ mezunu Güler de AKP’de “sola en açık” isimlerden biridir. Çok kritik bir bakanlığı uzun süre başarıyla götürdü ama yerini kaybetmesinin ardından aday gösterilmemesi şaşırtıcı olmadı. Adının anayasa oylamasında “fireci” çıkmasını hâlâ anlayabilmiş değilim. Siyasetten tamamen koparsa da şaşırmam.

Hüseyin Besli: Hüseyin’i Erdoğan RP İstanbul İl Başkanı olduğu dönemden beri tanırım. AKP liderinin hep en yakınında yer almış olan Hüseyin çok sıkı bir entelektüeldir ve milletvekilliğini bırakması (veya ara vermesi) ondan bir şey eksiltmez. Erdoğan’a yakınlığını koruyacağı da kesindir.

Mehmet Ocakden: Yeni Şafak Ankara Temsilcisiyken Meclis’e girerek bence hata yapmıştı. Gazeteciliğini şairliğinin önüne geçirmiş olması da doğru muydu, tartışılır, ama malum bu ülkede şiir yazarak yaşanmıyor. Ocakden herhalde medyaya geri döner ve bundan hayli memnun oluruz.

Atilla Koç: AKP’nin entelektüel anlamda en “ağır top”u herhalde Koç’tu. Kendisini çok geç tanımış olduğuma yanarım. Bir de tabii yeterince uzun muhabbet edememiş olmamıza. Artık zamanı iyice boldur, siyaset dışı, daha önemli meseleler üzerine kafa patlatabiliriz.

Şimdilik bu kadar diyelim. O kadar çok kişi aday gösterilmedi ki buradan bir yazı dizisi bile çıkarabiliriz!


Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.