Matilda’nın ana babası
.
Dünyanın gelmiş geçmiş en iyi hikâye anlatıcılarından biri olarak kabul edilen Roald Dahl, Matilda adlı kitabında 5 yaşındaki kitap kurdu Matilda’ya şunları düşündürür:
‘Okuduğu bütün o kitaplar, ona ana-babasının hiçbir zaman sahip olamadıkları bir hayat görüşü kazandırmıştı. Biraz Dickens ya da Kipling okumuş olsalar, hayatta insanları aldatmaktan ve televizyon seyretmekten başka şeyler olduğunu kısa sürede keşfedebilirlerdi.’
***
Ben işe biraz daha su katmak isterim. Örneğin Matilda’nın ana babası, biraz Fyodor Dostoyevski okumuş olsalardı, yaşamın anlamını, dünyadaki dehşetin, kötülük ve zalimliğin ne olduğunu düşünmüş olur suç, vicdan ve şefkat sözcüklerini çok tedbirli kullanır ve kurtuluş yolunun sadece para kazanmaktan geçmediğini fark ederlerdi -demek isterim.
Yine Matilda’nın ana ve babası, diyelim ki, August Strindberg’i okumuş olsalardı, dünyaya yukardan bakabilmenin ne olduğunu keşfetmiş olur ve hemen her şeyin ne kadar küçük ve önemsiz görünebildiğini, hemen her şeyin bakış açısıyla ilgili olduğunu anlarlardı.
Matilda’nın ana ve babası, Thomas Hardy’yi okumuş olsalardı, yazgının kaçınılmazlığını algılar ancak bir o kadar da yazgının kural koyucuların elinde nasıl yamultulduğunu görür, doğanın insan yaşamıyla sahici bağlantısını anlar ve hafriyat sözcüğüne eskisi kadar sıcak bakmaz, doğaya kalplerini sonsuzca açarlardı.
Matilda’nın çok bilmiş ve hemen hiçbir şey bilmeyen ana babası Toni Morrison’ı okumuş olsalardı, bellek ve tarihin arasındaki amansız çekişmeyi çözer, kendini özgürleştirmenin yollarını araştırır ve bunun bile yeterli olamayacağını kavrarlardı.
Haruki Murakami’yi okumuş olsalardı, Matilda’nın kâr kâr kâr diye dilenen ana ve babası, bir insanın başka bir insanı anlayabilmesinin yıllar ama yıllar alabileceğini, çözdüm derken yaşama dair tek bir ilmeği bile çözmenin zaman karşısında asırlara yayılabileceğini terennüm edebilirlerdi -belki.
Zadie Smith’i okumuş olsalardı, Matilda’nın ana ve babası, o zaman zamanın iki defa yaşanılır olduğunu hayal edebilirler ve yaptıkları bencil hataları yapmamayı denerlerdi.
Marguerite Duras’da şiirsel bir anlatıda aşkın tek başına sahne alamayacağını, Margaret Atwood’da ataerkilliğin nasıl da yıkıcı bir güç olduğunu, Gabriel Garcia Marquez’de sadece aşkın değil yaşlanmanın da nasıl kabul edilebileceğini, Don DeLillo’da maddiyatın insan bünyesine nasıl zarar verdiğini, Migule de Cervantes’i okurken ise deliliğin gözle görünmezliğini hayal edebilirlerdi-Matilda’nın ana ve babası, eğer gayret edebilselerdi... Matilda’nın ana ve babası, ekrandan başlarını kaldırıp, hayatı ezbere yaşamayıp, her şeyi bildiklerini sanmayıp, sözcükleri ezip büzmeyip, gözlerini insanlardan kaçırmayıp, emir vermeyip, emir almayıp, kendileriyle, insanlarla ve yaşamla buluşmayı göze alabilirlerdi, vs. vs. vs.
O zaman dünya, hiç kuşku yok ki şimdi olduğundan daha yaşanılası bir yer olabilirdi. Ve Matilda’nın ana babası, örneğin Melisa’nın ana babasından o zaman farklı olabilirdi işte. Bu fark ise onları olsa olsa güzelleştirirdi, uzaklaştırmak, çirkinleştirmek, sınırlarla ayrıştırmak yerine.
***
Geçtiğimiz hafta CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ile bir grup yazar bir araya geldik. Düşünce ve ifade özgürlüğünün ‘sonun sonu’ noktasında seyrettiği Türkiye’de, CHP’nin başta tutuklu yazar arkadaşlarımız Aslı Erdoğan ve Necmiye Alpay olmak üzere tüm ‘düşünce ve ifade özgürlüğü’ mağdurlarına destek vermesini istedik. Sağolsunlar, başta Kemal Kılıçdaroğlu olmak üzere, bütün ekip her zamanki gibi anlayışlı, içten ve zarifti. Yine de, onlardan bunun ötesinde, ülkenin gerektirdiği bir biçimde muhalefet istediğimizi belirtmekten geri kalmadık. Zira bir ülkede düşünce ve ifade özgürlüğü yoksa, o ülkede demokrasiden söz etmenin mümkün olamayacağına her zamankinden çok daha fazla inanıyorduk.