Şampiy10
Magazin
Gündem

Güneşin Sofrasında

Dostlar Tiyatrosu ile buluşmak, OHAL’in ilan edildiğinin ertesi günü yapılabilecek en iyi şeylerden biriydi. Gün boyunca masa başında çalışamadım, dışarlara vurdum kendimi. Dışarısı başka bir alemdi. Bayraklara sarılı arabalar içerisindeki ‘neşeli’ insanların ‘o hal’i tuhaf duygulara sürükledi beni.

Bu yüzden Dostlar Tiyatrosu’nun Güneşin Sofrasında Nazım Hikmet ve Bertolt Brecht’ten derleme şiirlerle bizlere sunduğu müzikli gösterinin anlamı bambaşkaydı. İstanbul Kadıköy Lisesi’nin bahçesindeki eski köşkün önünde, akşam saat 9’da oyun başladığında artık başka bir dünyadaydık.

Saat 21.

Meydan yerinde kampana vurdu,

Nerdeyse koğuşların kapıları kapanır.

Bu sefer hapislik uzun sürdü biraz:

8 yıl...

Yaşamak, ümitli bir iştir sevgilim,

Yaşamak:

Seni sevmek gibi ciddi bir iştir.

Sonra tekrar bahçeye döndük; ama belli ki o gece, güneşin sofrasında hep gidecektik!

Bahçe Türkiye gibiydi. Az ışıklı. Deniz kokan. Muhteşem bir hüzün ve memleket havasıydı. Yıldızlar ve martılarla, hele de bahçenin sardunyaları, gecesefaları arasından fırlayan tekir kedileriyle birlikte Tülay Günal ve Genco Erkal’a eşlik ede ede, tam da dediğim gibi bir hayatı, sonra bir başka hayatı, sonra başka hayatları tamamladık.

Ne güzel şey hatırlamak seni;

Ölüm ve zafer haberleri içinden,

Hapiste

Ve yaşım kırkı geçmişken.

Gelenlerle gidenler arasında bir çetele tutsam insan kalbi bu basınca dayanabilir mi diye sormayı bile unuttuğum-uz günlerde bununla da kalmıyordu gecede şiirler, devam ediyordu:

Yaşamayı ciddiye alacaksın,

yani o derecede, öylesine ki,

mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,

yahut kocaman gözlüklerin,

beyaz gömleğinle bir laboratuvarda

insanlar için ölebileceksin,

hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,

hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,

hem de en güzel en gerçek şeyin

yaşamak olduğunu bildiğin halde.

Ve sonra Brecht şiirleri dalıyordu yıldızlı, kedili, çok ömürlü bahçeye. İkinci kez ölen ‘Ölü Askerin Destanı’nı anlatıyordu bizlere. Ve dahası da geliyordu:

‘Savaş istiyoruz! ‘

En önce vuruldu

Bunu yazan.

Oyun büyük bir alkış tufanı içerisinde Günal ve Erkal’ın ‘darbeye hayır’ mesajlarıyla son buldu.

Bu, yalınlıktan beslenen görkemli organizasyonda emeği geçen herkese sonsuz teşekkürler. Oyun, Kurt Weill, Hanns Eisler, Zülfü Livaneli, Fazıl Say, Timur Selçuk, Cem Karaca ve Edip Akbayram’ın müziklerini de yanına katarak, yaz boyunca Moda Caddesi üzerindeki tarihi Mahmut Muhtar Paşa Konağı’nın bahçesinde tiyatro severlerle buluşmaya devam edecek. Kaçırmayın.

***

Bu satırları yazdığım sırada gözaltı süresinin 30 güne uzatıldığını öğrendim. Darbelere karşıysak teminatımız demokrasi olmalı. OHAL’ler ve OHAL’lerle gelecek yeni uygulamaların demokrasiyle ilgisinin olmadığını da teslim etmek durumundayız. Günümüz pek bayraklı, pek heyecanlı ‘demokrasi’ savunucularının ilk önce bunu fark etmesi hepimiz için yararlıdır, elzemdir, kaçınılmazdır.

Yazının devamı...

Sonsuzluk

‘Burası bizim yurdumuz değil ki, bizi öldürmek isteyenlerin yurdu.’

Tezer Özlü’den Leyla Erbil’e

Mektuplar’da böyle seslenir Tezer Özlü Leyla’sına. (Leyla Erbil’i anarken Tezer Özlü’yü anmamak mümkün değildi. Hele bu cümlesini...)

***

Yanlışlıkla yolumuzun düştüğü Gelibolu’nda (evet böyle yanlışlıklarla dolu tatil anılarım vardır ve laf aramızda buna bayılırım) çoluk çocuk uyurken sabah vakti erkenden kalkıyorum. 21 Temmuz. Yarımada’nın körfezlerinden birindeyiz. Suları buz gibi. Bu yüzden o saatte yüzmeye cesaretim yok. Bunun yerine biraz sahilde yürüyorum. Güneşin ilk ışıklarını, ilk ışıkları olmasa da ilkten bir sonraki demlerini keskin renkli suların üzerinde yakalıyorum. Sonra ağaçlara bakıyorum. Dallarda hiç bitmeyen rüzgâr, o sene, iki gün önce kaybettiğimiz Leyla Erbil’in yüzünü, kitaplarını, cümlelerini hatırlatıyor bana. Ya da kısaca, o hastanedeyken onunla yaptığım son telefon konuşmamızı. Ülkenin, dünyanın ya da kısaca bütün yeryüzünün bütün tuhaf kadınlarının mırıltılarını duyar gibi oluyorum. Üzgünüm, kendime içerliyorum. Neden sadece bir telefonla sesini duydum, neden gidip yüzüne bakmadım, neden elini tutmadım diye. Tekrar gözüm sulara kayıyor. Gözlerindeki hüzün, zeka ve pırıltıyı düşünüyorum. Kalan’dan birkaç cümle kalmış aklımda, kırık dökük de olsa hatırlamak iyi geliyor:

‘Geçti gitti hepsi artık. Yürü hadi... Yürüyelim... Hadi gel gir koluma... Ellerinin çizgisi ellerime benzeyen sevgilim... Ben hep yanındayım.’

***

O sırada rüzgâra ve denize açık kıyının bir köşesine atılmış tahta sandalyeler ve masaları fark ediyorum. Birileri sabah çayı demlemiş. Gölgeleriyle buyur ediyorlar beni. Çaya olan zaafım, anı başka bir boyuta kaydırmama yardımcı oluyor. En azından duygularımı. O duygular bana ölümün kimileri için bir sınır olamayacağını hatırlatıyor. Bunlardan biri de hiç kuşku yok ki Leyla Erbil. Tuhaf Bir Kadın’da, ‘Hiç durmadan yaz, yaz yaz at bir köşeye, arkasını bırakma yazmanın’ diyen o kadın, o usta yazar.

Derken ilk çay geliyor. Sabahın ilk yumuşak gerçeği gibi. İlerlerde, kasabanın köpeklerinin uyandığına dair kıpırtıları o zaman seziyorum. İri, güzel gözlü, sevecen hayvanlar bunlar. Zamanı yiyip bitiren, duyguları tarumar eden her şeye inat, onu artıran çoğaltan cinsten canlılar!

Nasıl mı?

Birazdan bir tanesi işi iyice ciddiye alıyor ve kıyıya iliklenmiş kayıkları geçerek iri iri gelip aynı irilikte karşıma, kumlara oturuyor. Ben o sırada ikinci çayımı istiyorum. Rüzgâr ve renk devam ederken çaycı kadına soruyorum ‘Bir şey yapar mı?’ Çaycı kadın ‘Yok be’ diyor. Küçük çaycı kulübesindeki kocasına bakıp gülerek mırıldanıyor ‘İnsanlardan kork, ondan korkma!’ Üçüncü çaydan sonra birlikte kalkıp merdivenlerin oraya, zeytin ağaçlarının arasından, otelin çamaşırlarının asılı olduğu küçük tepeye tırmanıyoruz. Çamaşırlar henüz asılmış. Tahta mandalların sabun kokusuyla buluşan kokusu, zeytin yapraklarının, deniz tuzuna karışan kokusuyla buluşuyor. İri arkadaşıma ve ela gözlerine bakıyorum o sırada. Kendimi onu sevmekten, sevmekten, çok sevmekten alıkoyamıyorum. Nedensiz bir sevinç doluyor içime. Sanki güzel bir kitap okumuşum, iyi kalpli birileriyle laflamışım, arkadaşlarımla güneşi kıskandırırcasına gülmüşüm, homurdanan insanlara karşı sağırlaşmışım, şiddeti bütün sözcükleriyle geride bırakmışım, sözcükleri almışım da yalanlardan azade yeryüzüne yeniden doğurtmuşum gibisinden bir sevinç... Her şeyi affedebilir, her şeyi yeniden düşünebilir, hayal edebilirmişim gibisinden bir his...

Ve o zaman işte, evimde olmanın mutluluğunu da hissediyorum.

‘Neden hâlâ hakikatinin peşindesin sen be kadın... Hangi hakikatinin... Ama bilmelisin... Evet evet insan bilebileceği kadar bilmeli... Gidebileceği kadar gitmeli.’ (Kalan’dan)

***

Leyla Erbil’e sonsuz sevgi ve saygılarımla.

Yazının devamı...

Darbeyi bilmek

Bir ölmek daha var

O da ihtimal mi dersin... (Darbe girişimi gecesinden sonra dilimin sürçmesi diyelim şuna)

***

O havaleli geceyi baştan sona takip edenlerdenim.

Bir yandan da yazışıyordum. Arkadaşlarımın birçoğu, etraflarındaki genç insanların onlara ‘darbe nedir?’ diye sorduğunu belirtiyordu.

İlerleyen saatlerde mavili TRT spikerinin dilinden dökülen ültimatom metninde sıkıyönetim, sokağa çıkma yasağı gibi sözcükleri duyunca işler tümden koptu. İnsanların paralarını çekmek için bankamatiklere koşup kuyruklar oluşturduğu, marketlerin talan edildiği haberlerini, gecenin içinde duygusal sarsıntılarla takip ettim. Derken, devlet erkanının facetime üzerinden halka sesleniş konuşmaları geldi. Ya Allah Ya Bismillah seslerine, selalar, selalara uçak sesleri, uçak seslerine ses bombaları karıştı. Gelen haberler arasında Meclis’in defalarca bombalandığı da vardı. Ve daha neler neler... Bir Kuzey Avrupa insanının beş-on yılda deneyimleyeceği gerilimi yine millet olarak bir gecede deneyimledik! ‘Bir sabah olsa’ duygusunu bir türlü ateşi düşmeyen ağrılı bir hasta gibi, nicedir, bu kadar keskin yaşamamıştım.

***

Sabah olsa! Oysa iş sabahla bitmemişti. Örneğin tanık olduğum 12 Eylül sabahı, sabah mabah değildi! Sahi, genç insanların ‘darbe nedir?’ sorusuna o sabaha nasıl uyandığımız kestirme bir cevap olabilir miydi? Ama bu yetmezdi, biliyorum. O meşum darbe, 12 Eylül, tüm ülkede ilan edilen sıkıyönetim ve ardı arkası kesilmeyen kıyımlar desem de yine de bir şeyler eksik kalırdı. Hukuk sisteminin iflası desem tam olarak anlatabilir miydim o günleri? Hukuk sisteminin sadece ‘iktidardakiler’ için işler hale geldiğini anlatsam? Karanlıktı, desem, özellikle gençler, solcular, öğretmenler, işçiler, Kürtler, Aleviler için çok karanlık? Kendi halinde, vicdanlı insanlar için de elbette...

Tekrar tekrar düşündüm o günleri. İktidarın etrafında öbekleşmiş ve adına ‘demokrasi’ diyerek meydanlarda ‘halka sesleniş’ konuşmaları yapanları ve onların erk cümlelerini hatırlatsam, darbenin ne anlama gelebileceğini kısaca anlatmış olabilir miydim? O dönemin sanatçılarını, bayraklara sarınarak söyledikleri beter şarkıları, darbecinin verdiği şatafatlı balolara iki dirhem bir çekirdek koştura koştura gidip sırf orada görünme ve pay kapma adına kendilerini nasıl ucuzlattıklarını, dönemin darbecisine ‘sayın cumhurbaşkanım sayın cumhurbaşkanım’ diyerek bu sayede nasıl payeler kazandıklarını, ekranları kapladıklarını anlatsam? Eksik kalırdı.

***

Ya halkın ‘öl de ölürüz mantığıyla’ nasıl soluk alıp verdiğinden bahsetsem? Nasıl ispiyoncu bir ruha sahip hale getirildiğini anlatsam? Basının nasıl tek sesli bir hale geldiğini söylesem? İfade özgürlüğü denilenin bir kutu ithal malla karıştırıldığı dönemlere nasıl gebe olduğunu anlatmaya çalışsam darbeyi yeterince anlatmış olabilir miydim? Yok, kafi gelmezdi.

Ya görgüsüz zenginliğin gelecek otuz yılda nasıl prim yapacağına, darbeciye yakınlığıyla bilinenlerin ihaleler yoluyla nasıl üç haftada zengin olacağına tanıklık edeceğimizi anlatsam? Dinin devlet işlerine nasıl alet edileceğinden bahsetsem? Kültürün nasıl kapı dışarı edildiğinden, edileceğinden başlıklar geçsem?

***

Yok, ne desem yetmeyecekti, yetmeyecektir. Zira darbe, sadece bunlar değildi. Bunların çok ötesindeydi. O günleri bilmiyor oluşumuz ya da unutuşumuz, hatta o günleri artık hiç hatırlamayıp yeniden darbelerden medet umar hale gelişimiz biraz da bu yüzdendi. Darbeler bittiği için değil (çünkü onlar o ya da bu şekilde, kılıflarla devam ediyor), akıl yürütme darbe aldığı için. Tam da bu yüzden sapla samanı birbirinden ayıramaz hale geldiğimiz için.

Yazının devamı...

Suçlarımız ve Cezalarımız

‘Rusya’dan turist kafilesi yolda!’

(Türkiye’nin önde gelen televizyonlarının bayram rehavetinin araladığı kapıdan nihavent makamında yaptığı yayın)

***

Türkiye’de ana akım medyayı izlemek gerçekten insanı zinde tutuyor. Yukardaki haberi gördüğünüzde hemen şunu düşünüyorsunuz: Demek ki Rusya’yla ilişkilerimiz yeniden ‘sıcaklaşıyor’. Kısacası düştüğümüz darboğazdan kurtuluyoruz. Peki, tüm bunlara yol açacak neler yaşandı? Rus uçağı kim tarafından niçin düşürüldü, sonrasında onca sarf edilen cümle ne içindi, bugüne nasıl gelindi, ne türde tavizler verildi, vb.

Ancak çoğumuzun teslim ettiği ve benim de bildiğim gibi ana akım medyamız bu konuda sağır sultanın replikleriyle hareket etmeyi tercih ediyor; dolayısıyla neden sonuç ilişkisiyle bir yerlere varmamız neredeyse mümkün değil.

Belki bu yüzden tam da bu noktada, Rusya konusunda kafa karışıklıklarını atmış, hemen her şeyi belli bir biçimde oturtmuş medyamıza, buradan geçmiş bayramlarını kutlamaktan başka diyecek bir söz bulamıyorum.

Ama yine de kendilerine minnettarım! Bu haber bende bir ampul yaktı! Haberi gördükten sonra işte tam zamanı dedim. Artık ünlü Rus yazarı Dostoyevski’nin yüzyıllara meydan okuyan Suç ve Ceza’sını okuma mevsimi! Öyle ya, turist dostlarımızla düşen Rus uçağını konuşacak değiliz! Hiç değilse kitabın anti-kahramanı Raskolnikov’u konuşuruz. Raskolnikov açmıyorsa, kitabın geçtiği St. Petersburg’u konuşuruz. O da mı açmadı, o zaman kitabın geçtiği 19. yüzyıldan bahsederiz. Geçmiş, hele de bizi hiç ilgilendirmiyorsa, konuşulabilecek en güzel konudur!

***

Kitabı, bugüne kadar okuyamamış ve zamansızlıktan ötürü okuyamayacaklar için (özellikle bugünden itibaren hız kazanacak Rus turizmimizi yakından takip eden turizmcilerimiz için) çok kısaca özetlemek gerekirse: Suç ve Ceza’nın temel izleği, anti-kahramanımız, hukuk öğrencisi Raskolnikov’un tefeci bir kadın ile kız kardeşini öldürmesi ve bunun ardından yaşananlar üzerine kurulmuştur. Bu aslında sıradan bir katilin konusu değil, iç çatışmalarıyla yaşamı sınayan (yaşamla sınanan da diyebiliriz) yoksul bir insanın zaman içerisinde masumiyetini yitirerek yaşama ve bizzat sorguladıklarına yenik düşmesinin öyküsüdür.

Raskolnikov’un en temel çelişkileri arasında dünyayla kendi arasında gerilim yaratan adalet, yoksulluk, güç vb. hususlar başı çeker. Arayışı, onun hikayesidir ama arayışının vardığı son, hiç kuşku yok ki, ne onun ne de biz okurların umduğu sondur. Tecelli eden, baştan itibaren sorguladıklarının onu kıskıvrak yakalaması ve cezalandırmasıdır. Kısacası eleştirdiği sistemin bir parçası haline gelmiştir Raskolnikov.

Derler ki Dostoyevski bu romanı Rusya toplumunda gözlemlediği değişimlerden ötürü yazmıştır. Bunların başında maddiyatçılığın yükselişi, eski düzenin yerle bir oluşu, bencil politikaların insanları darmaduman edişi gelir... Raskolnikov’un suçu ve sonrasında başına gelenler, büyük ustanın tüm bunlardan duyduğu acı ve endişenin sözcüklere dökülmüş halidir. Yapıt, yaşamın anlamını sorgular; yeryüzündeki kötülük, vahşet ve acımasızlığın peşine düşer ve sevgiyi, suçu, vicdanı, insanın insanla olan gerçek ilişkisini mercek altına alır. Elbette insanın içinde debelendiği cendereden kurtulma yollarını da.

Kitabı benzersiz ve sınırsız kılansa, hiç kuşku yok ki, 21. yüzyılda bile anti-kahramanı Raskolnikov’un hemen hepimizin genlerini taşıyor oluşudur.

Yazının devamı...

Jüpiter ve başka hakikatler

‘Dünya yine de dönüyor.’

Galileo Galilei

***

NASA’nın 5 Ağustos 2011’de uzaya gönderdiği Juno adlı uzay aracı, 4 Temmuz 2016 günü Jüpiter’e kavuştu.

Juno’nun, Jüpiter’i insanlığa ilk tanıtan Galileo’nun resmini ve onun Jüpiter hakkında yazdığı cümlelerinin yer aldığı bir plaketi yanında götürdüğünü okuyunca içim bir tuhaf oldu.

Tam da bu yüzden, Juno’yu bahane edip, kızım sana söylüyorum gelinim sen işit tarzında, dünyaya mesafeli bir cümle etmek geçti içimden:

‘Hey gidi insanlık...’

Sahi, Galileo ve teleskopu insanlığa ne yapmıştı?

Güneşin yeryüzünün etrafında değil yeryüzünün güneşin etrafında döndüğünü ve buna denk daha bir sürü sistemin olduğunu keşfetmek o zamana kadar ‘bilinen’ dünyayı dımdızlak ortada bırakmak demekti. Dünyanın biricik olduğu rehaveti sona eriyor, bu da insanlığın kalbini sıkıştıracak, onu neredeyse ‘yuvasız’ bırakacak, düştüğü rehavetten paldır küldür uyandıracaktı ve bu nereden bakarsak bakalım insanın gönlünde yüzyıllara mal olacak bir enfarktüs anlamına geliyordu.

Bu insanın biricikliğini tehdit eden musibet bir haberdi! Dünyadan, tek perspektiften yıldızlara bakmak ve bundan kâm almak dururken, şimdi o gök kubbede başkalarının olduğunu düşünmek... Bu olsa olsa bir kâbustu! Zira bu düşünce dünya adına bir özgünlük vaadi değil, dünyada belli nüfuza, belli özerkliklere sahip olanların (örneğin erkek olmak, zengin olmak, güç ve iktidar sahibi olmak, Katolik olmak vb.) yarattığı Kartezyen suni cennet gravürünü baştan aşağı delik deşik edecek bir santrifüjdü. Galileo ve teleskobu, büyük bir başarı ve aynı zamanda şüphenin adıydı ve şüphe kontrolsüzlük demekti. Yeryüzünü aşmak ve evrenin sonsuzluğuyla buluşmak demekti bu şüphe; referans noktasının sadece dünya olmayacağının hüzünlü müjdesiydi de. Öyle ki Engizisyon bu ‘müjdeyi’ gerektiği biçimde bir mesaja çevirdi: İnfaz!

Ancak, o görkemli Engizisyon, infazlara rağmen, yine de, yer merkezli bir dünya görüşünden, güneş merkezli bir dünya görüşüne insanlık olarak evrilmemizi engelleyemedi. Çünkü ‘dünya yine de dönüyordu’!

Galileo ve teleskobu bize sadece kuşkunun değil, mutlaklığın ötesindeki göreceliğin kapısını da aralamıştı ve hiçbir şey artık eskisi gibi olmayacaktı! Elbette dünyadaki işkencenin dışında! Buyurganlığın kudretini, o kudretteki yozluğu ve önyargıyı parçalara ayırmak, evet atomu parçalarına ayırmaktan çok daha zordu.

Gelelim bugüne.

İnsanlık 2016’da Juno’yla Jüpiter’e vardı. Bunda başı, her zamanki gibi NASA ve 4 Temmuz’lu ABD çekti.

Aynı ABD, Juno’nun Jüpiter’e ayak bastığı ve Galileo’nun itibarını bir kez daha teslim ettiği o devasa adımı atarken dünyada işler yine nahoş biçimde devam ediyordu. 2016’da, ilerleyen teknolojinin ışığında, bizzat ABD’de, polis şiddetinin (çağımızın küresel engizisyonu mu desek?) buyurganlığının arşa varan kayıtlarını bir kez daha seyrettik. Video kaydı beyaz iki polisin siyah bir adamı yere yatırdığını ve sonra ateş ettiğini gösteriyordu. Öldürülen adamın karısının sözleri ise o ölümcül sessizliğe rağmen uzayda yankılanmaya namzetti: ‘Çocukları için ekmek parası kazanıyordu!’

O zaman bize tekrar ‘Ah Galileo ah!’ demek düşüyordu, galiba:

‘Bilginin nasıl elde edildiğini gerçekten duyumsamış olan bir kimse, kendisinin hiç anlamadığı, sonsuz sayıda başka hakikatlerin de var olduğunu fark eder.’

Yazının devamı...

Lotus

Bir bayram yazısı yazmak için zorlayıp duruyordum kendimi. Sonra Berna Kuleli ta Çin’den bir fotoğraf gönderdi bana. Yarım asırlık arkadaşım. Atatürk Havaalanı’ndaki patlamadan bir gün sonra gözyaşları içerisinde ‘biz böyle bir kent, ülke ummamıştık’ diyerek bir iş gezisinin mecburiyetiyle apar topar gitmişti.

O giderken geride ne kaldı sorusu ise bakiydi. Köprünün açılışındaki netameli coşku, Rusya ve İsrail’le yapılan ‘eniştem beni niye öptü’ anlaşmaları, bakanların bizim mahalledeki hayta çocukların ettiği laflardan öteye geçmeyen laflarını da saymazsak günleri dolduracak bir tek güzelim bulutlar kalmıştı geriye. Marmara’nın gökleri, son bir haftadır duymak istediğimiz ne kadar çehre varsa hepsini sima sima sıralıyordu karşımızda. Gençler, çocuklar, güzellerden örülü çeşit çeşit bulutlar, çeşit çeşit öyküleri usulca semaya tutuşturuyor; şu ara nefessiz kalışımıza kâh epik bir şiir, kâh epik bir tiyatro halinde andante kıvamında cevaplar veriyor, muhtemel ki içimizin karanlığına kendi halinde bir arınma vadediyordu.

İlk önce bunları anlatayım diye düşündüm. Örneğin Reks Sineması’nın üzerinde ağlayan bir bulut vardı diye bir yazı kaleme alabilirdim. Atatürk Havalimanı’nın oraya doğru uzayıp giden duman renkli bir çocuk bedeni gördüm, uçuyordu, diye de yazabilirdim. Ancak, ne olursa olsun hepsi de çok hüzünlü yazılar olmaya gebeydi bunların. Yazar arkadaşım Seray Şahiner’in bir buluşmamızda dediği gibi ‘çok büyük bir cenazeevinde’ yaşar gibiydik zaten. Ve ben umuda açık, köprüsüz, kıyametsiz, kendi halinde bir ‘bayram’ yazısı yazmak istiyordum. İnatla.

Üç günlük bir iş gezisinden, eskimeyen arkadaşlarımdan Berna’nın lotuslu mesajı bu yüzden çok anlamlı geldi. Berna Çin diyarında Karadeniz’in çay, Akdeniz’in pamuk tarlalarına dalar gibi lotus tarlalarına dalmış, fotoğraflar çekmiş ve lotusu lotus kılan ne varsa oturup seyrine dalmıştı. Ruhsal uyanışı temsil eden yanıyla, bir insanın ulaşabileceği en manevi aydınlanmanın işaretini taşıyordu lotus. Çamur ve karanlığın içerisindeki köklerinden büyüyordu büyümesine ama bir yandan da saflığın ve duruluğun çiçeği oluveriyordu. Kısacası lotusta karanlık, aydınlanmanın fişekleyicisiydi. Karanlık, gölge ve çamurla büyüyor ve mucizevi biçimde aydınlanmanın, zihnin saflığının, dinginliğin, merhamet ve şefkatin, bilgi ve bilgeliğin temsilcisi olacak duru renklere bürünüyordu. Velhasıl, karanlıktan sonsuzluğa doğru uzanan bir yolculuktu lotus!

Karanlık konusu... Bunu fazla abartmamam gerektiğini yine Berna’nın mesajlarıyla teyid ettim. Çinliler lotusların ‘karanlık’ kökünden tadı turba benzeyen turşular yapıyorlar ve sonra afiyetle yiyorlarmış!

Ne yalan söyleyeyim karanlığın kökünden turşu yapıp yeme fikri lotusun muhteşem varlığından da cazip geldi!

İyi bayramlar.

Yazının devamı...

Satranç

‘Bir anda iki oyuncu arasında yeni bir durum oluştu; tehlikeli bir gerilim, tutkulu bir nefret. Yeteneklerini birbirine karşı oyunlarıyla denemek isteyen iki rakip değillerdi artık, birbirlerini yok etmeye yeminli iki düşmandılar.’

***

Yukardaki satırlar hemen her zaman severek andığım ‘Satranç’ (Bilgi Yayınevi, çev. Aslı Candaş Schaeferdiek) adlı uzun öyküye ait. Stefan Zweig, bu öyküsünde bizleri New York’tan Buenos Aires’e giden bir gemi yolculuğuna çıkarıyor. Bu yolculuktaki karakterlerse bir dünya satranç şampiyonu, satranç tutkunu amatörler ve hayatında hiç gerçek taşlar ile satranç oynamamış, Gestapo’nun elinden zor bela kurtulmuş bir esir. Öykünün vurucu yanı ise satranç şampiyonu ile esirin arasında geçen oyun. Esirimiz olmazı başarıyor ve şampiyonu yeniyor ama yenme dürtüsü o kadar üstünlük kazanıyor ki yeni bir oyun fikriyle insanın insanlıktan çıkabileceği o sınırı bir çırpıda geçiyor. Peki, satranç şampiyonu durur mu? Elbette o da rakibinden farksız durumda.

Zweig’ın ‘kralların oyunu, rastlantının her türlü zorbalığına karşı koyan ve zafer tacını yalnızca akla ve daha doğrusu zihinsel becerinin belli bir türüne veren tek oyun’ diye tabir ettiği satranç, ‘hem durmaksızın gelişen hem de kısır, tüm zamanlara ait tek oyun’ olarak karşımıza bir kez daha yaşamı, olduğu gibi seriveriyor.

Nasıl mı dersiniz?

Oyunla birlikte, insanı ele vermesiyle... Satranç öyküsü, kazanma güdüsüyle insanın ne hallere düşebileceğini göstermesi anlamında pek ibretlik. Baktığınızda iki rakibin de hayatında sayısız kayıp, çatlak, mağduriyet ve savrulma var. Belki de bu yüzden en basit bir satranç oyununda bile, bu kayıplar hemen karşılıklı alınması düşünülen bir intikama, öce, zıvanadan çıkmış bir hırsa, yenme tutkusunun sarhoşluğundaki zafiyetlere dönüşebiliyor.

Öyle ki amatör satranç severlerlerden biri dünün esiri ve bugünün zalimine, geçmişindeki yaraları hatırlatarak aşağıdaki şu sözleri söyleme ihtiyacını duyuyor:

“Yalnızca ‘hatırla’ dedim ve aynı anda elindeki yaraya dokundurdum onu. İtiraz etmeden bana uydu, gözleri cam gibi olmuş, kan kırmızısı ize takılmıştı.

‘Aman Tanrım’ diye fısıldadı rengi atmış dudaklarıyla, ‘saçma bir şey söyledim mi, yaptım mı?’

‘Hayır’ diye fısıldadım sakince. ‘Ama oyunu hemen bırakmalısınız, tam zamanı.’ ”

Bazen masadan kalkmayı bilmek gerekir. Bereket bizim oyuncumuz bunu yapma iradesine sahip. Yenme takıntısıyla bocalarken, düştüğü içler acısı durumu ona hatırlatan biri sayesinde kendi felaketini görebiliyor. Karşısındakini yok etme ve nefretle dolma halidir o. O felaketin, Gestapo’nun kendisine uyguladığı felaket senaryolarından hiçbir farkının olmadığını anlayabiliyor. Ve evet, masadan kalkıyor.

***

Bu öyküyü, son yaşadığımız havaalanı faciasının ardından hatırladım. Kafamdaki sorular birçoğunuzun kafasında dolanan sorular gibiydi:

Bu insanlar niçin öldü? Hangi hırsın, hangi gözü dünmüş tutkunun kurbanı oldular? Uluslararası basında ‘cihatçı otobanı’ diye anılan havaalanımız, sahi neden böylesi bir faciaya tanıklık etmiştir?

Ülke matemle kaplanmışken Osmangazi Köprüsü’nün açılışını Roma’nın Neron’u duygusuyla kutlayanlara ise özel bir rica ile bitirelim bugünkü yazıyı:

‘Oyunu hemen bırakmalısınız, tam zamanı.’

Yazının devamı...

Bir Oda Dolusu Hava

‘Sonra bahçeyi hatırladı. Ağaçların, çiçeklerin hep yeniden canlanışını. Ölüm değildi bahçedeki, belki geçici bir uyku, avutan, ümidi sürdüren bir vazgeçişti, ama ölüm değildi. ‘

Yukardaki satırlar Avusturya Kız Lisesi ve Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ndeki patoloji ihtisasının ardından makas değiştirip edebiyatın sırlarına dalan dostum Billur Şentürk’e ait. Kitap Alakarga Yayınları’ndan çıktı. Yıllar süren bir emeğin, filtre edilmiş, kristalleşmiş öykülerini bulacaksınız bu kitapta. ‘Mesele yazmak değil, eksik parçaları saklandıkları yerden çıkarmak, yapbozun parçalarını bir araya getirmek’ diyen Billur’un billurlaşan öykülerini öncelikle gölgesini ve rüzgarı arayan ruhlara tavsiye ederim! ‘Mirna’nın Elleri’ size pusula olacaktır. Bir Oda Dolusu Hava, Billur’un kitaptaki öykülerinden biri. Sırf bu öykü bile, kitabı, unuttuğunuz bir dostun sesiyle okuyacağınıza dair bir ipucu olabilir. Kısaca temiz hava.

***

Temiz hava deyince, bir başka simayı burada anmak farz oldu! İstanbul’un rüzgarlı güzel akşamüstlerinden birinde, başka bir dostum Abdullah Akyüz’le buluştuk. Abdullah, uzun yıllar Washington’da TÜSİAD’ın ilk ABD temsilciliğini yapan, alçakgönüllülüğüyle pırıldayan kıymetlerimizden biridir. Galatasaray Lisesi, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi ve University of California’daki derecelerinden sonra uzun yıllar ekonominin içinde soluk alıp vermiş bir şahsiyettir. Şimdilerde kendini emekli gibi görse de hâlâ emek sarf ettiği uluslararası öğrencileriyle bu dünyanın ekonomik dengesini tutturmaya çalışan özel elçilerimizdendir. Kısaca vazgeçmeyenlerden!

O günkü buluşmamıza temel oluşturan, meslektaşı Dr. Selim Soydemir ile birlikte yıllarını alan bir çalışmanın kitaplaştırılmış haliydi. ‘Sermaye Piyasası ve Borsa’, dile kolay, tam 748 sayfalık bir çalışma. Abdullah’ın tabiriyle ‘tuğla’ bir kitap. Kitabın hepsini bir çırpıda okumanız mümkün olmayabilir (Şahsen usul usul başladım!). Özellikle tanıklıklar bölümünde yer alan söyleşileri kaçırmayın derim. Bu tanıklıklar, Türkiye’de ‘sermaye piyasasının kuruluşuna tanıklık etmiş’ nice önemli ismi bir araya getirmiş. Bu tanıklıklar, nereden nereye geldiğimizi, şu aralar neden tıkandığımızı, yakın gelecekte nelerin bizleri beklediğini sergilemesi anlamında hiç kuşku yok ki çok ayrı bir önem taşıyor. Sermaye piyasasını sevelim ya da sevemeyelim...

Burada küçük bir parantez açarak şunu da eklemeliyim. O gün, Abdullah’ın ülkemizdeki inşaat sektörüne yapılan yatırımlar konusunda söylediklerini de zihnime kaydettim... ‘Sence ortalıkta neden bunca inşaat reklamı var?’ sorusunu edebiyatçı halimle bile daha farklı okumam gerektiğini anladım. Cevap çok yalındı. Çünkü satılmıyorlar! Bunun da yakın gelecekteki karşılığını, satranç masasındaki taşını kendi halinde bir zafere taşırcasına ‘şu, şu, şu’ diye aktardı Abdullah... (Burada söylemeyeyim şimdi, sadece o sırada çaylar geldi demekle yetineyim!)

Buluştuğumuzda İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden ayrılması söz konusu değildi. Bildiğiniz gibi bu kopma, ilk etapta Borsa’ya yansıdı. Bu konuda detaylı bir bilgi edinmek istiyorsanız başucu kitaplarınızdan biri hiç kuşku yok ki Scala Yayınları’ndan çıkan Soydemir ve Akyüz’ün bu devasa kitabı olmalı! Meselesi, o ya da bu şekilde ‘eksik parçaları saklandıkları yerden çıkarmak, yapbozun parçalarını bir araya getirmek’ olanlar için.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.