Şampiy10
Magazin
Gündem

Çelimsiz vücutlu kafka’nın hayatı...

3 Temmuz 1883’de doğan Prag’lı bir Yahudi’ydi Franz Kafka...

***

Yahudi olduğu için Almanlar tarafından sevilmedi,...

Almanca konuştuğu için de bu kez Çekler tarafından hor görüldü...

***

Ama onu esas hor gören ve hayatına damgasını vuracak olan babası Hermann Kafka’ydı...

***

İriyarı ve sağlıklı bir adamdı Hermann Kafka... Franz Kafka ise çelimsiz bir vücuda sahipti...

***

Baba otoritesi bir süre sonra bir fobi haline geldi Kafka’da... Otorite karşısında zaten zayıf olan bedeninin iyice küçülmeye, yok olmaya başladığına inandı...

***

Albert Camus’nun taş olmak istemesini andırır bir Kafka da kara saplanmış işlevsiz bir odun parçası olmak istedi...

DERİN AŞAĞILIK KOMPLEKSİYLE YOĞURDUĞU VÜCUDU...

Derin aşağılık kompleksleriyle yoğrulmuş bir dünyası vardı Kafka’nın ve “Kendi bedeninden değil hoşnut olmak, tiksinirdi neredeyse...”

***

1915’de yazdığı Değişim isimli öyküsünün ilk cümlesi kendi korkularını tarif eder gibiydi:

***

“Samsa sabah korkulu bir düşten uyanınca, yatağının içinde kendini korkunç bir hamam böceği olarak buldu...”

Hamam böceği Samsa, bir süre utanç dolu ve anlamsız bir yaşam sürdükten sonra pis ve yalnız bir şekilde öldü...

***

Kafka hamam böceği Samsa tiplemesinde kendini aczini anlatmaktaydı...

Üstünde katlanılmaz bir ağırlığı olan babasından uzaklaşmak kendi başına varolabilmek adına evlenmek ve bir aile sahibi olmak istiyordu Kafka...

***

Ne ki onun gibi kompleksler altında yüzen bir adamın altından kalkabileceği bir iş değildir bu...

Kadınlarla mektuplaşmaktan başka bir şey yapamadı...

***

Bu yolla cinsel ilişki kurmak imkansız olduğu için hiçbir zaman çocuk sahibi olamadı...

KADINLARLA İLİŞKİLERİ...

Mektup arkadaşlarından biri Felici Bauer’le iki kere nişanlandı, ama esas aşkı kitaplarının çevirisini yapan Milena’ydı...

***

Milena evliydi, kocasıyla mutsuzdu, o da Kafka’ya karşı tutkulu bir aşk hissetti...

***

Mektuplar, mektuplar, mektuplar aralarında gittiler geldiler...

***

Mektuplarla sürdü tutku dolu Kafka’nın “İçimi bıçakla deliyor” dediği aşkları...

Mektuplaştıkları üç yıl boyunca iki üç defa görüşebildiler...

***

Görüşmeleri Kafka’ya daha da büyük bir acı verdi; ancak yaratıcılığını tetikledi...

***

“Anladığım kadarı ile ikimiz de çok çekingen ve ürkek kişileriz Milena...

Birbirimize gönderdiğimiz mektuplar o kadar çekingen o kadar korku dolu ki...

Bir odadayız Milena...

Birbirine bakan iki kapının ardındayız ama ayrı ayrı...

Biri açacak olsa diğeri hemen ürküp kapıyor kapıyı...

Halbuki bu iki kişilik ürkeklik, bu kadar benzemese, biri diğerine hiç aldırış etmese açsa kapıyı çıksa dışarı odayı düzenlese...

Ama hayır o da en az diğeri kadar ürküyor ve saklanıyor kapısının ardına ve o güzelim oda bomboş kalıyor ortada...

Yeryüzündeki 38 yıllık yolculuğumdan sonra bir dönemeçte sana rastlıyorum ve bu geç gelen hiç beklemediğim karşılaşma sonrasında ne yapacağımı bilmez şaşırıp kalıyorum...”

***

Böyle yazdı Kafka Milena’ya mektuplarından birinde...

Milena’yla mektuplaşmaları bittikten bir yıl sonra Viyana yakınlarında bir sanatoryumda ağzından kanlı öksürükler gele gele öldü Kafka...

***

Ölürken yalnız değildi...

Gencecik bir kız vardı yanında...

Dora Diamant...

***

İlk kez veremli yatağında mektup yazmadan konuşabileceği bir kadını vardı Kafka’nın...

Ölürken tuhaf bir huzur içindeydi...

“EN KÖTÜSÜ SAHİP OLMADIĞIN ŞEYLERE AİT OLMANDIR...”

En kötüsü de sahip olmadığın şeylere ait olmandır...

***

Umut olmasına var... Sınırsız denecek kadar çok umut var... Ama bizim için değil...

***

Aylar sonra ilk defa gözlerim bir işe yarayacak seni görerek...

***

Kendimden başka hiçbir eksiğim yok...

***

Sen ödevsin... Ama görünürde öğrenci yok...

***

Bir kafes; kuş aramaya çıkmış...

***

Sonsuzluk olsam bile, kendimin içinde çok darım...

***

Don Kişot’un şansshayal gücü değil; Sancho Panza’ydı...

***

Giyotin gibi bir inanç...

Onun kadar ağır; onun kadar hafif...

***

Gerçek düşmanından sınırsız bir cesaret akar içinize...

***

İyi; bir bakıma rahatsızlık vericidir...

(Kafka)

Yazının devamı...

Turgay Şeren’in efsane ismiyle futbol programına başlayan gazeteci...

Siyaset, diplomasi, uluslararası gazetecilik; Başkent muhabirliği; televizyon program yapımcılığı, anchormanlik ve genel yayın yönetmenliğini yirmiüç yıl yapıyor Gazeteci...

***

Ülkesinde “haberci” kelimesiyle özdeşleşen bir isim, “izlenme oranlarını patlatan bir televizyoncu”, “ünlü bir Atina muhabiri” sıfatlarıyla özdeşleşen bir kimliği bulunuyor...

***

23 yıllık gazetecilik günlerinde; 12 Eylül askeri darbesine, savaşın kapısından dönülen Türk-Yunan krizine; 28 Şubat sürecine; İsrail’le Amerika’yla diplomatik krize, düşürülen ve düşürttürülen hükümetlere, ASALA’nın kendi arkadaşlarını öldürdüğü terör eylemlerine; PKK’nın kanlı eylemlerine, Apo’nun yakalanışına, Türkiye’ye getirilişine, yargılanışına, hüküm giyişine “gazeteci” olarak tanıklık ediyor...

***

Yayınlar yapıyor; haberler yorumlar yazıyor; radyo televizyon programları yaratıyor...

Olayları izlerken olayları yaşıyor...

Yirmi yaşından kırküç yaşına kadar, gençlik yıllarını; Türkiye’nin kaderine yön veren olayların göbeğinde, onların kişiliğini harmanlayarak yeniden yaratan etkisinde geçiriyor...

***

Türkiye gibi bir Ortadoğu ülkesinde; yirmiüç yıl siyasi olayların göbeğinde “salt gazeteci olarak kalmanın” imkansız olduğunu bilmiyor o sırada...

“Yaptıkları işin imkansız olduğunu bilmiyorlardı; onun için başardılar” sözünü duysa da; kendi konumunun yansıtan şaşmaz bir pusula olduğunun bilincine varamıyor o günlerde...

***

Aile genetiği, siyasetle sokaklarda şişen; ergenlik süreçleri, üniversitede biçimlenin “mesleki eğitim kodları”, “Gazeteci”nin hayatının ilk kısmını kaçınılmaz olarak bu minvalde şekillendiriyor...

***

“Gazeteci” o günlerde kendisini “Türkiye’nin medya gerçeğinin şaşmaz bir taşı, önemli bir oyuncusu, vazgeçilemez bir figürü” olarak görüyor...

***

Vazgeçilmezliğin “doğanın yasalarında mümkün olmadığını” biliyor...

Mezarlıkların vazgeçilmez olduğunu sanan insanlarla dolu olduğu gerçeğine kendisini vakıf hissediyor...

Ne var ki; “hayatını adadığı meslek büyüsünün” tılsımının hayatta kaldığı süre boyunca “Gazeteci” sıfatlamasının dışında tutmayacağına inanıyor...

***

Oysa her ne kadar “evrensel standartları benimsemiş” bir gazeteci olduğunu düşünse de, bulunduğu ülke bir Ortadoğu ülkesi...

Ortadoğu’da gazetecilik zanaati; “kahramanlık payeleriyle mükafatlandırılan ulvi bir meslek” olarak addedilse de, gerçekte kurbanlık koyunun hülyasındaki “büyük otlaklarda otlama” şizofrenisinin ötesine taşamıyor...

“TÜRKİYE’NİN EFSANE FUTBOL STARLARIYLA TELEVİZYON PROGRAMI YAPAR MISIN?..”

Gazeteci’yi o günlerde hayatı tamamen kontrolü altına almak isteyen, bir Başbakan tasfiye etmeye çalışıyor...

Başbakanlar; devlet aygıtının başı olduklarından onların her şeyiyle sivil bir gazeteciyi tasfiye girişimleri; bir egzersizden ibaret kalmıyor...

***

“Gazeteci” için kendisini hiçbir zaman ait hissetmediği Ortadoğu’ya haiz kaçınılmaz mukadderat geçerli kılınıyor...

Mesleğinden uzaklaşma seçeneğiyle karşı karşıya bırakılıyor Gazeteci...

***

O günlerde FİFA kokartlı ünlü hakem; “Türkiye’nin en efsanevi futbol ilahlarıyla birlikte bir televizyon programı yapmaya sıcak bakar mı” diye “Gazeteci”yi yokluyor...

ORTADOĞU ŞİZOFRENİSİNDEN; EFSANE KALECİYE UZANAN IŞIKLI YOL...

Futbolda değil, “habercilikte” efsaneleştirilen “Gazeteci”; bir anda karşısında Galatasaray’ın ve Milli Takım’ın efsanevi kaptanı Berlin Panteri kalecisi Turgay Şeren’i...

Fenerbahçe’nin ve Milli Takım’ın efsane orta saha dinamosu Ziya Şengül’ü ve o gün bu teklifi yapan FİFA kokartlı ünlü hakemi görüyor...

***

Ünlü hakem; maçlardaki hakem yorumlarını kendisinin yapacağını, efsane Turgay Şeren’in Galatasaray’ı, diğer efsane kaptan Ziya Şengül’ün Fenerbahçe’yi yorumlayacağını söylüyor... “Gazeteci”nin bu kompozisyonda “Beşiktaş’ı yorumlamasını” istediklerini söylüyor...

***

Turgay Şeren ve Ziya Şengül isimleri; efsaneleştirilen Haberciyi; yirmi üç yıllık meslek hayatının; henüz kırklı yaşlarını yaşamaya başladığı günlerinde müthiş cezbediyor...

***

-“Turgay Şeren’in sembolü olduğu Galatarasay’ı, Ziya Şengül’ün sembolü olduğu Fenerbahçe’yi yorumladığı yerde; benim Beşiktaş’ı yorumlamam bir şereftir...” diyerek televizyon programını kabul ediyor...

TURGAY ŞEREN’LE “GAZETECİ”NİN DOSTLUK DOLU İLİŞKİSİ...

Turgay Şeren’le yakın ilişkisi böyle başlıyor Gazeteci’nin...

Çocukluğunun efsanesi Turgay Şeren “Gazeteci”nin...

***

Çevresindeki meslektaşları; “Spor programında ne işin var ne yapıyorsun sen?..” diyen meraklı gözlerle efsaneleştirilmiş haberciyi soru yağmuruna tutarken;

O kalbinin sesini dinliyor...

***

Yüreği, ona çocukluğunun efsane yıldızıyla bir arada program yapmanın, dostluk kurmanın, iş ve mesai arkadaşı olmanın “dayanılmaz lezzetini” sunuyor...

***

Bunu o sıralarda etrafındaki insanlara anlatamayacağını biliyor...

Çevresindekiler; “efsaneleştirilmiş habercinin spor programında yer almasını” yadırgıyorlar...

***

Gazeteci ise, yaşamının en değerli işlerinden birini yaptığına inanıyor...

Olayın üzerinden onüç koskoca yıl geçiyor...

***

Önceki gün; Galatasaray’ın ve Milli Takım’ın efsane kalecisinin öldüğü haberi internet sitelerine düşüyor...

O anda “Gazeteci”nin gözönüne, Berlin Panteri yerine; birlikte program yaptığı efsane Turgay Şeren geliyor...

***

Bel sakatlığından muzdarip Turgay Şeren’in...

Büyük bir efor sarfederek yürümeye çalışmaları, oturur ve kalkarken bel ağrısının verdiği acıyı yüzünde gizleme uğraşları, samimi dostluğu, içten arkadaşlığı, masasının yanındaki sohbet oturuşları teker teker gözünün önüne geliyor...

***

Onu ne kadar sevmiş olduğunu fark ediyor...

Hayatı boyunca verdiği en doğru kararlardan birinin; “Ortadoğu gibi az gelişmiş bir coğrafyada” “efsaneleştirilmiş habercilik şizofrenisine kapılmayıp” gerçek efsanelerle yaptığı televizyon programı olduğunu anlıyor...

Nur içinde yat Büyük Kaptan;

Yazının devamı...

Annesiz geçen ilk bayramda Annecik’in ruhunun anısına...

Dün erken baskılarda bir gazetenin yıllar önce internette yaptığı bir hatadan mütevellit; dünkü Bayram yazısı satırlarının Can Dündar yerine Can Yücel’in olduğunu yazıyorum...

***

Anne’siz geçen ilk Bayram’da Annecik’in anısına yazdığım satırlarda; Can Dündar’ın yazısını; Can Yücel’inki gibi göstermek, acı bir tesadüf oluyor...

***

‘Annecik’ hayattayken, oğlunun yıllarca wikipedia ve internet kaynaklı “yalan yanlış bilgiler yüzünden hayatının nasıl karartıldığının acısıyla” yaşıyor...

***

Altmış yıllık eşinin, hayat arkadaşının profesörlüğünün bile, karakter suikastçilerinin elinde ‘okutman’ haline nasıl getirildiğinin, manevi torununun nasıl buharlaştırıldığının acılarıyla yaşıyor Annecik...

***

Oğlunun 40 yıllık mesleki kariyerinin; altüst edilerek ‘ucuzlaştırıldığnı itibarsızlaştırıldığını’ görüyor...

***

Aynı yalan yanlış bilgilerin, çarpıtmaların, itibarsızlaştırmaların değişmeyen satırlarla devam etmesi; yattığı yerde Annecik’in Ruhu’nu huzursuz kılmaya devam ediyor...

***

Dün sınıf arkadaşım Can Dündar’ın kaleminden çıkma satırları; Annecik’siz geçen ilk bayramımda Can Yücel’in dizeleriymiş gibi anıyorum;

***

Annecik’in Ruhu; yattığı yerden oğlunun arkadaşı olarak tanıdığı Can Dündar üzerinden, ruhunun rahat etmediğini söylüyor;

Çocuğu ve ailesi üzerinde süren kirli wikipedia bilgilerinden ruhunun hala rahatsızlık duymaya devam ettiğini anlıyorum dün...

***

Can Dündar’ın “Yaşamak Bayramdır...” yazısının bir gazetenin yanlış yazmasıyla Can Yücel’e mal edilmesini içine sindiremiyor Annecik...

***

Sindiremediği bu gerçek üzerinden; kendi oğluna yönelik iftira ve çarpıtma dolu wikipedia bilgilerinin değiştirilmesini arzuluyor...

***

Dün şöyle yazıyorum Can Yücel olarak lanse edilen; gerçekte Can Dündar’ın olan satırlarla ilgili Annecik’i anarken;

***

“Bir “iyimserlik teması mı” bu dizeler?..

Değil...

Bir “bilgelik” şiiri tastamam ki...

Dizeler; yaşamakta olduğumuz hayatın tüm bayramlarına tanıklık ediyor...

***

Çocukluğumuzdan bu yana...

Yaşadığımız ve bayramdan anladığımız ne varsa; hepsi birer birer içimize siniyor, bizi insanlaştırıyor...

***

Bu Bayram; anneciksiz yaşadığım ilk Bayram...

Çocuklara aksettirmek istemediğimiz bir burukluğumuz tabiatıyla mevcut; babada ve şahsımızda...

***

Bayramın ne olduğunu ilk kez annecik anlatıyor bizlere...

Anlattığı ve öğrettiği Bayram’da namevcut olması ‘acı...’

***

Yine de hayatta kalanlarla devam eden sevgiyle örülü yuvarlak masada, üç çocuk ve babaya katık oluyor ‘Yaşamak Bayramdır’ şiirinin dizeleri...

***

Bitmesini istemiyor yüreğim; ne şiirin ne dizelerin...

Lezzet oluyor; anneciksiz ilk bayramda bendenize;

Hayatın duruşuna; eğilmez bükülmez namusuna; onuruna, sevgiyle oluşturulan aile bağına;

Nedametsiz bakılabilen geçmiş zaman fotoğraflarına...

***

Küçük kızımızın dişi sallanıyor...

Çıkmak üzere sallanan diş; yenisinin gelmekte olduğunu müjdeliyor...

***

İçin için son bulmasını istemiyorum hiç dizelerin... Satırlardaki Bayramın etkisi ile; Hoşnut oluyor fakir kalbim...”

*****

“YÜREĞİM ACI ÇEKMEKTEN KORKUYOR...”

“Yüreğim acı çekmekten korkuyor...” dedi delikanlı bir gece Simyacı’ya; aysız gökyüzüne bakarlarken...

-“Yüreğine acı korkusunun, acının kendisinden daha kötü bir şey olduğunu söyle... Düşlerinin peşinde olduğu sürece hiçbir yürek acı çekmez... Çünkü araştırmanın her anı; Tanrı ve Sonsuzluk ile karşılaşma anıdır...”

***

-“Hazinemi aradığım sırada her gün pırıl pırıldı... Çünkü her saatin onu bulma düşünün bir parçası olduğunu biliyordum...

Hazinemi ararken yolumun üzerinde öyle şeyler keşfettim ki; bir çoban için imkansız şeylere girişme cesaretim olmasaydı, bunlara rastlamayı kesinlikle hayal edemezdim...”

***

-“Yeryüzünde her insanın kendisini bekleyen bir hazinesi vardır...” dedi yüreği delikanlıya...

-“Biz yürekler, insanlar artık bu hazineleri bulmak istemedikleri için, bunlardan pek ender söz ederiz...

Onları küçük çocuklara anlatırız...

Sonra herkesi kendi kaderinin yoluna gönderme işini hayata bırakırız... Ne yazık ki, kendisine çizilmiş yolu pek az insan izler... Oysa bu yol Kişisel Menkıbe’nin ve mutluluğun yoludur...

İnsanların büyük çoğunluğu dünyayı korkutucu bir şey olarak görüyor...

Ve sadece bu nedenden dolayı, dünya korkutucu bir yer oluyor...

***

O zaman biz yürekler daha alçak sesle konuşmaya başlıyoruz...

Ama asla susmuyoruz...

Kendilerine çizmiş olduğumuz yolu izlemedikleri için, insanların acı çekmelerini istemiyoruz...

*****

“ACEMİ ŞANSI İLE BAŞLAR, FATİHİN SINAVI İLE SONA ERER...”

“Peki yürekler; insanlara düşlerinin peşinden gitmek zorunda olduklarını neden söylemiyorlar?..” diye sordu delikanlı Simyacı’ya...

- “Çünkü bu durumda en çok yürek acı çeker... Ve yürekler acı çekmekten hoşlanmazlar...

***

Delikanlı o gün yüreğini dinledi...

Ondan kendisini asla terketmemesini istedi...

Yüreğinden; eğer düşlerinden uzaklaşırsa, göğsünde sıkışmasını ve kendisini uyarmasını istedi...

Bu işareti ne zaman duyarsa ona dikkat edeceğine yemin etti...

***

Simyacı kendisine bunları anlatan delikanlının; Evrenin Ruhuna geri dönmüş olduğunu anladı...

-“Şimdi ne yapmalıyım?..” diye sordu delikanlı...

-“Piramitler yönünde yürümeye devam et... Ve işaretlere dikkat et... Yüreğin artık sana hazineyi gösterebilecek durumda...

***

-“Yoksa benim henüz bilmediğim bu işaretler mi?.. dedi genç...

-“Hayır senin henüz bilmediğin şudur...” dedi Simyacı;

-“Evrenin Ruhu, bir düşü gerçekleştirmeden önce, yol boyunca öğrenilen her şeye değer biçer...”

Bize karşı kötü duygular beslediği için böyle davranmaz...

Düşümüzü gerçekleştirmemizin yanısıra, ona doğru ilerlerken aldığımız dersleri de iyice öğrenmemizi ister...

***

İnsanların çoğu işte tam bu anda vazgeçerler; düşlerini gerçekleştirmekten...

Çöl dilinde buna; “Vahanın palmiyesini görmüşken, susuzluktan ölmek...” deriz...

***

Araştırma her zaman Acemi Şansı ile başlar...

Ve her zaman Fatihin Sınavı ile sona erer...

Delikanlı ülkesinde söylenen eski bir atasözünü anımsadı...

“En karanlık an; şafak sökmeden önceki andır...”

(Paulo Coelha-Simyacı)

Yazının devamı...

Benim bayramım...

"Nefes almak bayramdır mesela;

Günün birinde soluksuz kalınca anlar insan...

***

Görmenin nasıl bir bayram olduğunu karanlık öğretir...

Sevmeninkini yalnızlık...

***

Sızlamayan her organ, hele de burun direği bayramdır...

***

Bayramdır; elden ayaktan düşmemek, zihinden önce bedeni kaybetmemek; kurda kuşa yem olmayıp; 'Çok şükür bugünü de görebildik' diyebilmek...

***

Sevdiklerinle geçen her gün bayramdır... Küsken barışmak,

ayrıyken kavuşmak, suskunken konuşmak bayramdır...

***

Bir kitabı bitirmek, bir binayı bitirmek de öyle...

***

'DELİ GİBİ BURNUNDA TÜTENİN BOYNUNA SARILMAK...'

Vuslat da bayramdır öte yandan...

Erndişe içinde beklediğinden mektup almak, telefonda ansızın sesini duymak, deli gibi burnunda tütenin boynuna sarılmak bayramdır...

***

'TATLI BİR ŞEKERLEMEDE ÜSTÜNE SERİLEN BATTANİYE...'

En acıktığın anda dumanı tüten bir somunun köşesini bölmek,

korktuğunda güvendiğine sarılabilmek, dara düştüğünde dost kapısını çalabilmek bayramdır...

***

Bir sürpriz paketinden çıkan hediye, tatlı bir şekerlemede üstüne serilen battaniye, saçlarını müşfik bir sevgiyle okşayan anne bayramdır...

***

'Ona güvenmiştim, yanılmamışım' sözü bayramdır...

Hiç aldatmayıp, aldanmamış olmak bayram...

***

Yeni bir sözcük öğrenmek, bir tünelin sonuna gelmek, müzmin bir işin kapısını çarpıp, uzun bir yola çıkıvermek bayramdır...

***

Zorluklara tek başına göğüs gerebilmek, gerektiğinde haksızlığın karşısına yalınkılıç yürüyebilmek bayramdır...

***

Yeni eve asılan basma perdeler, alın teriyle kazanılmış ilk rızkın konduğu çerçeveler, yüklü bir borcun son taksiti ödenirken sıkılan eller bayramdır...

***

EVDE YALNIZLIĞI NOKTALAYAN İNSAN NEFESİ...

Evde yalnızlığı noktalayan insan nefesi, akşam kapıda karşılayan yavuklu busesi, sevdalı bir elin tende gezmesi, nice adağın ardından çınlayan çocuk sesi bayramdır...

***

Sonrasında gelen ilk diş bayramdır...

İlk söz bayram, ilk adım, ilk yazı, ilk karne bayram...

Güne gülümseyerek başlamak bayramdır...

***

'İyi ki yanımdasın...' bayram; 'Her şeyi sana borçluyum...' bayram, 'Hiç pişman değilim...' bayram...

Evlatlarının mürüvvetini görebilmek, eve dolu bir torbayla gidebilmek, konu komşuyla yarenlik edebilmek, akşamları eskimeyen bir keyifle çam demleyebilmek bayramdır...

ZAMANI DONDURAN ESKİ FOTOĞRAFLARA NEDAMETSİZ BAKABİLMEK...

Zamanı donduran eski fotoğraflara, nedametsiz bakabilmek, altı çizilmeş eski kitapları aynı inançla okuyabilmek, yol arkadaşlarının yüzüne utanmadan bakabilmek bayramdır...

***

Alnı açık yaşlanmak bayramdır...

Ulu bir çınar gibi ayakta ölebilmek bayram...

***

Bunların kadrini bilirseniz, kıymet bilmeyi öğrenirseniz, her gününüz bayram olur... Meraklanmayın, öyledir diye size deli demezler...

Deseler de böyle delilik, bayram artı günlerdeki akıllıktan evladır...

Her gününüz bayram olsun..."

ANNESİZ GEÇEN İLK BAYRAMDA ANNECİK'İN RUHUNUN ANISINA...

Dün erken baskılarda bir gazetenin yıllar önce internette yaptığı bir hatadan mütevellit; yukarıdaki Bayram yazısı satırlarının Can Dündar yerine Can Yücel'in olduğunu yazıyorum...

***

Anne'siz geçen ilk Bayram'da Annecik'in Anısına yazdığım satırlarda; Can Dündar'ın yazısını; Can Yücel'inki gibi göstermek, acı bir tesadüf oluyor...

***

'Annecik' hayattayken, oğlunun yıllarca wikipedia ve internet kaynaklı "yalan yanlış bilgiler yüzünden hayatının nasıl karartıldığının acısıyla" yaşıyor...

***

Altmış yıllık eşinin, hayat arkadaşının profesörlüğünün bile, karakter suikastçilerinin elinde 'okutman' haline nasıl getirildiğinin, manevi torunun nasıl buharlaştırıldığının acılarıyla yaşıyor Annecik...

Oğlunun 40 yıllık mesleki kariyerinin; altüst edilerek 'ucuzlaştırılıdığnı itibarsızlaştırıldığını' görüyor...

***

Aynı yalan yanlış bilgilerin, çarpıtmaların, itibarsızlaştırmaların değişmeyen satırlarla devam etmesi; yattığı yerde Annecik'in Ruhu'nu huzursuz kılmaya devam ediyor...

***

Dün sınıf arkadaşım Can Dündar'ın kaleminden çıkma satırları; Annecik'siz geçen ilk bayramımda Can Yücel'in dizeleriymiş gibi anıyorum;

***

Annecik'in Ruhu; yattığı yerden oğlunun arkadaşı olarak tanıdığı Can Dündar üzerinden, ruhunun rahat etmediğini söylüyor;

Çocuğu ve ailesi üzerinde süren kirli wikipedia bilgilerinden ruhunun hala rahatsızlık duymaya devam ettiğini anlıyorum dün...

***

Can Dündar'ın "Yaşamak Bayramdır..." yazısının bir gazetenin yanlış yazmasıyla Can Yücel'e mal edilmesini içine sindiremiyor Annecik...

Sinderemidiği bu gerçek üzerinden; kendi oğluna yönelik iftira ve çarpıtma dolu wikipedia bilgilerinin değiştirilmesini arzuluyor...

***

Dün şöyle yazıyorum Can Yücel olarak lanse edilen; gerçekte Can Dündar'ın olan satırlarla ilgili Annecik'i anarken;

***

Bir "iyimserlik teması mı" bu dizeler?..

Değil...

Bir "bilgelik" şiiri tastamam ki...

Dizeler; yaşamakta olduğumuz hayatın tüm bayramlarına tanıklık ediyor...

***

Çocukluğumuzdan bu yana...

Yaşadığımız ve bayramdan anladığımız ne varsa; hepsi birer birer içimize siniyor, bizi insanlaştırıyor...

***

Bu Bayram; anneciksiz yaşadığım ilk Bayram...

Çocuklara aksettirmek istemediğimiz bir burukluğumuz tabiatıyla mevcut; babada ve şahsımızda...

***

Bayramın ne olduğunu ilk kez annecik anlatıyor bizlere...

Anlattığı ve öğrettiği Bayram'da namevcut olması 'acı...'

***

Yine de hayatta kalanlarla devam eden sevgiyle örülü yuvarlak masada, üç çocuk ve babaya katık oluyor 'Yaşamak Bayramdır' şiirinin dizeleri...

***

Bitmesini istemiyor yüreğim; ne şiirin ne dizelerin...

Lezzet oluyor; anneciksiz ilk bayramda bendenize;

Hayatın duruşuna;

eğilmez bükülmez namusuna; onuruna, sevgiyle oluşturulan aile bağına;

Nedametsiz bakılabilen geçmiş zaman fotoğraflarına...

***

Küçük kızımmızın dişi sallanıyor...

Çıkmak üzere sallanan diş; yenisinin gelmekte olduğunu müjdeliyor...

***

İçin için son bulmasını istemiyorum hiç dizelerin... Satırlardaki Bayramın etkisi ile;

Hoşnut oluyor fakir kalbim..."

Yazının devamı...

Yüreği dinlemek öyle kolay bir iş değil!..

Yüreği dinlemek öyle kolay bir iş değildi...

Bir zamanlar kalbi hep yola çıkmaya hazır tetikte beklerdi...

***

Kalbi kimi zaman; içi özlem dolu öyküler anlatıp duruyordu...

Kimi zaman da çölde güneşin doğuşu karşısında heyecanlanıyor; delikanlıyı gizli gizli ağlatıyordu...

***

Ona bulmak istediği hazineden söz ettiği zaman hızlı hızlı çarpıyor; ama delikanlının gözleri çölün sonsuz ufkunda yittiği zaman da yavaşlıyordu...

***

Delikanlı; Simyacı ile tek bir sözcük konuşmasa da yüreği hiç susmuyordu...

-“Yüreğimizi neden dinlemeliyiz?..” diye sordu...

-“Çünkü yüreğin neredeyse hazinen de oradadır ...” diye cevap verdi Simyacı...

*****

“KALBİM HAİNLİK YAPIYOR...”

“Yüreğim sıkıntılı çalkantılı...” dedi delikanlı...

-“Düşler görüyor heyecanlanıyor... Bir çöl kızına aşık...

Bana bir yığın şey soruyor...

Çöl kızını düşündüğüm zaman, geceler ve gündüzler boyu beni uykusuz bırakıyor”

-“Ne güzel...” dedi Simyacı...

-“Demek ki yüreğin canlı... Onun söylediklerini dinlemeye devam et...”

***

Bu olayı izleyen üç gün boyunca, birçok savaşçıyla karşılaştılar... Delikanlının yüreği ‘korku’yu konuşmaya başladı... Yüreği; Evren’in Ruhu’ndan duyduğu öyküleri anlatmaya başladı delikanlıya...

Hazinelerini aramaya çıkan, ama onları hiçbir zaman bulamayan insanların öyküleriydi bunlar... Kimi zaman da hazinesine hiçbir zaman ulaşamayacağı ya da çölde ölebileceği düşüncesi korkutuyordu delikanlıyı...

***

Zaman zaman, kalbinin sultanına rastladığını, bir yığın altın lira kazandığını, artık hayattan hoşnut olduğunu söylüyordu yürek; delikanlıya... Hazinesini bulmasına gerek olmadığını ima ediyordu...

***

-“Yüreğim bir hain gibi davranıyor...” dedi delikanlı Simyacı’ya...

-“Yola devam etmemi istemiyor...”

***

-“Ne güzel...” diye yanıtladı Simyacı...

-“Bu da yüreğinin diri olduğunu gösteriyor... Şimdiye kadar elde etmeyi başardığın şeyleri; bir rüyayla değiş tokuş etmekten korku duymasından daha doğal ne var?..”

***

-“Öyleyse neden yüreğimi dinlemek zorundayım?..” diye sordu delikanlı...

-“Çünkü onu susturmayı hiçbir zaman başaramazsın...” dedi Simyacı...

-“Hatta onu dinlemiyormuş gibi yapsan da gene oradadır... Göğsündedir... Hayat ve dünya hakkında ne hissettiğini sana söylemeye devam edecek...”

***

-“Bir hain gibi davransa da mı?..”

-“İhanet senin beklemediğin bir darbedir... Ama sen yüreğini tanıyacak olursan, sana baskı yapmayı hiçbir zaman başaramayacak... Çünkü onun düşlerini ve arzularını tanıyacaksın... Onları her zaman hesaba katacaksın...”

*****

“HİÇ KİMSE KENDİ YÜREĞİNDEN KAÇAMAZ...”

“Hiç kimse kendi yüreğinden kaçamaz... Bu nedenle en iyisi onun söylediklerini dinlemek... Böylece kendisinden beklemediğin bir darbeyi indiremeyecektir sana...” diye sürdürdü konuşmasını Simyacı...

***

Delikanlı çölde giderken; yüreğini dinlemeyi sürdürdü...

Onun kurnazlıklarını, hilelerini öğrendi...

Sonunda onu olduğu gibi kabul etti...

***

Bunun üzerine korkmayı bıraktı...

Geri dönme isteğini geride bıraktı...

Çünkü bir akşam; yüreği ona mutlu olduğunu dile getirmişti...

***

-“Biraz şikayet edecek olursam...” diyordu yüreği;

-“Bu benim sadece bir insan yüreği olmamdandır... İnsanların yürekleri böyle olur...

Ulaşmaya layık olmadıklarını, ya da ulaşamayacaklarını sandıkları için en büyük düşlerini gerçekleştirmekten korkarlar... Dirilmemek üzere sona ermiş aşklar; olağanüstü olabilecek ama olamayan anlar, keşfedilmesi gereken ama sonsuza dek kumların altında kalan hazineler, daha aklımıza gelir gelmez, bizler yani yürekler hemen ölürüz...

Çünkü böyle bir durumla karşılaşınca, ölümcül acılar çekeriz...”

*****

GAZETECİ; KALBİYLE İLK BÜYÜK KARARINI VERDİĞİNDE...

Gazeteci; yaşamının hangi büyük kavşaklarında, “yüreğinin sesini” dinleyerek karar verdiğini düşünüyordu...

***

İlk zamanlar çevrenin etkisiyle; yüreğinin sesini dinlemek yerine; insanların “mantığınla hareket et” sözünden medet umar görünürdü...

***

Oysa mantığıyla düşündüğünde hiçbir şey olmuyordu...

Lise son sınıfta, sıra üniversite tercihleri yapmaya geldiğinde; mantığıyla düşünüyor ve bir türlü karar veremiyordu...

Meslek seçimini istediği gibi bir tülü yapamıyordu...

***

-“Acaba işletme fakültesine mi girsem” diye uzun uzun düşünüyordu...

“Neden işletme fakültesine girmek istiyordu;” çünkü işletme bölümünün puanları yüksekti...

-“İşletme bölümleri yüksek puanla öğrenci aldıklarına göre, bu meslek geçer akçe bir meslek... Ben de bunu seçeyim, bari...” diye düşünüyordu...

***

Arada bir annesinin doktor, babasının eczacı olmasını istemesi aklını çeliyordu...

-“Doktorluk zor... Ben bu halimle o puanları tutturamam... Eczacılık olabilir... Acaba eczacı mı olsam?.. Babamın benim geleceğimi düşünerek satın aldığı dükkanların birinde oturur, rahat rahat eczacılık yaparım... Ama kimyayı sevmiyorum ki...” diye düşündü...

***

Yine de üniversite tercihlerine işletme fakültesinin altına eczacılık fakültesini de yazdı...

***

Üniversite sınav sonuçları açıklandığında; işletme fakültesini kazanmış olduğunu gördü...

Hemen kaydını yaptırdı...

Yüksek puan isteyen işletme fakültesini kazanmıştı...

İyi bir meslek sahibi olacaktı...

Mantığıyla hareket etmiş, haklı çıkmıştı... Öyle sanıyordu...

***

Kötü sürpriz bir süre sonra üniversitede karşısına çıktı... Birinci sınıfta okuduğu derslerin hiçbirine en ufak bir ilgisi olmadığını gördü... Birkaç derse eşantiyon niyetine girmeyi denedi...

***

Ne muhasebenin T cetvelinden, ne işletme muhasebesinin tutulmasından, ne aklında bile kalmayan derslerin herhangi birine ilgi duymuyordu...

***

Lisenin son sınıfında alıştığı gibi, üniversitede de dersleri asmaya başladı...

O kadar astı ki, derslerin hiçbirine girmemeye başladı...

En sonunda yıl sonu sınavlarını da astı...

Hiçbir dersin sınavına girmedi...

***

Yerine bir kez daha üniversite sınavına girdi...

Hemen hiçbir tercihte bulunmadı...

Bir yer tercih etmeyecek; gelen puana göre kararını verecekti...

***

Üniversitede hiçbir dersin sınavına girmeyen genç; üniversite sınavından iyi bir puan aldı...

Ancak bu kez de, ön kayıt açan okullar arasında tercih yapmak durumundaydı...

***

Babasıyla hukuk fakültesine kayıt yaptırmak için gittikleri bir gün; hukuk fakültesinin önündeki görevli;

-‘Siyasal Basın Yayın da ön kayıt açtı...” dedi...

Bunun üzerine, Hukuk’un yanıbaşındaki okula babasıyla birlikte gittiler...”

***

Okulun girişinde, bir önceki yıl birinci sınıfta olan öğrencilerin sınav notları asılıydı...

Genç; eski birinci sınıfların sınav notlarının asıldığı listeden, okulun ders programını öğrendi...

***

Hangi derslerin verildiğini, tek tek ortaya çıkardı...

Babasına döndü;

-“Ben bu okula girmek istiyorum...” dedi...

-“Bu dersleri görmek istiyorum... Bunlar benim en fazla ilgi duyduğum konular... Ben bu okula gireceğim...”

***

Babası mütereddit davranıyordu...

Gencin aniden beliren, coşkulu ısrarı karşısında oğlunun

“Mantığı yerine, yüreğinin konuştuğunu” fark etmişti...

***

Zaman kazanmak için;

-“Peki bir ön kayıt yaptıralım...” dedi...

O gün baba oğul okulun kapısında yaptırdıkları ön kayıt okullar, gencin 35 yıl aralıksız sürecek “habercilik mesleğinin” ilk işaretiydi...

***

Ona hayatının en değerli tecrübelerini öğretecek, bütün bir ülkeye “haberci sıfatıyla hitap ettirecek”, bitirdiğinde, hayatın tüm şifrelerini çözmesine zemin hazırlayacak “haberci-gazeteci” kimliğinin ilk imzasıydı o günkü ön kayıt...

***

Baba oğul eve döndüklerinde, onları karşılayan annesi şaşa kalmıştı...

-“Nereden çıktı şimdi bu Basın Yayın?..” diyordu...

Genç çocuğun ise gözlerinin içi gülüyordu...

Kalbi heyecanla atıyordu...

***

Yıllar sonra ilk kez etrafın söylediklerinin esaretinden kurtulmuş, kalbi kendi bildiği şekilde konuşmaya başlamıştı...

“Gazeteci...”

Yazının devamı...

“Yıkıldı yolunu bekleyen şehir... Şimdi gelsen de bir... Gelmesen de bir...”

Göründükleri gibi olmalıdır insanlar... Eğer değillerse; hiç görünmeseler daha iyidir...

William Shakespeare

***

Yükün dürüstlükse; gücün düşebilir belki ama başın düşmez...

Kızılderili Atasözü

***

Her şey bitmemeli hayatta... Bazı şeyler hep yarım kalmalı...

Bazen son nokta hiç konmamalı...

Turgut Uyar

***

Her şeyin iyi gittiği zamanlar vardır...

Korkma uzun sürmez...

Jules Renard

***

Menfaat yaşamak; ahlak yaşatmak ister... Bir arada asla barınmazlar...

Nurettin Topçu

***

Şampiyon olamayan takımları; iktidar olamayan partileri; gözlerine bakamadığımız kızları sevmedik mi hep zaten?... Güven Adıgüzel

***

Az bilmek için çok okumak gerekir...

Peyami Safa

***

Yazmak yaşanmamış hayattan intikam almaktır... Orhan Pamuk

***

Sorumluluğunu taşıyabileceğin düşüncenin insanı ol...

Ahmet Hamdi Tanpınar

***

Kimse kimseyi unutmuyor; ama asla karşı tarafın istediği biçimde hatırlamıyor... Tezer Özlü

***

Yığın psikolojisi aldatıcıdır...

Gevezelikten uzak durup kendini yetiştirmeye bak... Dücane Cündioğlu

***

Her şeyin yenisi...

Dostun eskisi...

Peyami Safa

***

İyi kalpli ve sevecen olmanın;

Mükemmel olmaktan daha önemli olduğunu öğrendim... Özdemir Asaf

***

Kalp yumuşadıkça sağlamlaşır...

Sezai Karakoç

***

Sen duydun mu sustuklarımı?..

Oğuz Atay

***

Yıkıldı yolunu bekleyen şehir...

Şimdi gelsen de bir gelmesen de bir...

Nurullah Genç

*****

“BUNCA ZAMANDIR BOŞ KONUŞAN İNSANLARIN ARASINDA DİLSİZ OLMAK ENGEL DEĞİL; DEVRİMDİR...”

Asıl marifet buluttaydı...

Ama herkes yağmura şiir yazdı...

Cahit Zarifoğlu

***

Kime ok atmayı öğrettiysem;

Bir gün bana nişan aldı...

Mehmet Akif Ersoy

***

Bizimkisi bir aşk hikayesi değildi...

Aşktı bizimki...

Gerisi hikayeydi...

Can Yücel

***

Bunca zamandır boş konuşan insanların arasında dilsiz olmak engel değil; devrimdir...

Özdemir Asaf

***

Ne çok yalan söyleniyor yeryüzünde...

Sözle,

yazıyla,

resimle,

ya da susarak...

Yusuf Atılgan

***

Zekasını başkalarının yanlışlarını bulmaya yoğunlaştıran bir kişi, bir süre sonra kendi doğrularını da kaybediyor...

İhsan Fazıloğlu

*****

“HAYATIN EN HÜZÜNLÜ ANI; DELİ GİBİ SEVDİĞİN BİR İNSANIN GERÇEK YÜZÜNÜ GÖRDÜĞÜN ANDIR...”

Birlikte gülüyorsanız mutluluktur...

Birlikte ağlıyorsanız dostluktur...

Ama birlikte susuyorsanız bu aşktır...

Marquez

***

Ne adaletsiz bir dünya...

Kimi günahları ile yükseliyor...

Kimi iyilikleri ile kaybediyor...

Shakespeare

***

Beni hayal kırıklığına uğratan benden başkası değil...

Franz Kafka

***

Hayatın en hüzünlü anı; deli gibi sevdiğin insanın buna değmediğini gördüğün andır...

Ve en büyük kaybın ona harcadığın zamandır...

Paul Auster

***

Nedir gençlerdeki lens merakı...

Gözler de sahte olduktan sonra; insanlar neye bakıp inanmalı?..

Müşfik Kenter

***

Dili, dini, rengi ne olursa olsun; iyiler iyidir...

Hacı Bektaş Veli

***

İlk özür dileyen en cesurdur...

İlk affeden en güçlü...

İlk unutan en mutlu...

Osho

***

Her gününüzü hayatınızın son günüymüş gibi yaşayın...

Bir gün haklı çıkacaksınız...

Steve Jobs

***

Az korkun...

Çok ümit edin...

Az yiyin...

Çok çiğneyin...

Az konuşun...

Çok şey ifade edin...

Az kızın...

Çok sevinin...

İyi şeyler sizindir...

Lord Fischer

*****

İYİ NİYETLİ İNSANLAR YALANA ÇABUK KANARLAR AMA...

İyi niyetli insanlar, yalana çabuk kanarlar... Ama boşa giden iyi niyeti asla unutmazlar... Konfüçyüs

***

Olmayacak insanlarla, olmayacak hayaller kurduğum için, en çok da kendimden af diliyorum... Albert Camus

***

Huzur denilen o şeyin her santimine ihtiyacım var bu aralar...

Bana biraz bahar gerekiyor...

Çok üşüdüm...

Maksim Gorki

***

İşte böyle büyüyorum...

Bir gündüz geliyor...

Bir gece...

Cahit Zarifoğlu

*****

“ASLA BIRAKTIĞIN ŞEYLERİ DÜŞÜNME...”

‘Asla bıraktığın şeyleri düşünme...’ dedi Simyacı; atlarıyla çölün kumlarında ilerlerken...

-‘Her şey Evren’in Ruhu’na kazınmıştır ve ebediyen orada kalacaktır...’

***

-‘İnsanlar gitmekten çok geri dönüşü hayal ediyorlar...’ dedi, çölün sessizliğine yeniden alışan delikanlı...

***

- ‘Bulduğun şey saf maddeden yapılmışsa, hiçbir zaman çürümeyecektir...

Ve oraya bir gün geri döneceksin...

***

Bir yıldız parlaması gibi bir anlık ışıktan ibaretse, o zaman geri dönüşünde hiçbir şey bulamayacaksın...

Gene de en azından bir ışık patlaması görmüş olacaksın...

Yalnızca bu bile yaşamış olmanın zahmetine değer...’

Paulo Coelho-Simyacı

*****

“DÜNYA CENNETİN BİR GÖRÜNTÜSÜDÜR...”

‘Bilgeler; doğal dünyanın; gerçekte Cennet’in bir görüntüsünden ve suretinden başka bir şey olmadığını anladılar...

Tek gerçek şudur ki; var olan bu dünya, bundan daha mükemmel olan bir dünyanın var olduğunun güvencesidir...

***

Tanrı bu dünyayı; insanlar görünen nesneler aracılığıyla, manevi öğretileri ile, bilgisinin mucizelerini anlayabilsinler diye yarattı... Ben buna Eylem diyorum

***

Kendi yüreğini dinle...

Yüreğin her şeyi bilir...

Evren’in Ruhu’ndan gelmektedir ve bir gün oraya geri dönecektir...’

Paulo Coelho-Simyacı

Yazının devamı...

Simyacı adayının karşısına çıkan genç kız...

Bu sırada bir genç kız göründü...

Siyah giysi giyinmemişti...

Omzunda bir testi taşıyordu ve başının çevresinde bir peçe vardı...

Ama yüzü açıktı...

Delikanlı; Simyacıya sormak üzere yanına yaklaştı...

***

O anda zaman durmuş gibi oldu... Sanki Evrenin Ruhu delikanlının önünde bütün gücüyle ortaya gibiydi...

***

Kızın siyah gözlerini, gülümseme ile susma arasında karar veremeyen dudaklarını görünce, dünyanın konuştuğu ve yeryüzünün bütün yaratıklarının yürekleriyle anladıkları dilin, en temel ve en yüce bölümünü anladı delikanlı...

***

Aşk’tı bunun adı...

İnsanlardan da çölden de daha eskiydi...

Tıpkı kuyunun yanında bu iki bakışın buluşması benzeri, iki bakışın buluştuğu her yerde, her zaman aynı güçle ortaya çıkardı...

***

Genç kızın dudakları sonunda gülümsemeye karar verdi...

Bir işaretti bu...

Bütün ömrü boyunca bilmeden beklediği, kitaplarda, koyunların yanında, kristallerde ve çölün sessizliğinde aramış olduğu işaretti...

***

Evren’in Saf Dili’ydi bu...

Herhangi bir açıklamaya gereksinimi yoktu...

Çünkü Evren’in sonsuz zamanında yoluna devam etmek için, hiçbir açıklamaya gereksinimi yoktu...

***

Delikanlı o anda hayatının kadınının karşısında olduğunu ve kızın da hiçbir söze gereksinim duymadan bunu bildiğini biliyordu...

***

Büyükleri, biriyle evlenmeden önce ona kur yapmak, nişanlanmak, onu tanımak, para sahibi olmak gerektiğini söyleseler de, delikanlı; hayatının kadınının karşısında olduğundan emindi...

***

Bunun tersini söyleyenler, evrensel dilden habersiz kimselerdi...

Bu dili bilen biri, ister çölün ortasında, ister büyük kentlerin göbeğinde olsun, dünyada her zaman bir başkasını beklemekte olan biri bulunduğunu kolayca anlayabilirdi...

***

İki insan karşılaşınca, gözleri buluşunca, bütün geçmiş ve bütün gelecek artık bütün önemini yitirirdi...

***

Yalnızca o an vardı...

Gökkubbe alther şeyin aynı ‘El’ tarafından yazıldığı gerçeği vardı...

Bu inanılmaz bir gerçekti...

***

Aşk’ı yaratan, çalışan, dinlenen ve güneş ışığı altında hazineler arayan her kimse için sevilecek birini yaratmak El’in gerçeğiydi...

***

Böyle olmasaydı insan soyunun hayallerinin hiçbir anlamı olmazdı...

***

Ertesi gün; genç kızı beklemek için kuyuya gitti delikanlı...

Fatima su doldurmak için kuyuya geldi...

- ‘Sana tek bir şey söylemek için geldim...’ dedi...

- ‘Seni seviyorum...’

ŞANSSIZLIĞIN ŞANSA DÖNÜŞTÜĞÜ AN...

Genç kız testiyi taşırdı...

-“Seni her gün burada bekleyeceğim... Piramitlerin yakınında bulunan bir hazineyi aramak için bütün çölü geçtim...

***

Çıkan savaş benim için tam bir şanssızlıktı... Aynı savaş şimdi benim için bir şans... Çünkü burada senin yanında kalıyorum...”

“ALLAH; İKTİDAR SAVAŞINDA KİMİN YANINDADIR?..”

Bir aya yakındır vahadaydılar...

Kervan Başı bir gün herkesi toplantıya çağırdı... - ‘Savaşın ne zaman biteceğini bilmiyoruz...’ dedi... -“Tekrar yola çıkmamız olanaksız... Savaş kuşkusuz daha uzun süre devam edecek... Belki de yıllarca...

***

İki taraf da cesur ve kahraman muhariplerle dolu... İki ordu da savaşmaktan gurur duyuyor...

***

Bu iyiler ile kötüler arasında bir savaş değil... Aynı iktidarı ele geçirmek isteyen güçler arasında bir savaş bu... Böyle bir savaşta Allah iki tarafın da yanındadır...

“İNSAN SEVİNCE; NESNELER DAHA FAZLA ANLAM KAZANIR...”

‘Evrenin Dili’ni kavrıyorum...’ diye düşündü...

-’Bu dünyada her şeyin bir anlamı var... Atmacaların uçuşuna varıncaya kadar...’

***

Bir kadına duyduğu aşk için, içinde derin bir minnet hissetti...

‘İnsan sevince’ diye düşündü;

‘Nesneler daha çok anlam kazanıyor...’

***

Birden atmacaların biri, ötekine saldırmak için pike yaptı...

O anda delikanlının gözünün önünde ani ve kısa bir görüntü belirdi...

***

Silahlı bir birlik, elde kılıç Vaha’yı işgal ediyordu...

Görüntü hemen yok oldu...

Ama bıraktığı etki çok canlıydı...

***

Seraplardan söz edildiğini duymuş; birkaç serap görmüştü...

Çölün kumlarında somutlaşan arzulardı bunlar...

Ne var ki bir ordunun Vaha’yı ele geçirdiğini hiç görmek istememişti...

***

Bunları unutmak ve tekrar düşünmeye dalmak istedi...

Yeniden çöle ve taşlara yönelmek istedi...

Ama yüreğindeki bir şey rahat bırakmıyordu onu...

***

-‘Her zaman işaretleri izle...’ demişti Yaşlı Kral...

Fatima’yı düşündü...

Sonra gördüğü görüntüyü anımsadı...

Ve bu olayın gerçeklikten pek uzak olmadığını sezdi...

Bir kez daha nesnelerin çoğul dilini anlıyordu...

-‘Bir ordu yaklaşıyor...’ dedi...

-‘Bir görüntü gördüm...’

***

-‘Bizim burada kaç kuşaktır yaşadığımızı bildiği halde, Çöl böyle bir şeyi bir yabancıya neden söylesin?..’ dedi kabile reisi...

-‘Çünkü benim gözlerim, henüz çöle alışmadı, bu nedenle alışmış gözlerin göremeyeceği şeyleri ben görebilirim...’ diye cevap verdi...

***

‘Ayrıca ben Evren’in Ruhu’nun ne olduğunu biliyorum’ diye düşündü, ancak karşı tarafın buna inanmadığını bildiğinden sustu...

***

-‘’Vaha tarafsız bir yerdir... Hiç kimse saldırmaz bir Vaha’ya...’ dedi bir başka kabile reisi...

-‘Ben yalnızca gördüğümü söylüyorum... Bana inanmak istemiyorsanız, bir şey yapmazsınız...’

GAZETECİNİN ŞİFRELERİ GÖRMEYE BAŞLADIĞI AN...

On yıldır yüzlerini görmediği arkadaşları, yeni tanıştığı, öngörmediği bir ilişkiye dönüşen sevgilisiyle ilişkisi; çocuklarıyla ayakta tutmaya çalıştığı ailesiyle; zor günlerin içinden geçiyordu gazeteci...

***

Türkiye; büyük bir altüst oluş yaşıyor; hapisler, davalar, hesaplaşmalar gırla gidiyor; alışılmış düzen, bütün kalıplarıyla altüst oluyordu...

***

Beklenmedik saldırılar, birbiriyle bağlantısı yokmuş gibi yürütülen taarruzlar, suç duyuruları, üzerinden yıllar geçmiş olayların üzerinden yaratılan iftiralar, çarpıtmalar; geçmiş ilişkilerinde durup durup ortaya çıkan sanal hesaplaşmalar arasında; neyin ne olduğunu anlayamadığı bir ‘çöl’ün ortasında yapayalnız ve çaresiz hissediyordu kendisini gazeteci...

***

Hayat kendisini, inanılmaz biçimde zorluyordu...

Bildiği bütün ezberler boşa çıkıyor;

Hiçbir şey doğru düzgün anlamlandırılamıyordu...

***

Yaşadıklarının; hayatı boyunca, kendi arkasından çevrilen organize kumpasların ve pisliğin; ortaya serilmesini hazırlayan çok meşakkatli bir süreç olacağını o günlerde anlamıyordu...

***

Elli yıllık hayatında; başına örülen bütün çoraplar, kumpaslar, karanlık operasyonlar, önündeki altı yıl içinde adım adım gözlerinin önüne serilecekti...

***

Korkunç gerçekle karşı karşıya kaldığında, gözleri faltaşı gibi açılacak, ‘bunları nasıl göremedim’ diye için için hayıflanacaktı...

***

Görebilmesi için, Evren’in Dili’ni öğrenmesi, işaretleri okuyabilmesi, görünmez şeyleri gönül gözüyle görme becerisine kavuşması gerekiyordu...

***

Bir başka deyişle gerçek bir Simyacı eğitimi alması gerekiyordu...

Tanrı öyle istiyordu...

Yazının devamı...

Dünyanın tüm dillerinden daha etkili olan dil: ‘Coşku dili...’

Koyunlar Çoban Santiago’ya çok önemli bir şey öğretmişlerdi...

***

‘Yeryüzünde herkesin anladığı bir dil vardır’ ve kendisi kristal dükkanını geliştirirken bu dilden yararlanmıştı...

***

Bu ‘coşku’nun diliydi...

Arzu edilen ya da inanılan bir şeyi gerçekleştirmek için, sevgi ve tutkuyla yapılan girişimlerin diliydi...

***

Tanca kenti artık onun için yabancı bir kent değildi...

Burayı fethettiği gibi, bütün dünyayı fethedebileceğini hissetti...

***

‘Bir şeyi gerçekten istediğin zaman, arzunu gerçekleştirmeni sağlamak için bütün evren işbirliği yapar...’ demişti yaşlı kral...

***

Koyunlarıma neden kavuşmak istediğimi çok iyi biliyordu...

Koyunları çoktandır tanıyordu...

İnsana fazla yük olmazlardı... Ve sevebilirdi onları...

***

Hazinesini ise çöl gizliyordu...

Ama çölü sevecek mi, sevemeyecek mi bunu bilmiyordu...

***

‘Hazineyi bulamayacak olursam yine yurduma dönebilirim...’ diye düşündü...

‘İşte hayat; ihtiyacım olan parayı bir anda verdi bana ve gereken zamanım da var...

Öyleyse neden olmasın?..’

***

O anda içinde müthiş bir rahatlama hissetti...

İstediği anda tekrar çobanlık yapabilirdi...

Canının çektiği anda kristal satıcısı olabilirdi...

***

Belki de dünya başka hazineler de gizliyordu...

Ama kendisi bir tek düş görmüş ve bir yaşlı krala rastlamıştı...

Bu da herkesin başına gelmezdi...

***

Kahveden çıkarken çok mutluydu...

Urim ile Tummim’i ellerine aldı... Yaşlı Kral’ın verdiği bu iki taş sayesinde, işte yeniden hazinenin izini sürüyordu...

***

‘Ben her zaman kendi Kişisel Menkıbesi’ni yaşayanların yanındayım’ demişti Yaşlı Kral...

***

Piramitlerin gerçekten de çok uzakta olup olmadıklarını öğrenmek için ambara kadar yürüse ne kaybederdi?..

“HAYATTA BÜTÜN RASTLANTILAR BİR İŞARETTİR...”

‘Hayatta her şey işarettir...’ dedi İngiliz; okumakta olduğu dergiyi kapatarak...

***

‘Evren herkesin anlayacağı bir dilde varolmuştur...

Ama insanlar unutmuştur bu dili...

***

Birçok şeyle birlikte bu Evrensel Dil’i arıyorum ben...

Bu yüzden buradayım... Çünkü bu Evrensel Dil’i bilen birini bulmam gerekiyor...

Bir Simyacı’yı...’

***

İşaretleri ‘talih’ gibi tanımlıyordu adam... ‘Becerebilsem ‘talih’ ve ‘rastlantı’ sözcükleri üzerinden büyük bir ansiklopedi yazardım...

Evrensel Dil bu sözcüklerle yazılır...’ dedi...

ÖNSEZİLER; İNSANLIK IRMAĞININ İÇİNDEKİ ORTAK BİLGİLERİN ADIDIR...

‘Önseziler’ derdi annesi ona sık sık... Önsezilerin; içinde bütün insan hayatlarının bir bütün oluşturacak şekilde birbirine bağlandığı hayat ırmağının evrensel akışına, ruhun yaptığı ani dalışlar olduğunu anlamaya başlamıştı...

***

Öyle ki her şey yazılı olduğu için her şeyi bilebilirdik...

‘Her şeyi temel kural yönlendiriyor...’ dedi...

Buna simyada; ‘Evrenin Ruhu’ adı verilir...

***

Bütün kalbimizle bir şeyi istediğimiz zaman, Evrenin Ruhu’na daha yakın oluruz...

Olumlu bir güçtür...

***

Bu, insanlara özgü bir ayrıcalık değildi... İster bir maden, ister bir bitki, ister bir hayvan ya da düşünce olsun, yeryüzünde bulunan her şeyin bir ruhu vardı...

***

Toprağın altında ve üzerinde bulunan her şey durmadan değişirdi... Çünkü toprak canlıydı ve bir ruhu vardı...

***

Bizler de bu Ruh’un bir parçasıydık...

Onun bizim yararımıza çalıştığını pek bilmezdik...

***

Çölde ilerleyen kervanı gözlemledi...

Kervan ve çöl aynı dili konuşuyorlardı...

Çöl; kervanın ilerlemesine bu nedenle izin veriyordu...

***

Kendisiyle kusursuz bir eş uyum içinde olup olmadığını anlamak için, kervanın her adımını hissediyordu... Durum uyumluysa, kervan vahaya ulaşacaktı...

***

Ama içlerinden biri, ne kadar cesur olursa olsun, bu dili anlamayacak olursa daha ilk günden ölürdü...

EVREN’İN RUHUNU ANLAYANLAR; NESNELERİN DİLİNİ ANLARLAR...

Evrenin bir ruhu olduğunu ve bu ruhu anlayan kimsenin; nesnelerin dilini anlayacağını öğrendi...

***

O andan sonra, delikanlının simyaya olan ilgisi iyice büyüdü...

Biraz sabırla her şeyi altına dönüştürebileceğini düşünüyordu...

***

Bunu başarmış olan insanların yaşam öykülerini okudu...

Helvetius, Elias, Fulcanelli, Geber...

Büyüleyici öykülerdi bunlar...

***

Hepsi kendi Kişisel Menkıbeleri’ni sonuna kadar yaşıyorlardı... Yolculuklar yapıyorlar; bilginlerle buluşuyorlar, inançsızların gözlerinin önünde mucizeler yaratıyorlardı...

***

Birçok simyacının kendi Kişisel Menkıbe’sini yaşadığını ve sonunda Evrenin Ruhu’nu, Felsefe Taşı’nı, Ebedi Hayat İksiri’ni keşfettiklerini öğrendi...

***

Delikanlı çölün sessiz enginliğinde, hayvanların yürürken kaldırdıkları kumu seyretmeye koyuldu...

***

‘Herkesin kendine göre bir öğrenme tarzı var...’ diye tekrarladı kendi kendine...

***

‘Onun öğrenme tarzı, benim öğrenme tarzım değil... Ama o da ben de kendi Kişisel Menkıbe’mizi arıyoruz; bu yüzden ona saygı duyuyorum...’

HAYAT YAŞADIĞIN ANDIR...

‘Yaşıyorum...’ dedi deveci delikanlıya, ay ve kamp ateşi olmayan bir gece hurma yerken birlikte...

***

‘Bir şey yerken, yemekten başka bir şey düşünmem... Yürüdüğüm zaman da yürüyeceğim hepsi bu...

Savaşmak zorunda kalırsam, ölüm şu gün ya da bugün gelmiş vız gelir tırıs gider... ben ne geçmişte ne gelecekte yaşıyorum...

***

Benim sadece ‘şimdim’ var ve beni sadece o ilgilendirir...

Her zaman şimdide yaşamayı başarabilirsen mutlu bir insan olursun...

***

Çölde hayat olduğunu, gökyüzünde yıldızlar olduğunu, insan hayatının özünde bulunduğu için kabile muhariplerinin savaştığını anlayacaksın...

***

O zaman hayat bir bayram, bir şenlik olacak... Çünkü hayat yaşamakta olduğumuz andan ibarettir ve sadece budur...

***

‘Belki de Tanrı çölü; insanlar hurma ağaçlarını görünce sevinsinler diye yarattı’ diye düşündü delikanlı...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.