Şampiy10
Magazin
Gündem

Pastırma Yazı

Önümde bir pencere. Adlı adınca söylemek gerekirse pencereli bir oda. 20 yıl önce, tıpkı bugünlerdeki gibi pastırma yazına bakan bir üniversite odasında, geçici tıfıl bir asistanım. Maksadımı aşmaksızın Türkçe dilini ve Ortadoğulu olmayı anlatıyorum kendi yaşımdaki yabancı insanlara, hatta daha büyüklere. Bir cuma günü olmalı. İkindiden sonraki saatlerden biri. Kimya Fakültesi’nin, hemen bitişikten gelen kimya kokuları odaya sızmış. Bir de dışardaki çınar yapraklı hüzünlü ilk güz.

Pencereler başka bir hayaldir. Bazen hayal etmekten fazlası olur ve gerçek bütün hayallerin önüne geçer.

Öyle de oluyor, onu görüyorum. Tanıdık biri. Gurbette ne kıymetlidir tanışık olmak.

Ve pencereden belime kadar sarkıp ona sesleniyorum. O ses, son heceler koca bahçede yankılanıyor. ‘Cİ-ĞİM.

Benzer duygular içerisinde yürüdüğü koskocaman bir kampüsün yalnızlık aşılayan pastırma yaz kokulu bahçesinde ilk başta duymuyor o iki heceli beni.

Bir kez, sonra bir kez daha sesleniyorum.

O zaman adını tümüyle tanıyor. Kafasını kaldırıyor ve bir müddet şaşkınlıkla Kimya Fakültesi’nin hemen yanındaki binadan sarkan tıfıl asistana, onun arkasındaki pencereye, o pencereye sığan bizim buralar kokan tınıya bakıp duruveriyor. Ve sonra pencere coşkusuna denk, hesapsız bir gülüşle o tıfılı selamlıyor da selamlıyor.

İki üç gün sonra ‘yıllar var’ diyor, ABD’deki tuhaf yalnızlık dolu öğrencilik hayatını özetleyerek, kimse bana yarı beline kadar pencereden sarkıp böylesi bir coşkuyla seslenmemişti. Gözlerindeki, muzip bir bakış. Galiba, bende de. O sıra Türkiye’yi nasıl hem de nasıl özlüyoruz.

***

Yurtdışında bir toplantıdayız. Aklımda öyle kalmış. Ayağımda dolgu topuk süet ayakkabılar. Yürümem biraz sağa biraz da sola kayıyor. Dengesiz, komik bir haldeyim. Bir ara bana dönüyor ve büyük bir samimiyet ve o samimiyete eşlik eden büyük bir gülümsemeyle ‘o ayakkabılar sana dar geliyor,’ diyor.

Bu, bir gün önce, bir masada otururken bana sorduğu sorudaki içtenlik gibi:

Gülmeyi seviyorsun değil mi?

Cevabım belli. Beni tanıyanlar için hiç de ilginç olmayan bir cevap.

İlginç olanı ise ondan geliyor.

‘Aslında ben de gülmeyi çok seven bir insanım.’

Yüzüne bir müddet baktığımı hatırlıyorum.

Sonra bir yerlerden gol sesi geliyor. (O sırada bir şeylerin dünya kupası bilmem nesi var). Sonra içeceklerimiz. Sonra salatalar. Ve sonra, şimdi unuttuğum bir sürü konu akşama ve masaya sığışıyor.

***

Bu kısa yazıdaki ilk bölüm üniversiteden atılan akademisyen bir arkadaşıma, ikinci bölümse şu an cezaevinde tutuklu olan bir yazar arkadaşıma ait, Adlarını vermekte de sakınca yok. İlki Yücel Hoca’ya. Yücel Demirer’e ait. Diğeri ise Aslı Erdoğan’a.

Bu aralar böyleyim. Her gün aldığım haberler karşısında, güne iki üç saat gecikmeyle, tuhaf tuhaf anılarla başlıyorum. Bir de ortada gezinen hain virüs var. Ateş, mide bulantısı, halsizlik ve tümden mutsuzluk veriyor insana. En son Sevgili Necmiye Alpay’ın haberiyle kalakalıyorum, virüs bir kez daha dolanıyor boynuma. Türkiye’nin en önde gelen dilbilimcisi, kitaplarıyla, yazılarıyla hepimize eşsiz bir yol sunan o insan, tutuklanıyor. Onunla ilgili anılarımın başında, eskiden Radikal Gazetesi’nde çıkan yazılarını uzun uzun düşünmem var. Dilimizle ilgili bitip tükenmeyen sağaltıcı gözlemlerini. Yazı işçiliğini. Hepimize verdiği kalem şevkini.

Böyle bir pastırma yazı bu işte. Yapraklar sonbaharın muhteşem renklerine bürünmeye hazırlanırken.

Yazının devamı...

Bir rüya

Merhaba! Nasılsınız? Ben size, iki yazısız haftanın üstüne bir rüyadan bahsedeceğim bugün.

***

Rüya bu ya, Türkiye, bir turizm ülkesi olmuş!

Turizm o kadar tavan yapmış ki, o muhteşem kıyıların muhteşem gün batımları ve gün doğumları, insanı insanla buluşturmaktan başka tasa yüklenemez hale gelmiş.

O zaman, ülkedeki strateji uzmanları, tası tarağı toplayıp daha ciddi ve daha stratejik buldukları diyarlarda insansız yorumlarına devam etmek durumunda kalmışlar.

Strateji uzmanları ülkeyi bırakıp gidince politikacıların da elden ayaktan kesildiğini tahmin etmek zor değilmiş. Politikacılar, inatla yapıştıkları o eski kazma ruh yerine, daha insancıl, daha yeryüzü kokan politikalar üretmeye, atıyorum, metal ağlarla ülkeyi örmek ve sonra o metallere baka baka ettikleri ‘Rabbim Bizi Koru’ vb. manevi cümleler yerine, katlettikleri ormanların, derelerin, ağaçların da bir ruhu olduğunu düşünmeye, Rabbin metalde değil, yaşamda, nefeste, doğada gezindiğini, eh düşüne düşüne de olsa, yani ağır, çok ağır da olsa, zamana yayarak anlamaya başlamışlar. Yine çok uzun zaman sonra, düşmansız yaşamanın mümkün olduğunu, bir insanın, bir ülkenin ya da bir gezegenin kendini var etmesi için düşmanlara, nefrete ve savaşa ihtiyacı olmadığını zar zor da olsa kabullenmişler. Politikanın gerginlik olmadığını, gerginliğin yegâne işe yaradığı yerin çamaşır ipleri olduğunu da anlamakta epey güçlük çekmişler. Akdeniz, Karadeniz, Ege’yi gören yamaçlara yayılmış çamaşır iplerindeki kar beyazı çamaşırları gördüklerinde zıvanadan çıktıkları, anlamlarını boşalta boşalta hiçledikleri sözcüklere (örneğin demokrasi, örneğin adalet, örneğin özgürlük) denize düşen mandallar gibi sarıldıkları görülmüş. Ama boş! Denizdeki mandalları kim ne yapsınmış...

Çünkü Türkiye, terörizmle, şiddetle, ayrımcılıkla, hukuksuzlukla, yolsuzlukla geçirilen onca yılın üstüne, bir kaos ülkesi olmak yerine, evet, bir turizm ülkesi olmuş! Öfkeyi, nefreti, kutuplaşmayı, kinayeyi, kıskançlığı, al takke ver külahı pek seven kimilerinin işine hiç gelmese de, böyle...

Rüya bu ya, zeytin ağaçlarının altında insanlar kitaplar okur, birbirlerine derin derin bakar, zaman zaman susmanın erdemine varırlarmış. Bir turizm ülkesi olduğundan beri Türkiye, insanlar birbirlerinin mutluluğunu azaltmaz çoğaltır, sen ben kavgasını bütün eşiklerde bırakır ve en kutsal mekânları olan insanlıklarına, barışa, huzura, rızka, kısacası Türkiyelerine, yaşama ibadet eder gibi, sağ ayaklarıyla her gün yeniden, her defasında gülümseyerek, inançla ve umutla başlarlarmış.

Ve artık yazarlar, nefer olmaktan çıkmış, işlerini yapar hale gelmiş, kısacası yazar olmuşlar; ve artık askerler, savaşçı olmaktan çıkmış, bir gölge haline dönüşmüşler, ve artık panzerler, F-16’lar, roketatarlar müzelik olmuş, o müzelerde ‘her şeyden korktuğumuz günlerin ibretlik metal yığınları’ etiketiyle 9-12 yaşlarındaki meraklı ve karınları zil çalan haylaz çocuklara öğle üstü sergilenir hale gelmişler.

Ve elbette din. Yüzde 99’u Müslüman olan bir turizm ülkesinde, kimse kimseyi Müslümanlık sınavına sokmaz hale gelmiş. Dahası laikliği yıllarca duyumsamış bir ülkede din artık olması gerektiği yerde taht kurmuş, insanların vicdanlarındaki asıl yerini almış. Kimin hangi dinden olduğu değil, kimin nasıl bir vicdana sahip olduğu esasmış.

Gerginlik üretmeyi sevenler için çok zor günlermiş. Ama onlar bile pes etmek durumunda kalmışlar. Türkiye, bombalarıyla değil, sanatıyla, bilimiyle, denizleri, dağları, ovaları, tarihiyle (sadece Osmanlı değil!) dünyanın ekseninde yer almaya başladığında ne düşünmek suç haline gelir olmuş, ne soru sormak. İfade özgürlüğü Türkiye’nin cenneti olmuş, Türkiye de onun cenneti. Sonrası mı? Gelsin turistlermiş...

***

Böylesi bir rüya için geç kalmış sayılmayız. Her şeye rağmen, her şeye karşın. Bombalar bombaları takip etse dahi.

***

Ve elbette edebiyatına saygı duyduğum bir meslektaşı olarak şu notu paylaşmak benim için son derece önemli:

Aslı Erdoğan içerdeyse hiçbirimiz dışarıda değiliz.

Yazının devamı...

Hakkari’de kaçıncı mevsim?

İki yıl öncesi. Sıcak sokaklarında gezinip durduğum Hakkari’de, daha önce hiç tanımadığım bir aile beni evine davet ediyor. Hayatımın en yabancı ve en içten ikindi çaylarını orada içiyorum. Konuştukça birbirinin içine giren onca öykü dökülüveriyor aramızdaki halının üstüne. Hakkari’nin o zamandaki öyküsü de tümden kırık ve yaralı. Zaman zaman gözlerimin buğulanmasına engel olamadığım biçare insan öykülerinde insanların kaderinin değişebileceğine dair umutları taşımak istiyorum içimde. O yaz sonu hâlâ yerden buharın yükseldiği bu görkemli diyarda renkli yerel elbiselerinde moru, kırmızıyı ve yeşili taşıyan güzelim kadınların yüzlerindeki erken ve derin çizgilerin nasıl silinebileceğini düşünmeye çalışıyorum. Bu pek de mümkün olmuyor. Sonra evin 6-7 yaşlarındaki yeğeniyle balkona çıkıp tetris oynuyoruz. Evin hemen karşısındaki Sümbül Dağı’nın tok gözleri eşliğinde taşlar birbirinin üzerine düşüyor, birbirinin içinde eriyor.

***

Onlarla, o günden bu yana iletişimim kopmadı. Bayramlaştık, seyranlaştık, dertleştik. Çok zor günlerden geçtiklerini, içlerinin kan ağladığını bildiğim halde, bana yazdıkları hep dost kelamıydı. Hep bir ‘nasılsın’, hep bir ‘Allah iyilik versin.’ Son durumda varılan yerde ise ben aradım onları. Yüksekova’nın il, Hakkari’nin ilçe olması gerçeğiyle burun buruna geldikleri bu süreçte ne yapıyorlar ne ediyorlar bilmek istedim.

Elbette çok üzgünler ve dertliler. Oluşturdukları inisiyatifle seslerini duyurmaya özen gösteriyorlar. Bir köprü olmak haddime değil belki ama ben bu insanların o ya da bu şekilde aldıkları yaraların artık bitmesi gerektiğine inanıyorum. Türkiye’de gerçek bir buluşma olduğunda bunun sınır tanımayan bir buluşma olacağına dair inancım hâlâ devam ettiği için de bu köşede mesajlarını paylaşmayı bir dost borcu biliyorum:

‘1936’da il olan Hakkari’nin ve Yüksekova’nın o dönemdeki hükümetler tarafından bugünkü coğrafi konumu elbette bilinmekteydi. Ancak tarihi ve turistik bir kent olan, içine Sümerler, Âsuriler, Bâbilliler, Medler gibi büyük medeniyetleri sığdıran, fethedilmesinde büyük bedeller ödenen Hakkari ili bölgenin vazgeçilmez bir yerleşim birimi olması nedeniyle her zaman gündemde kalma özelliğini kazanmıştır.

1936’dan beri il olan Hakkari’nin Yüksekova ilçesine taşınma planlarının yapılması yörede yaşayan halk tarafından büyük bir üzüntüyle karşılanmaktadır. Hakkari halkının tamamı Yüksekova ilçesinin il olmasını istemekle beraber, Hakkâri’nin de il olarak devam etmesini arzu etmektedirler.

Büyük medeniyetlere ev sahipliğini yapan tarihi kent Hakkari’de, ilde yaşayan aşağı yukarı halkın tamamı hükümetin il ve ilçelerinde yürüttüğü kamu harcamalarıyla ayakta kalarak geçimlerini sağlamaktadırlar. Hakkari ilinin ilden düşmesi halinde büyük kamu harcamalarından vazgeçileceği, nüfusta büyük bir düşüş yaşanacağından Hakkari halkının tamamı büyük bir mağduriyet yaşayacaktır.

Geçmişte, birilerinin yanlış yönlendirilmesiyle devlet büyüklerimizin ilimize teşriflerinde verilen yanlış tepkiler sonucunda ilimize, halkımıza, kültür ve medeniyetimize yakışmayan büyük hatalar yapılmış veya yaptırılmış olabilir. Ancak halkımız erdemli duruşuyla, tasvip etmediği bu davranışları ve bu konuda yaşadığı üzüntüyü, o günlerden bu günlere her platformda her zaman aktarmıştır. Devlet büyüklerimize diyoruz ki lütfen değerlerimize, hayallerimize, umutlarımıza, geleceğimize dokunmayın.’

***

Varlık Dergisi bu sayısını Sevgi Soysal’a ayırmış. ‘Darbe’ günlerini ‘Türkiyem’ ve ‘Dombra’ şarkılarıyla geride bırakırken Sevgi Soysal ve yazdıkları mutlaka hatırlanmalı. Her türlü militer ve ona benzer şiddetin insanda yarattığı yaralar ve elbette insanın ona karşı geliştirebileceği yaşama direnci...

Ben iki hafta yokum. Kendinize iyi bakın.

Yazının devamı...

Şarkıcılar

‘İnsan toprağın içinde neler olup bittiğini bir bakışta göremiyor olsa da, filizlenen, açılan, büyüyen, bizlerin bir parçası olacak olan tohumlar vardı orada. Görünmeyen ama var olan şeyler.’

LauraEsquivel, Lupita Ütü Yapmayı Seviyordu, Can Yayınları, çev. İnci Kut

Bir kadın polisin öyküsünü anlatıyordu kitap. Kadının bir cinayete tanık olmasıyla başlayan macera, sayfalarla akıp gidiyordu.

‘Çayını tazeleyim mi?’

Başını kaldırdı. ‘Tamam’ dedi.

Aylardır bildiği o yüz, çaycının mahzun garsonu, dert babası haliyle tepesindeydi yine. Yanlarından moralsiz bir tramvay daha geçti. Bir de o şarkı:

‘Değdi saçlarıma bahar gülleri’

Ve sonra şarkıda en çok bildiği o sözler geldi:

‘Nazende sevgilim yâdıma düştün’

Garson çayını getirmek için kaybolduğunda şarkının izini daha rahat takip etti. İlerde, kilisenin orada gençten üç oğlandılar, sessiz sessiz söylüyorlardı, gözlerim yoldadır kulağım nefeste... Ellerinde darbuka, saz, gitar, ben seni unutmam en son nefeste, gurbette sevgilim aklıma düştün... Yanındaki masalardan tek tük kafasını kaldırıp o yöne bakanlar oldu, bir iki kedi daha, belki ilerdeki ayakkabı dükkânından yeni çıkmış birileri.

Bu sıcak sert rüzgârda onlar başka bir şarkıya geçmişlerdi bile. Daha yavaş, kimsenin pek bilmediği, üzerlerindeki cılız ilgiyi tümden kaybedecekleri çok hüzünlü, esasen güne pek uyan bir tınıydı bu. O saate, okuduğu kitaba, birazdan masasına çay getirecek garsona, yan masalardaki sessizliğe, mırıl mırıllığa çok uyacak bir müzik. Tam da bu yüzden kimsenin umursamayacağı bir şarkı!

Sahiden de yanındaki masalar eski kuytularına geri dönmüş, bir gün önce ilan edilmiş OHAL’ikısık kısık konuşmaya dalmışlardı. O ise, yapacak başka bir şey bulamadı ve kitaptaki kahramanı Lupita’ya geri döndü; Lupita’nın o korkunç cinayete tanık olduktan sonra, kafa dağıtmak için ütü yaparkenki haline:

‘Lupita farkında değildi ama yaptığı ütü, başka zamanlardan farklı olarak hoyratça ve beceriksizceydi... Bu dünyadan yok olup gitmeyi, kendisi olmaktan çıkmayı arzu ediyor ama bir yandan da ölmekten müthiş korkuyordu. Her an aklını kaçırabileceğini, tamamen çıldırabileceğini sezinliyordu. Ütüyü fişten çekip bir yana bıraktı.’

İşte tam bu sırada olan oldu zaten. O esnada garsonun ayağı OHAL’iusul usul konuşanların taburesine dolanmış, elindeki çay bardakları şangur şungur yeri boylamıştı. Lupita ütüyü fişten çekmiş ve kilisenin önündeki oğlanlar başlamışlardı nar danesi danesi seviyom bir danesi demeye. O sırada, yani Lupita, ütüyü fişten çektiği sırada, tramvayın içine doluşan ne olursa olsun neşesini yitirmeyen kadınlar ordusu, canları limonata çektiği için tramvaydan kendilerini zor atmış ve limonatayı unutup başlamışlardı bizim oğlanlarla birlikte dans edip şarkı söylemeye: nar danesi danesi de..

Ve hatta, sigaralarını fişekleyerek, caddeye, ülkeye ve dünyaya göz kırparak demişlerdi ki:

Yap-ra-ğı-na gül bağladım!

Ve sonra bir tanesi, muhtemelen Lupita’ya çok benzeyeni, koşmayı, gökyüzüne bakmayı, dans etmeyi, yün örmeyi, gevezelik yapmayı çok seveni, hatalarıyla barış ilan etmeyi bileni, gerekene haddini bildireni, gerekmeyeni umursamamayı öğrenmiş olanı, saçları o yapışkan havada bile uçuşanı, güzelim kadın, ‘gençler beni takip edin bakalım’ diyerek mikrofonu eline alıp (vallahi) başlamıştı ahaliyi coşturmaya:

Muhabbet bağına girdim bu gece.

OHAL, olmuştu sana bu hal.

Yazının devamı...

Fesleğenler

İki tombulca oğlan, atmışlar tahta el arabalarına fesleğenleri, arada ellerini onlara karıştırıp güle oynaya arka sokaklarda geziniyor. Gezinmek bahane, bal gibi satış yapıyorlar. (Belki de bahane olan satış!) Ne olursa olsun işe yaramış, öyle ya sabahtan beri el arabasının üstü epey kelleşmiş.

Apartmanlara muzipçe bakıp ıslıkla karışık bir ritimle ‘Fesleğen!’ diye bağırıyor ve gülüşüyorlar, keyifleri yerinde.

Bizim ikilinin aralarında kesin bir uyum var; hakkını vererek şakalaşıyorlar. Bir ara önlerinde mal boşaltmak için park etmiş koca minibüsü polis otolarındaki mekanik sesi taklit ederek uyarmayı da ihmal etmiyorlar. Yüzlerinde o kadar net bir samimiyet var ki, paldır küldür dükkândan çıkan terli minibüs şoförü bile bir süre sonra onlarla laflamaya başlıyor. Dahası bir saksı fesleğen de o alıyor! Sadece o olsa iyi. Dükkân sahibi de dayanamıyor.

Bu fesleğenli oğlanlar son günlerde gördüğüm en neşeli görüntünün sahipleri! Topak yeşillerin arasında en az o yeşiller kadar tombalak, kayıtsız, kaygısız, mesaiyi boşlamış haşarı, toz içinde kirloş iki melek gibiler. Yanlarından geçenlere kaş göz edip durduruyorlar.

‘Al be abla fesleğen işte!’

Karşı taraf ise onlar kadar mutlu olmayan, yaşlı, düşünceli bir cephe:

‘Yok, almayacağım evladım.’

Mutlu cephe:

‘Al işte...’

Yaşlı, inatçı, huzursuz cephe:

‘Yok dedim ya.’

Mutlu:

‘Al işte. İki tane al, birini arkadaşına hediye edersin.’

Mutsuz:

‘Yok artık daha neler!’

Sonuç: O abla ve sonrasındaki ‘ablalar’, kollarında birer ikişer tıknaz fesleğenle gözden kaybolur. Bir süre sonra oğlanlar da. Sokaktan aynı tozutmuş neşeyle kıvrılıp giderler. Dertlenirim, tüh bir koşu gidip niye bir tane de ben almadım diye. O komik oğlanların fesleğenlere sinmiş iyi kalplilik tılsımını hissetmek fena mı olurdu diye düşünüp dururum. Sonraki günlerde hakim olan ise, o sokakta başlayıp, bütün güne başka başka evlerden yayılacak fesleğen kokusudur. Kent, bu yüzden mi bir başka kokar, ara ara, küçük anlarda, kendi halindeki balkonlarda, unutulmuş televizyon kenarlarında, kimi alçak gönüllü mutfak raflarında?

Abarttığımı fark ederim. Bu fesleğenli oğlanları ben mi yarattım kafamda acaba diye bir tasa kaplar içimi. Öyle ya her yerde gördüğüm onca mutsuz, tedirgin insandan, ülkeyi kaplamış olan nemli havanın esaretine tutsak bırakılmış kaygılı yüzden ve cıvık cıvık bir parodinin figüranı olmaya gebe bırakılmış bedenden sonra... Hayalsiz, ruhsuz, ezber, vasat bir çöl toprağında kalakalmışken... Cık cık diyerek bu fesleğenli serabı düşünürüm, iyi mi! O sırada televizyon ekranlarındaki sözcükler yüzüme tokat gibi çakmaktadır ‘ciddi, acil ve önemli işlerimiz var; kendi kendine konuşup durma!’ diye.

Ancak sonra hemen aklıma John Cheever’ın bir öyküsü gelir. O öyküde, kahramanımız Olga isimli bir kadın yaratmıştır zihninde. Bunu öykünün sonunda fark eder. O zaman der ki ‘Olga’yı ben uydurmuş olduğuma göre, başkalarını da uyduramaz mıydım; kara gözlü sarışınlar, şarkıcılar, hüzünlü esmerler, yalnızlık çeken ev kadınları? Olga’nın gidişi, bir başkasına yer açtığı anlamına geliyor olmaz mıydı?’

Hayal gücünün fesleğen rengi can simidine sıkı sıkıya tutunurum o zaman. Ciddi ciddi nefes alabilmek için. Acilen yaşamak için. En önemlisi, devam edebilmek için.

Yazının devamı...

Demokrasi günleri

‘Demokrasiden vazgeçmeyen herkese teşekkür ediyorum.’

Futbolcu Emre Belözoğlu’nun, Kısıklı demokrasi nöbetinde söylediklerinden.

***

Fazla lafı dolaştırmadan hemen başlayayım.

Bugünkü günlerimizi, yakın gelecekte bizi bekleyen çetrefil zamanı son derece önemli gözlemlerle açıklayan bir kitap okuyorum. Taha Parla’nın ‘Türkiye’de Anayasalar’ adlı kitabı, 1921-2016 yılları arasında ülke olarak anayasa önündeki zorlu sınavlarımızı anlatıyor.

Metis Yayınları’ndan çıkan ve beşinci baskısını yapan kitap, son bölümünde, çok önemli bir sorunsalımızı, ‘Başkanlık’ sistemini tartışıyor.

Aradan çekiliyorum ve kitapla sizi baş başa bırakıyorum:

‘Mesele basit eşdeğerli seçenekler meselesi değil, toplum için yaşamsal uzantıları ve sonuçları olacak, şahısları da aşan büyük bir sınav meselesidir. Asıl tartışılması gereken parlamenter sistemin, partiler demokrasisinin, yasama üstünlüğünün, yargı bağımsızlığının, eğitimin, sağlığın vs. nasıl ıslah edileceği, müzminleşmekte ve vahimleşmekte olan yürütmenin üstünlüğünün nasıl frenleneceği, iç ve dış savaş ve şiddet eğilimlerinin nasıl önleneceğidir.’

Hemen not düşelim: Taha Parla, ‘yürütmenin üstünlüğü’nü, ‘monarşik ve monokratik tarihte kökleri olan, ABD başkanlık sistemiyle sözde demokratik bir kisveye bürünen, iki dünya savaşı arasında (ve kısmen de sonrasında) faşizme evrilen, başkanlık sistemlerine ve tek-adam diktatoryalarına yol veren genel bir kategori’ olarak açıklıyor.

Sonrasında ise buna soyunan dünyadaki ‘karizmatik liderlerin’ bir toplumdan nasıl çıktığına değiniyor. Ona göre bu tiplerin çoğu ‘toplumların kuruluş, çalkantı, bunalım, patoloji dönemlerinde ortaya çıkan, patolojik sosyal kitle psikolojisinde yankı ve karşılık bulan kişiler ve işin esası toplumun problemlerinin bir çözümü değil, parçası semptomu olan kişiler. Bu noktada Parla, Hitler’i, baba-oğul Bush’u, Blair’i, onlara göre daha az sorunlu bulduğu Kennedy ve Roosevelt’i mercek altına alıyor. Sonrasında ise Sarkozy ve Hollande’a da atıfta bulunuyor. Ve nicesine.

‘Bu liderlerin en tehlikelilerini ise geleneksel toplum ve otorite üzerine oturanlar’ biçiminde aktarıyor Parla. Ve bir parantez daha açıyor:

‘Karizmatik yönetimlerinde tek şahıs her şeydir; toplumun diğer bireyleri değişen derecelerde değersiz sayılır.’

Şef ile kitle arasındaki ilişkinin sosyal ve bireysel psikolojik mekanizmasını ise şu şekilde aktarıyor: ‘Bir hiçtiniz, sizi ben bu hale getirdim, onun için bana biat edeceksiniz. Bu haliniz çok güzel, siz yüce bir milletsiniz ama bana borçlusunuz, o halde beni seveceksiniz ve bana sorgusuz sualsiz itaat edeceksiniz.’ Ve sonunda beklenilen gerçekleşiyor: ‘Artık bireylerde özsaygı kalmamıştır, birbirlerine saygı duymazlar, kurallar yoktur, şefin direktifleri vardır. Saygın olan yalnızca şeftir ve sonra da gözdeleri, avanesi, alt şefleri vs. gelir.’

Tüm bu olup bitenlerde yurttaşların değil, tarihçilerin, psikologların, psikiyatristlerin ve elbette siyasetçilerin görevlerini zamanında yapmadıkları için kabahatli olduklarını belirten Parla, tarihten sayısız örnek vererek, her şeye rağmen bizi net bir biçimde uyarıyor:

‘Tek-adam yönetimlerinin en yumuşağı bile, parlamenter sistemin eşdeğer bir alternatifi değil, onun antitezidir.’

‘Demokrasi’ günlerinden geçerken aklımızda olmasında fayda olan notlar. Son olarak kitaptan şunu da eklemeyi elzem buluyorum: ‘Parlamenter sistemin, yasamanın üstünlüğü ilkesi başkan şef sistemlerinin yürütmenin üstünlüğü yaklaşımından üstündür. Siyaset ve hukuk felsefesinin normu budur. Maksat demokrasi ise meclis üyeleri kadar tüm yurttaşların da özsaygısı ve vakarı bunu gerektirmektir. Güdümlü meclis ve güdümlü halk mı, onurlu ve saygın bir meclis ve halk mı?’

Bu kitabı edinip okuma fırsatınız olursa (lütfen olsun), Haldun Bayrı’nın çevirisiyle Medyascope’da yayımlanmış olan Alain Deneault’un söyleşini de okumanızı öneririm.

http://medyascope.tv/2016/06/19/alain-deneault-dunyayi-vasatlar-yonetiyor/

Yazının devamı...

Birlikte yaşamak

‘Onun bu unutkanlığı ve ilgisizliği karşısında içten içe kan ağladım ki ağlamaların en acısı budur’

Charles Dickens, Büyük Umutlar

***

Bu yazıya, bu zor günlerden geçerken, Gezi çocuklarına ithaf ederek başlamak isterim. Öyle ya, sürekli olarak demokrasi kuşanma hallerinin telaffuz edildiği günümüzde, yakın geçmişte onların da tek dileği buydu zaten. Daha iyi, daha yaşanılası bir Türkiye için meydanları doldurmuşlardı. Ama hiç ummadıkları biçimde güvenlik güçlerinin (kimileri artık ak kaşık olduğuna göre onlara FETÖ’cü mü desem) çok ama çok sert tepkileriyle karşılaştılar. Silahsız insanlara silah çekildi; silahsız çocuklar döve döve öldürüldü. Bu çocukların anneleri meydanlarda yuhalatıldı. Ve AKP’ye oy vermeyenler (en muhafazakâr demokrasi bile bu zorunluluğu dayatmaz) o günlerde akıl almaz bir şiddetin muhatabı olmak durumunda bırakıldı.

Şimdi... Sözcüklerin iki günde bir paçavraya döndüğü ülkemde, OHAL ‘özgürlük’ günlerinden geçerken, hakimiyetin milletin olduğu da yeniden hatırlandığına göre, birlikte olma ruhunun ne olduğunu yeniden düşünmek isterim. Bu ara tek yapabildiğim bu zaten. Ki bununla ilgili daha çok yazı yazacağımı hissediyorum.

Ama toplumsal olarak içinde bulunduğumuz hali (OHAL ve ruh halimiz) düşünerek (hakimiyet milletin olduğu kadar ruh sağlığının da olmalıdır diyerek) bugünkü yazımı başka bir tatla sürdürmek ve tamamlama niyetindeyim.

15 Temmuz’un peşi sıra, benzeri hallerde oradan oraya savrulduğumuz arkadaşlarımla yıllardır yapmadığım ada yolculuklarına çıktım. Maksat püfür püfür bir rüzgarda arkamıza bakmaksızın gitmekti. Ertelenmiş tatillerimin arasına minik minik ada kesitlerini bolca sığdırdım ve gün batımlarını, son yılların dehşetengiz gökdelenleriyle tamamlamakla haşır neşir İstanbul’uma farklı bir gözle baktım. İkindi ışıklarında gördüğüm İstanbul Anadolu yakası, elbette korkunçtu! Son yıllardaki göğü delme telaşının feci izlerini taşıyor, ufacık tefecik içi dolu betoncuk bulmacasının kestirmeden adı oluyordu. Nahoş İstanbul, bu haliyle, yüz buruşturuyordu. Sanki Türkiye’nin tatsız, savruk, nefret, kin ve intikam dolu renginin adıydı bu gri şehir. Artık dönüşü olmayan bir yolun yolcusu olduğumuzu hatırlatıyordu önümüzde serilmiş her şey...

Ancak sonra bir şey oldu.

Dalgalara inen akşam, karşı kıyıya da vurduğunda o beter şehrin yerini, hemen hepimizi güvertesine alıp güzelliklere bırakacak o koca ‘gemi’ aldı. Anadolu yakası, artık ışıklar içerisindeki bir gemiydi ve saatler ilerledikçe paha biçilmez bir gerdanlığa, hatta arada esen rüzgarla bir ütopya diyarına dönüşüvermişti.

Büyülenmemek elde değildi.

Aramızdan birileri değişen ne diye sormayı akıl ettiğinde biz geride kalanlar başladık o cevabı düşünmeye. Hiç kuşku yok ki cevabı hepimiz biliyorduk, yine de karşımızdaki sırlı kara parçası bizi serabıyla oyalamaya devam ediyordu.

Değişen ışıktı tabii. Ve o ışıkla birlikte hepimiz değişmiştik. Bunu bile bile uzun müddet İstanbul’a bakmaya, doya doya bakmaya devam ettik.

Bazen bildiğimiz şeyleri yeniden keşfetmek isteyeceğimiz o zamanlardan geçiyorduk, besbelli. Merak edenler için söyleyeyim: Bu umurumuzda bile değildi.

Ya ertesi gün?

Doğrusu onu düşünmeye takatimiz kalmamıştı.

Ertesi gün sayısız kalem sahibinin gözaltına alınıp tutuklandığı haberini aldım. Hiçbiriyle aynı kulvarda olmasam da tüm bunlara tanıklık ediyor olmak fazlasıyla düşündürdü beni. Ve bir kez daha ifade özgürlüğünün ne olup ne olmadığını, ülkemiz için ne kadar elzem hale gelmiş olduğunu terennüm ederken buldum kendimi. Bir de elbette şu: Demokrasi, gece gündüz, her eve, her koşulda, her zaman ve herkese lazım. Eğer amacımız, tüm farklılıklarımıza rağmen, birlikte yaşamaya niyet etmekse.

Yazının devamı...

Çöpler

‘Çöpümüzü sağa sola atmıyoruz, çöpe atıyoruz.’

Beşiktaş-Üsküdar motorundaki çaycının bir dolu mutsuz insandan oluşan motor ahalisine sesleniş konuşmasından

***

Çöpümüzü sağa sola atmaya alışkın bir milletiz. Çöpten kurtulmak her zaman esastır bizde. Nereye giderse gitsin!

Bir şarkıcımızın 15 Temmuz darbe girişiminden sonra müzik sektöründeki ‘darbe girişimcilerini’ cumhurbaşkanına liste halinde vereceği haberini okuduğumda Beşiktaş-Üsküdar motorundaki çaycının sözlerini de hatırlamak farz oldu.

Herkes, her önüne geleni ispiyonlama telaşına girer ve durumdan vazife çıkarmaya başlarsa, yola nasıl revan olacağımız sorusu yakın geleceğimizin sorusudur ve korkarım hepimizi fazlasıyla ilgilendirmektedir. Sağa sola savrulan çöp sözcüklerin, bir süre sonra, birbirine asla güvenmeyen ve sürekli etrafındakilerden kuşku duyan paranoyak insanlar yaratmayacağının garantisi yoktur. Dahası da var. O gece sokağa dökülenlerin ya da atılan tweetlerin dille kurduğu ilişkisine baktığımızda, bambaşka bir sorunla karşı karşıya olduğumuz da ortaya çıkar. Erkek egemen dünyanın çöp sözcükleri hemen her yerde uçuşmaktadır. ‘Oraya gidilecek ve darbecilerin eşlerine tecavüz edilecektir.’ Böylece adalet yerini bulacak ve eski demokratik günlere tekrar kavuşulacaktır! Ancak bu iş bu sorunlu cümleyle de bitmeyecektir. O gece ‘Sıra size de gelecek’ biçiminde tehdit edilen kadınların sayısı az değildir.

Tankların üzerine çıkılarak verilen pozların bir darbe girişimini önleme fotoğrafından çok pornografik bir dergiye kapak olacak hali, yaşamakta olduğumuz günlerin cinsiyetini olduğu gibi ortaya sermektedir.

Erkek egemen dünyanın erkek sesiyle, darbe girişimi bertaraf edilmiş ve gelecek günler ‘teminat altına’ alınmıştır. Buna geliştirilecek argüman, ‘darbeciler olsaydı farklı mı olurdu?’ sorusu değil (elbette farklı olmazdı), anlamı hiç hayata geçememiş ‘çoğul bir Türkiye’, anlamı eprimemiş ‘demokratik bir Türkiye’, anlamı çürütülmemiş ‘eşitlikçi bir Türkiye’ ve hemen herkes için ‘özgür bir Türkiye’ yanıtı ve bundan, işte tam da bundan bir milim taviz vermeyen bir yönetim anlayışıdır. Her zaman ve her yerde.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.