Şampiy10
Magazin
Gündem

Matilda’nın ana babası

Dünyanın gelmiş geçmiş en iyi hikâye anlatıcılarından biri olarak kabul edilen Roald Dahl, Matilda adlı kitabında 5 yaşındaki kitap kurdu Matilda’ya şunları düşündürür:

‘Okuduğu bütün o kitaplar, ona ana-babasının hiçbir zaman sahip olamadıkları bir hayat görüşü kazandırmıştı. Biraz Dickens ya da Kipling okumuş olsalar, hayatta insanları aldatmaktan ve televizyon seyretmekten başka şeyler olduğunu kısa sürede keşfedebilirlerdi.’

***

Ben işe biraz daha su katmak isterim. Örneğin Matilda’nın ana babası, biraz Fyodor Dostoyevski okumuş olsalardı, yaşamın anlamını, dünyadaki dehşetin, kötülük ve zalimliğin ne olduğunu düşünmüş olur suç, vicdan ve şefkat sözcüklerini çok tedbirli kullanır ve kurtuluş yolunun sadece para kazanmaktan geçmediğini fark ederlerdi -demek isterim.

Yine Matilda’nın ana ve babası, diyelim ki, August Strindberg’i okumuş olsalardı, dünyaya yukardan bakabilmenin ne olduğunu keşfetmiş olur ve hemen her şeyin ne kadar küçük ve önemsiz görünebildiğini, hemen her şeyin bakış açısıyla ilgili olduğunu anlarlardı.

Matilda’nın ana ve babası, Thomas Hardy’yi okumuş olsalardı, yazgının kaçınılmazlığını algılar ancak bir o kadar da yazgının kural koyucuların elinde nasıl yamultulduğunu görür, doğanın insan yaşamıyla sahici bağlantısını anlar ve hafriyat sözcüğüne eskisi kadar sıcak bakmaz, doğaya kalplerini sonsuzca açarlardı.

Matilda’nın çok bilmiş ve hemen hiçbir şey bilmeyen ana babası Toni Morrison’ı okumuş olsalardı, bellek ve tarihin arasındaki amansız çekişmeyi çözer, kendini özgürleştirmenin yollarını araştırır ve bunun bile yeterli olamayacağını kavrarlardı.

Haruki Murakami’yi okumuş olsalardı, Matilda’nın kâr kâr kâr diye dilenen ana ve babası, bir insanın başka bir insanı anlayabilmesinin yıllar ama yıllar alabileceğini, çözdüm derken yaşama dair tek bir ilmeği bile çözmenin zaman karşısında asırlara yayılabileceğini terennüm edebilirlerdi -belki.

Zadie Smith’i okumuş olsalardı, Matilda’nın ana ve babası, o zaman zamanın iki defa yaşanılır olduğunu hayal edebilirler ve yaptıkları bencil hataları yapmamayı denerlerdi.

Marguerite Duras’da şiirsel bir anlatıda aşkın tek başına sahne alamayacağını, Margaret Atwood’da ataerkilliğin nasıl da yıkıcı bir güç olduğunu, Gabriel Garcia Marquez’de sadece aşkın değil yaşlanmanın da nasıl kabul edilebileceğini, Don DeLillo’da maddiyatın insan bünyesine nasıl zarar verdiğini, Migule de Cervantes’i okurken ise deliliğin gözle görünmezliğini hayal edebilirlerdi-Matilda’nın ana ve babası, eğer gayret edebilselerdi... Matilda’nın ana ve babası, ekrandan başlarını kaldırıp, hayatı ezbere yaşamayıp, her şeyi bildiklerini sanmayıp, sözcükleri ezip büzmeyip, gözlerini insanlardan kaçırmayıp, emir vermeyip, emir almayıp, kendileriyle, insanlarla ve yaşamla buluşmayı göze alabilirlerdi, vs. vs. vs.

O zaman dünya, hiç kuşku yok ki şimdi olduğundan daha yaşanılası bir yer olabilirdi. Ve Matilda’nın ana babası, örneğin Melisa’nın ana babasından o zaman farklı olabilirdi işte. Bu fark ise onları olsa olsa güzelleştirirdi, uzaklaştırmak, çirkinleştirmek, sınırlarla ayrıştırmak yerine.

***

Geçtiğimiz hafta CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ile bir grup yazar bir araya geldik. Düşünce ve ifade özgürlüğünün ‘sonun sonu’ noktasında seyrettiği Türkiye’de, CHP’nin başta tutuklu yazar arkadaşlarımız Aslı Erdoğan ve Necmiye Alpay olmak üzere tüm ‘düşünce ve ifade özgürlüğü’ mağdurlarına destek vermesini istedik. Sağolsunlar, başta Kemal Kılıçdaroğlu olmak üzere, bütün ekip her zamanki gibi anlayışlı, içten ve zarifti. Yine de, onlardan bunun ötesinde, ülkenin gerektirdiği bir biçimde muhalefet istediğimizi belirtmekten geri kalmadık. Zira bir ülkede düşünce ve ifade özgürlüğü yoksa, o ülkede demokrasiden söz etmenin mümkün olamayacağına her zamankinden çok daha fazla inanıyorduk.

Yazının devamı...

Kural

‘Kural buydu, deniz denize dayanabilenlerin işiydi.’ Cemil Kavukçu, Maviye Boyanmış Sular

***

Kavukçu, kitaptaki ‘Balık’ adlı öyküsünde bizleri ilginç bir atmosfere sürüklüyor. Özetlemeye çalışayım:

Hayatta her şeyi bildiğini sanan Çarkçıbaşı o gece iri bir balık yakalar. En büyük yardımcısı olan İbrahim hemen herkese haber salar. Heyecanlıdır. Daha doğrusu heyecandan ne yapacağını bilemez bir haldedir. Yüzemeyen arızalı bir ‘gemide’ böyle bir balığın yakalanmış olması onda ve zamanla hemen hemen bütün gemicilerde, ‘içmeden sarhoş halleri’ yaratır. Tüm ekibi bir koya tutsak etmiş bir geminin içinde öylece bekleyen insanlardan fazla bir şey beklenemez aslında. Bunlardan biri de öyküyü anlatan kahramanımızdır. O da artık bu duruma alışmış, gün saymamakta, hesap yapmamaktadır. Kısaca her şeyi oluruna bırakmıştır. Bir limana varabilecek miyiz sorusu artık çok da önemli bir soru değildir. Yine de içlerinde en sakin kalabilen odur.

Öte yandan, yakalanan balıkla birlikte dengesi iyice savrulan gemi ahalisi davranış bozuklukları sergilemeye devam eder. Balık iridir iri olmasına ama... İriliğin ötesinde zokayı yutmuş, bir metrelik bedeniyle güverteye yığılmış bir insanı andırmaktadır. Hâlâ canlıdır ve zokalı ağzından çok tuhaf sesler çıkarmakta, gözlerinde de ‘alacağınız olsun’ dercesine başka bir anlam gezinmektedir. O bakışlar, o ses... Aynı güvertede, bu sahne yüzünden neredeyse balıkla birlikte zar zor nefes alır hale gelen gemiciler zamanla bir zaferden çok, tuhaf bir hüzün, korku ve endişe ağının içine düşer. Kafaları iyiden iyiye karışmış bir haldedir. Rotası olmayan hareketsiz bir gemide kafası karışık gemiciler kadar beteri yoktur. Kim av, kim avcı, belli değildir artık. Sonunda gemiciler hep birlikte karar verir, misinayı keser ve balığı, zokayı yutmuş bir halde açık denize teslim ederler.

Ederler etmesine de balıktan kurtulamayacaklardır! Çünkü zokayı yutan sadece balık değildir... Geminin ve gemicilerin de bu durumdan aşağı kalır bir yanı yoktur.

Başlangıçta Çarkçıbaşı, içlerindeki en temkinli kişidir. Bu konudan bir kurtulsalar, her şey yoluna girecek, arkalarına bakmadan devam edeceklerdir. Hatta bu balık olayından bir daha kimseye bahsetmezlerse, konunun da kapanacağını düşünür. Ya da düşünmek ister. Bu konuda da diğerlerini ikna ettiğine inanır.

Gemicilerin çoğu bu işi başlarına saranın Çarkçıbaşı olduğunu elbette bilir. Çarkçıbaşı’nın bu konudaki ısrarına, kendi küçük alanlarında verdikleri tepkiler nettir:

‘Balık, balık, balık... Al sana balık!’

Çarkçıbaşı’nın balık merakı, koca bir geminin zamanla ayağına dolanacak bir engele dönüşecektir. Bir gölge sürekli olarak onları izlemektedir.

Peki ya Çarkçıbaşı? Onunkisi bir gölge falan değildir artık. İçerek unutmaya çalıştığı karabasan, bir kabus haline dönüşecektir o balık.

Öykünün umut barındıran yanına gelecek olursak:

Sakinliğini korumaya çalışan kahramanımızın aktardığına göre gemi arızadan kurtulur, yeni koylara, farklı hayatlara doğru yelken açar. Bu hareketlilikle birlikte gemiciler de biraz ferahlar ve her şeyin düzeleceğine inanırlar. Ve belki de bizlerden farklı olarak unutmazlar: Ne balığı ne de yaşananların Çarkçıbaşı yüzünden başlarına geldiğini.

Yazının devamı...

Karşılaşmalar

‘Büyük düşünmek büyük hayal etmek (lazım)...’

Dünyayı bir kırmızı halıdan ibaretmiş gibi gösteren ve buna kainat olarak inanmamızı uman Emmy Ödül Töreni’ndeki şatafatlı sunucuların bir ara söylediği cümle. Bazı cümleler, barındırdıkları sözcükler ne kadar tılsımlı olursa olsun, bazen ne kadar da itici olabiliyor.

***

Oysa hayallerin açtığı bambaşka kapılar mevcut.

İstanbul Pera Müzesi’nde Eylül ayının başında açılmış bir sergi var. Pera Müzesi bu kez gençleri ağırlıyor. ‘Karşılaşmalar’ sergisi, Akdeniz Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nden mezun olanların ve eğitimlerine devam eden lisansüstü öğrencilerin yapıtlarını içeriyor. Akdeniz’den esen bu rüzgâr bize birçok şey anlatıyor. Belki bu yüzden sergiyi gezerken ayrı bir sevinç duydum. ‘Demokrasisi bu kadar dumura uğramış, temelleri bu kadar büyük sarsıntılar geçiren bir ülkede hâlâ genç insanlardan böylesi yaratıcı bir ses yükseliyorsa umutsuzluğa kapılmamak gerekiyor!’ diye düşündüm.

Resim, heykel, grafik, seramik, fotoğraf, geleneksel sanatlar ve sinema-televizyon gibi görsel sanatların bütün alanlarında üretilen bu yapıtlar, ortak kavramsal bir temadan çok, Fakülte’nin sanatla kurduğu çok yönlü eğitim modelini aktarıyor. Farklı farklı estetik ve tematik yaklaşımlar, disiplinlerarası köprülerin ve bundan doğan çoksesliliğin birer kanıtı. Dahası yetişmekte olan sanatçılarımızın da dünyayı algılama ve sorgulama pratiklerinin ipuçlarını sunuyor. Yapıtlar, ‘Bedenin Dönüşümü’, ‘Soyutlama’, ‘Kavramsal Yaklaşımlar’, ‘Dijital Evren-Reklam’ ve ‘Belgesel’ başlıkları altında bizlerle buluşuyor. Açıkçası beni en çok etkileyen bölüm ‘Bedenin Dönüşümü’ oldu. Handan Akarsu’nun Hatıra’sı, Berna Akça’nın Figür’ü, Bayram Armutçu’nun ‘Alâmet’i ve Müberra Delibaş’ın ‘Metastaz’ının önünde epey zaman geçirdim. Ancak, şunu teslim etmem gerekiyor: Sergi, bir bütün olarak etkileyici ve doyurucu.

Serginin kataloğundaki sunuş yazısında Rektör Prof. Mustafa Ünal ‘Pera Müzesi’nin Fakülte’nin merkez dışından merkeze yönelme eğilimine destek olduğunu’ ifade ediyor. Prof. Ünal’ın sözünü ettiği bu çaba gerçekten de çok önemli. Bu yüzden Pera Müzesi’ne teşekkürü bir borç biliyor ve bu tip sergilerin devamının gelmesini rica ediyorum. Elbette, Akdeniz Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi ve Güzel Sanatlar Enstitüsü’nde emeği geçen herkesi de kutluyorum. Kim ne derse desin yaşadığımız bu açmazlara en sahici cevap sanattan ve bilimden gelecektir.

16 Ekim’e kadar açık olan ‘Karşılaşmalar’ı kaçırmayın.

***

İletişim Yayınları’nın Genel Yayın Yönetmeni Nihat Tuna’yı kaybettik. Güzel, kıymetli, zarif bir insandı Nihat Tuna. İlk yayın yönetmenimdi. Abiydi. Başımız sağolsun.

Yazının devamı...

Anneee, öpücükler ne renk olur?

Cuma günü, 11 kişinin hayatına kasteden, saatlerce trafiği tıkayan o metrobüs kazası iki insanın sinirlerine hakim olamaması nedeniyle yaşandı. Ancak burada asıl fark edilmesi gereken husus, bu insanların beter öfkesinin (hezeyanlarının), bir nedenden çok bir sonuç olduğu gerçeği. Neyin sonucu diye soracak olursanız, elbette yaşadıklarımız, deneyimlediklerimiz ve yaşamakta olduklarımız diyebilirim. Birbirine saygı ve sevgiyi bu kadar unutmuş; birbirlerini anlamaya çalışmaktan vazgeçtim, birbirini hoş görmekten bu kadar yoksun insanların yaşadığı bir ülkede tek bir şemsiye bazen anları elimizden çalan koca bir silah haline dönüşebiliyor. Bu sahiden de bir neden değil, bir sonuç... Yıllardır ‘düşmanlarla çevrili’ olduğu öğretilen sevgisiz, tahammülsüz insanların kendine bir çırpıda düşman yaratmasının hazin ve ürkütücü öyküsü. Bunun kaynakları için evlere, ders kitaplarına, sınıflara bir göz atmak sorunu tümden ortadan kaldırmaz ama önlem almamıza yardımcı olabilir. Ve bazen, en azından ilk etapta sevgi ve yaşam bazında önlem almak, hem geçmişi, hem şimdiki zamanı hem de geleceği görebilmek demektir.

***

Ve gelelim bugünkü başlığıma. Bu, bir kitapta karşıma çıkan bir cümle. RocioBonilla’nın yazıp çizdiği ve MürenBeykan’ın dilimize kazandırdığı ‘Öpücük Ne Renktir?’ adlı bu kitabı, gencecik okurlarla mercek altına aldık. Bu ‘genç okurlardan’ çoğu daha okuma yazmayı sökmüş değildi; bu yüzden de duyguların renklerini hemen hepimizden daha iyi tahlil edebiliyorlardı. Kitabın yol göstericiliğinde öpücüğün, başka bir deyişle sevginin renklerini adım adım düşündüler ve kendi deneyimlerini işin içine katarak sevginin rengini kağıtlara yansıttılar. İçlerinden bir tanesi diri bir yeşille tıpkı bulmacalardaki gibi bir yol çizdi. Sanki sevginin bir labirent olduğunu ama her daim umuda işaret ettiğini dile getirmek istiyordu. Kimi içinse babanın yanağına kondurulan bir renkti sevgi, kimi için anneyi mor mor kucaklamak... Kitabın sonuna doğru, müthiş çizimlerin eşliğinde hepimizi şaşırtan bir şey oldu. Tek tek renkler mavisi, kırmızısıyla, sarısıyla iyiydi, tamam, ama... Sevgi başka bir rengin adıydı. Sevgi, tam da yazımın başlığına koyduğum gibi, kitabın kahramanı Minimoni’nin kafası karışmış bir şekilde annesine seslenip bulduğu o cevaptaydı.

Kitap tanıtımlarında pek tercih edilmez ama ben yine de son sayfayı sizinle paylaşacağım. Minimoni annesini öper ve sayfa renk renk kalplerle dolar. Anlarız ki öpücük renktir, sevgi rengârenktir... Güneşin renkleri gibi. Bunu keşfeden bir çocuğun gelecekte bir otobüste ister şoför koltuğunda olsun ister yolcu, bir şemsiye ve ardından gelen yumruklarla hayatı hem kendine hem de etrafına zehir etmeyeceğine eminim. Ve daha neler neler... Günışığı Kitaplığı’ndan çıkan bu güzel kitabı sadece genç okurlara değil yetişkinlere de önermemin asıl nedeni bu.

***

Anneee, öpücükler ne renk olur sorusu, bugünkü yazımda başka bir açılıma da sahip. Bu cumartesi, Cumartesi Anneleri Galatasaray’da 600. kez toplandı. Evlatlarını faili meçhullerle yitiren bu anneler (ve babalar), bu ülkenin insanları. Evlatları, faili meçhuller de. Anneler, vicdanımızı harekete geçirmek için 600 haftadır orada. Peki bizler nerelerdeyiz? Bu faili meçhuller yokmuş, hiç yaşanmamış gibi davranan, renkleri, nedenle sonucu karıştırıp duran bizler, bu ülkenin insanları... Sorulması gereken asıl soru budur.

Yazının devamı...

Sessizlik

‘Bizim ülkemiz sağır odalar gibi yapılandırılmıştır, yani ses geçirmeyecek şekilde. Duvarlarınız ses geçirmiyorsa, bitişiğinizde her tür işkence yapılır, insanlığın dışına çıkılır ve siz bir şey duymazsınız. Ta ki patlamalar başlayıncaya, kan ve can kayıpları her yere sıçrayıncaya kadar. Çoğu kez hakikate yaklaşmaya bunlar da yeterli olmaz, çünkü hakikat silinmiş, yerine hazır suçlama sözleri konulmuştur.’

Metis-Siyahbeyaz’dan çıkan ve Hakan Tahmaz’la birlikte hazırladıkları ‘Barış Açısını Savunmak’ adlı kitabın sunuşunda böyle söylüyor Necmiye Alpay. Kendisi, yaklaşık 20 gündür cezaevinde.

***

‘Ben kimsenin giydiğine karışmıyorsam kimse de giydiğime karışmasın’ diye bir açıklaması var Ayşegül Terzi’nin. Ayşegül Terzi, bayram günü sabahı, nöbetinden dönerken bindiği belediye otobüsünde giydiği şort yüzünden, hiç tanımadığı bir adam tarafından tekmeleniyor. Bu tekme sonrasında baygınlık geçiriyor ve otobüsten indiriliyor. Otobüste kimsenin karışmadığı bu olayda -bana dokunmayan bin yaşasın diye tanımlayabileceğimiz bu olayda- hastaneye nasıl getirildiğini hatırlamıyor Terzi.

Daha sonra yakalanan kişiye ailesi akıl hastası vb. diye sahip çıkıyor ve durumu bu şekilde kapatmaya çalışıyor. Eminim kapatacaklardır da. Bu ülkede hak, hukuk ve adalet dendi mi, ‘bunlar var mı ki?’ sorusu devreye girer. Bu ‘yoksunluk’ ise karşısındakine durduk yere tekme atanlara ve bunu sahte raporlarla geçiştirenlere yarar, vay gelsin işi kalem ve kağıtla olanların başına...

***

Neyse. Akıl hastalığı denince... 88 yaşında yaşamını yitiren Amerikan tiyatrosunun önde gelen yazarı Edward Albee, ‘The Zoo Story’ (Hayvanat Bahçesi) adlı yapıtında gerçek bir akıl hastasından bahseder bize. Toplumla bir türlü uzlaşamayan, dengeyi sağlayamayan bir uyumsuz vardır karşımızda. Albee’nin görkemli kaleminden biz okurlara süzülen bu kişinin derdi kendiyle ve en çok da toplumladır. Köşeye itilmişliğinin son isyan demlerini yaşar, ölüme adım adım yanaşırken, ‘beni siz delirttiniz’ noktasında ‘ben bir ot değilim’ diye çırpınır. İşte o zaman anlarız ki ot diye toplum normlarını oluşturanları kastetmektedir bizimkisi. Yaşamdan hiçbir halt anlamazken yaşam gurusu geçinenleri, milliyetçilik, ahlakçılık, din etiketiyle kendi firelerini örtenleri, yasa koyucu ciddi halleriyle onu norm dışı bırakanları, bu muhteşem zatların hakikate hükmederek normal tanımını nasıl koyduklarını ve bu tanımlanan normallik içerisinde nasıl riyakâr bir biçimde yaşadıklarını...

Peki yasa koyucular böyledir de ötekiler de mi böyledir? Hayır. Çoğunlukla hayır. Hayır ama... Onlar da sadece seyrederler.

***

Güçlü olmak nedir diye soracak olursanız o zaman Ahmet Altan’dan bir alıntı yapmak isterim. Babasının ölüm döşeğinde hissettiklerinden birkaç cümleyi hatırlamak, hatırlatmak:

‘Babamın başucunda duran Doktor Fatma, ağlayacağımdan ve beni ağlarken göreceğinden bir an korkup ‘güçlü olalım’ diye fısıldadı. Çocukluğum boyunca bana anlattığı hikâyelerle ‘acıyı taşımayı’ ve ‘güçlü olmayı’ öğreten bir adamın başucunda ağlamayacağımı, beni, babam için ağlarken kimsenin göremeyeceğini bilmiyordu.’

Yazının devamı...

Hababam Sınıfı

‘O mahur beste çalar

Müjgan’la ben ağlaşırız’

Atilla İlhan*

***

Rıfat Ilgaz’ın ölümsüz yapıtı Hababam Sınıfı’nı beyaz perdeye aktarmıştır Ertem Eğilmez... Kel Mahmut, İnek Şaban, Hafize Ana, Güdük Necmi, Damat Ferit... Tarık Akan’ı yitirdikten sonra hem kitabı hem de filmi tekrar hatırladım. Hababam Sınıfı bir fenomendi. Bir geçiş, gençliğe tutulan bir ayna.

Şimdilerde Hababam Sınıfı dendiğinde yüzümüzde beliren o hüzünlü tebessümün sırrı bu muydu? Yaşlandıkça kulaklarımızda bir mahur besteye dönüşen filmdeki müzik (dın dın dırınırım dı-rı-nırı-nımmm) mi? Hem bu, hem de daha ötesiydi, sanırım. Büyümeyi fark etmek kadar, bir türlü büyüyemeyen bir toplumda nefes almaya çalışmak... Hababam Sınıfı, bir kitapta, bir filmde yaşandığında gerçek bir mutluluktu. Öte yandan, büyüyememiş ergenlerle dolu bir ülkede yaşamaksa kabus.

Mahmut Hoca

Kitaptaki kahramanımı soracak olursanız, cevabım Mahmut Hoca olacaktır. Bir yol gösterici olmanın merhametle nasıl sıvanabileceğinin (sevgili Münir Özkul) ne güzel örneğidir Mahmut Hoca. Edebiyatta ‘mentor’ diye adlandırdığımız o yerde yol göstermek için durur da durur. Yaşama bir sıfır yenik başlamış ergenlere, yaşamın yenik düşülecek ve intikam alınacak bir fasıl değil istenilirse kazanılacak keyifli bir oyun olduğunu anlatır, bıkmadan usanmadan anlatır. Serttir de. Geleneksel anlamda bir mentor sayılmayabilir. Mentor olacaksan, ne bileyim, daha bir yumuşak ol dedirten, buna karşın bizdeki toprağı bir parça güneşte demlendirdiğinde anlayabileceğin bir tatlı sert mizacı vardır Kel Mahmut’un. Öyle ki her epizodun sonunda (filmlerden bahsediyorum) onunla birlikte gözleriniz dolar ve gençliğin ihtişamına bir kez daha şapka çıkarır, ancak büyümenin eşiğini selamlamaktan da kendinizi alamazsanız. Öte yandan, Mahmut Hoca’nın karşısındaki hayta ekip, toyluğun verdiği muazzam delifişeklikle bizleri gülmekten kırıp geçirirken, bir an onların hiç büyümemeleri gerektiğini de düşünürsünüz. Bu kadar neşe, başka ne zaman mümkün olacaktır ki! Bu kadar gamsızlık... İnek Şaban’ın (Kemal Sunal nasıl büyük bir ustalıkla onu ele geçirmiştir!) inekliği ve şabanlığıyla bu denli dalga geçildiği başka bir diyar var mıdır? Hababam sınıfının sıraları ve yatakhanesi bu dalgayla dolar taşar.

Ancak bir diğer yandan da, Mahmut Hoca’nın, şefkatli dikkatiyle, pürdikkat kesildiğiniz başka bir yer vardır. Yaşam, hemen şuracıktadır ve bütün hengâmesiyle ergenleri, geç ergenleri, hatta biraz argoya kaçsa da yazacağım, kadayıfları ağına düşürmeyi beklemektedir. Elbette bizleri de. Edebiyatla sinemanın buluştuğu o kıymıklı yerde, okur ve seyirci için mesaj doğru yerde işlemektedir: Büyümek acıtır.

Ve işte o noktada, oraya neredeyse ilk ayağını atacak Damat Ferit’in varlığı (sevgili Tarık Akan), ortamın yakışıklı ve romantik delikanlısının çok ötesinde bu netameli yarayı hatırlatır. Büyümek, sorumluluk almak ve bir o kadar da o sorumluluğun hakkını vererek erdemle onu taşıyabilmektir.

Bunu anlarız. Bugün hâlâ büyümemiş, ergenlerle dolu bir toplumda, çok daha fazla... Hangi eşiklerin aşılamadığını, bu yüzden hemen her yanımızın neden eksik ve trajikomik felaketlerle dolu olduğunu da. Ergenlikte kalması gerekenlerin yaşamda ve yetişkinlikte nasıl da sırıttığını bir kez daha fark ederiz. Kel Mahmut gibi hocaların, mentorların, yol göstericilerin, rehberlerin, Hafize Ana gibi şefkat timsallerinin eksikliğinin nelere yol açabileceğini de.

***

Sırası gelmişken, Hababam Sınıfı’nda emeği geçen herkese ve sevgili Tarık Akan’a, sinemamızın gelmiş geçmiş en büyük ustalarından birine saygı ve sevgiyle.

* Yazıma başladığım şiiri Ahmet Kaya bestelemiştir, dinlemenizi öneririm.

Yazının devamı...

İyi Bayramlar

Bir varmış bir yokmuş. Güzel kahkahalı kadınlardan birinin başına bir olay gelmiş.

Onun öyküsünü anlatmadan önce John Stuart Mill’in ‘Özgürlük üzerine’ adlı o eskimeyen makalesini hatırlatmak ve oradan birkaç satır paylaşmak isterim:

‘Yetişkinlik çağına ulaşan ve aklı başında kararlar alabilen herkes, herhangi bir müdahale olmaksızın kendi iyi yaşam görüşüne uygun davranabilme özgürlüğüne sahip olmalıdır. Kendi eylemlerimle, kendime zarar versem bile, bu, devlet müdahalesi için yeterli gerekçe değildir.’

Burada durayım ve arkadaşımın başına gelenleri, hatırladığım kadarıyla aktarmaya çalışayım (ben çok unutkan oldum bu aralar). Adını burada Şahane olarak anacağım bu arkadaşım, Marmaray’dan geçerken malum bir biçimde aranıyor. Sonra bir tanıdığına rastlıyor ve onunla merdivenlere doğru yürümeye başlıyor. Bu esnada ‘eksik arandığına dair ’arkasından seslenen polis memurunu duymuyor. Oradaki polis memuru, (adına şimdilik Şerif mi desek?) Şahane’nin arkasından koşarak geliyor, Şahane’yi paldır küldür durduruyor ve (işte burası çok önemli) Şahane’nin yüzüne elinin tersiyle (sonradan aslında o kadar ölçüsüz olmak istemediğini kazayla böyle bir şeye neden olduğunu beyan etse de) bir dokunuş dokunuyor! Ve ardından da kükrüyor:

‘Sana üç defa seslendik!’

Şimdi. Bu esnada tüm Şahaneler ne yapar sorusu akla geliyor elbette. Cevap belli. Ee, bizim Şahane de onu yapıyor.

Yanındaki arkadaşıyla paylaştığı kahkahasını yarım bırakıyor ve karşısında burnundan soluyan Şerif’e şaşkın şaşkın ‘Sizi duymadım’ diyor, az önce, yüzünde esen, made in Şerif rüzgarını henüz tam algılayamamış bir halde olsa bile. (Bir de bu senli benlilik nedir Allah aşkına sorusunu o an olmasa da sonradan çok düşündüğünü biliyorum.)

Gerçekten de Şahane, Şerif’i ve onun kıvamındaki arkadaşlarını duymamış... Şahane’nin başına gelen hepimizin başına gelebilir. (Şahsen ben bu ara unutmak kadar işitmeme eğilimine de sahibim; duymadığımız zaman itilip kakılmak ve potansiyel suçlu ilan edilmek ne ola ki? Sana üç defa seslendik. Ee, bir daha seslen o halde kardeşim. Nokta.)

Ancak Şerif Şahane kadar şahane değil. O bu öyküde aksi adam rolünde ve ne yazık ki bu rolde de ısrarcı:

‘Zaten kafam atık, başlatma be!’ diye kaldığı yerden devam etmez mi?

Ha işte Şahane, o zaman, bulunduğu yeri tümden unutuyor. Başka bir deyişle zemin ayaklarının altından kaymaya başlıyor. Sus Allah sus, nereye kadar sorusu boğazında atmaya başladığından, sesini törpüleyemez bir halde:

‘Ne demek kafam atık?’ diye bir soru soruyor Şerif’e. Ve sonraki şahane cümlelerde de şunu söylüyor:

‘Siz bir polissiniz, benim kafam atık olsa bile, sizin kafanız atık olamaz. Diyelim ki kafanız atık. Bunu asla bize yansıtmamanız gerekiyor. Sizin göreviniz bizi suçludan korumak. Bizleri her koşulda suçlu ilan etmek değil. Sizin göreviniz bize müdahale etmek değil, bizlere müdahale edilmesine engel olmak, kafası atık memurlar olarak ortada dolaşmak, sağa sola elinin tersiyle had bildirmek demek değil.’

Şerif bunun üzerine ‘Nee, bir de polis memuruna kafa tutmak ha, sen bittin!’ diyor Şahane’ye.

Şahane ise

‘Ne kafa tutması?’ diye soruyor. ‘Ben burada nefsi müdafaa yapıyorum. Olacak iş değil ama öyle.’

Hikaye böyle devam ediyor ve Şahane esaslı duruşundan bir milim taviz vermeyerek o 15 dakikayı yaşam hanesine bir kazanım olarak katıyor (ee hep kaybedilmez ya kardeşim). Şahane’nin bu şahane cümlelerini ipeksi mendilin içerisine sıkıştırılmış bir bayram hediyesi olarak kabul ediyor, aynı cümleleri kurbanlık koyun inisiyatifi adına her şeye boyun eğmemizi, biat etmemizi bekleyenlere, iyi bayramlar temennisi ile hatırlatıyor ve hepsini içtenlikle selamlıyorum.

Yazının devamı...

Üstü kalsın

Kasadaki kadına şaşkın şaşkın baktı. Bir arife günüydü ve kentin bu yakasının en sevdiği lokantasındaydı. Yıllardır pek severek gittiği, dostlarını götürmekten keyif aldığı o yerde.

‘Ben her iki dolmadan da yarım porsiyon yedim,’ dedi düz saçlı kadın. ‘Neden tam porsiyon ücreti alıyorsunuz?’

‘Ne yediniz?’ diye sordu kasadaki kadın, laf olsun diye. Karşısındakiyle ilgilenmeye çalışma görevinden nicedir çok yorulmuştu. Çok ünlüydüler ve bunu biraz da müşterilerine borçluydular, tamam. Aman herkesin de derdi çekilmezdi ki canım. Hırlısı vardı, hırsızı vardı.

‘Kızarmış yeşil domates dolması ve bir de patlıcan dolması,’ dedi düz saçlı kadın, ne hırlayarak ne de hırsızca bir tavırla. Halinden, kızarmış yeşil domates ve patlıcan dolmasının yarım porsiyonlarının neden birer porsiyon sayıldığını gerçekten anlama çabası içinde biri olduğu çok net anlaşılsa da, biraz asabi bir bünyeye de sahip olduğu hissediliyordu.

‘Hanfendi’ dedi kasadaki kadın, bu asabiyeti sezerek. Böylece kendi asabiyetini de saklama kozlarından birini öne sürmüş olacaktı. ‘Kızarmış yeşil domates dolmalarımız ve patlıcanlar, ister çeyrek ister yarım porsiyon yensin, hesaba tam porsiyon olarak yazılır!’

‘Ama neden? Bunun hiçbir mantığı yok ki!’ diye cılızca bir ses çıktı düz saçlı kadından. ‘Hem madem öyle, bunu mönüye yazmış olmanız lazım.’

‘Bakın hanfendi!’ diye bir kez daha söze girdi kasadaki kadın. Yavaş yavaş yemek salonunda muhtelif Doğu, Güneydoğu ve Akdeniz yemeklerini tadan arife müşterilerinin başları onlardan yana doğru çevrilmeye başlamıştı. Bundan son derece rahatsız olan kasadaki kadın, elini hafifçe kasalı masaya vurarak, ‘Lütfen sakin olun, diğer müşterileri rahatsız ediyorsunuz bu tavrınızla!’ deyiverdi.

‘Ben sakinim,’ dedi düz saçlı kadın. ‘Çok özür dilerim ama... Ben sadece niye diye soruyor, hakkımı arıyorum.’

‘Hakkınızı mı arıyorsunuz?’ diye sinirli sinirli ama kibarlığını muhafaza etmeye çalışarak gözlerini kırpıştırdı kasadaki kadın. ‘Burası hak aranacak bir yer değil hanfendi, yemek yenilecek bir yer.’

O sırada dışardan gelen bir iki sinek otantik salata barına girmeye çalışıyordu. Onları sinirli sinirli, eliyle garsonlara işaret etti kasadaki kadın.

‘Bakın,’ dedi düz saçlı kadın, saçlarını biraz daha düzeltmeye çalışarak. ‘Bu yaptığınız, alenen, müşterinin iyi niyetini suistimal etmek.’

‘Asıl siz bana bakın!’ dedi kasadaki kadın, usulca, ‘Ya seversiniz ya da...’

‘Anlayamadım!’ dedi düz saçlı kadın. ‘Gerçekten anlayamadım.’

Bu arada yanlarında bir iki garson gölgesi belirmişti ama hiçbir şey demediler. Belli ki daha önceden, kibarlık konusunda tembihlenmişlerdi.

‘Yani ben, 2 kızarmış yeşil domates dolmasına ve 3 tane biber dolmasına dünya kadar para vermek zorundayım, öyle mi? Yani ben, bunun neden böyle olduğunu sorma hakkına bile sahip değilim, öyle mi? Yani ben, bu üçkağıtçılığı ya seveceğim ya da bu mekâna hiç ayak basmayacağım öyle mi? Yani yazarların içerde hırsızların dışarda olduğu bir ülkede artık neden diye bile sormayacağım, sormayacağız, öyle mi?’

‘Yok daha neler! Ah sizin gibiler. Her şeyi birbirine karıştırmayın canım!’ dedi kasadaki kadın küçük bir zafer kazanmış edayla. ‘Ama aynen öyle. İşinize gelmiyorsa kızarmış yeşil domates ve patlıcan dolmanızı başka yerde yersiniz! Elbette bulabilirseniz.’

‘Onları başka yerde bulamadığım için buraya geldim, hem aramadım bile,’ dedi kadın. ‘Buranın farklı olduğunu düşündüğümden, burayı sevdiğimden, ya sev ya terk et mantığındaki sevmekten bahsetmiyorum, gerçekten seviyordum burayı, anlıyor musunuz emin değilim, bir şeyi gerçekten sevmenin ne demek olduğunu anlayabiliyor musunuz yok yok hiç emin değilim, her şey o kadar sert ve kadercilik kokuyor ki anlayabildiğinizi ya da anlatabildiğimi hiç ama hiç sanmıyorum, burada sadece yemek yemek değil, yemek yerken mutlu olduğum için bulunuyordum. Belki de sadece bu mutluluğu hissetmek için buraya geliyordum. Ama besbelli ki...’

Kasadaki kadın oflayıp puflayarak kendileriyle ilgili çıkan gazete kupürlerinin asıldığı duvara boş boş bakıyordu.

Düz saçlı kadın hesap pusulasını çantasına tıkıştırdı, cüzdanından bir yüzlük çıkardı ve kasaya usulca bıraktı. Derdini anlatabildiğinden hiç emin değildi. Ve tahmin edebileceğiniz o repliği kasadaki kadının mutsuz gözlerine fısıldadı:

‘Üstü kalsın.’

Sevgili editörlerimiz,

Pınar Tarcan ve Özgür Topuz’un yeni yaşlarını kutluyorum.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.