Bir rüya
.
Merhaba! Nasılsınız? Ben size, iki yazısız haftanın üstüne bir rüyadan bahsedeceğim bugün.
***
Rüya bu ya, Türkiye, bir turizm ülkesi olmuş!
Turizm o kadar tavan yapmış ki, o muhteşem kıyıların muhteşem gün batımları ve gün doğumları, insanı insanla buluşturmaktan başka tasa yüklenemez hale gelmiş.
O zaman, ülkedeki strateji uzmanları, tası tarağı toplayıp daha ciddi ve daha stratejik buldukları diyarlarda insansız yorumlarına devam etmek durumunda kalmışlar.
Strateji uzmanları ülkeyi bırakıp gidince politikacıların da elden ayaktan kesildiğini tahmin etmek zor değilmiş. Politikacılar, inatla yapıştıkları o eski kazma ruh yerine, daha insancıl, daha yeryüzü kokan politikalar üretmeye, atıyorum, metal ağlarla ülkeyi örmek ve sonra o metallere baka baka ettikleri ‘Rabbim Bizi Koru’ vb. manevi cümleler yerine, katlettikleri ormanların, derelerin, ağaçların da bir ruhu olduğunu düşünmeye, Rabbin metalde değil, yaşamda, nefeste, doğada gezindiğini, eh düşüne düşüne de olsa, yani ağır, çok ağır da olsa, zamana yayarak anlamaya başlamışlar. Yine çok uzun zaman sonra, düşmansız yaşamanın mümkün olduğunu, bir insanın, bir ülkenin ya da bir gezegenin kendini var etmesi için düşmanlara, nefrete ve savaşa ihtiyacı olmadığını zar zor da olsa kabullenmişler. Politikanın gerginlik olmadığını, gerginliğin yegâne işe yaradığı yerin çamaşır ipleri olduğunu da anlamakta epey güçlük çekmişler. Akdeniz, Karadeniz, Ege’yi gören yamaçlara yayılmış çamaşır iplerindeki kar beyazı çamaşırları gördüklerinde zıvanadan çıktıkları, anlamlarını boşalta boşalta hiçledikleri sözcüklere (örneğin demokrasi, örneğin adalet, örneğin özgürlük) denize düşen mandallar gibi sarıldıkları görülmüş. Ama boş! Denizdeki mandalları kim ne yapsınmış...
Çünkü Türkiye, terörizmle, şiddetle, ayrımcılıkla, hukuksuzlukla, yolsuzlukla geçirilen onca yılın üstüne, bir kaos ülkesi olmak yerine, evet, bir turizm ülkesi olmuş! Öfkeyi, nefreti, kutuplaşmayı, kinayeyi, kıskançlığı, al takke ver külahı pek seven kimilerinin işine hiç gelmese de, böyle...
Rüya bu ya, zeytin ağaçlarının altında insanlar kitaplar okur, birbirlerine derin derin bakar, zaman zaman susmanın erdemine varırlarmış. Bir turizm ülkesi olduğundan beri Türkiye, insanlar birbirlerinin mutluluğunu azaltmaz çoğaltır, sen ben kavgasını bütün eşiklerde bırakır ve en kutsal mekânları olan insanlıklarına, barışa, huzura, rızka, kısacası Türkiyelerine, yaşama ibadet eder gibi, sağ ayaklarıyla her gün yeniden, her defasında gülümseyerek, inançla ve umutla başlarlarmış.
Ve artık yazarlar, nefer olmaktan çıkmış, işlerini yapar hale gelmiş, kısacası yazar olmuşlar; ve artık askerler, savaşçı olmaktan çıkmış, bir gölge haline dönüşmüşler, ve artık panzerler, F-16’lar, roketatarlar müzelik olmuş, o müzelerde ‘her şeyden korktuğumuz günlerin ibretlik metal yığınları’ etiketiyle 9-12 yaşlarındaki meraklı ve karınları zil çalan haylaz çocuklara öğle üstü sergilenir hale gelmişler.
Ve elbette din. Yüzde 99’u Müslüman olan bir turizm ülkesinde, kimse kimseyi Müslümanlık sınavına sokmaz hale gelmiş. Dahası laikliği yıllarca duyumsamış bir ülkede din artık olması gerektiği yerde taht kurmuş, insanların vicdanlarındaki asıl yerini almış. Kimin hangi dinden olduğu değil, kimin nasıl bir vicdana sahip olduğu esasmış.
Gerginlik üretmeyi sevenler için çok zor günlermiş. Ama onlar bile pes etmek durumunda kalmışlar. Türkiye, bombalarıyla değil, sanatıyla, bilimiyle, denizleri, dağları, ovaları, tarihiyle (sadece Osmanlı değil!) dünyanın ekseninde yer almaya başladığında ne düşünmek suç haline gelir olmuş, ne soru sormak. İfade özgürlüğü Türkiye’nin cenneti olmuş, Türkiye de onun cenneti. Sonrası mı? Gelsin turistlermiş...
***
Böylesi bir rüya için geç kalmış sayılmayız. Her şeye rağmen, her şeye karşın. Bombalar bombaları takip etse dahi.
***
Ve elbette edebiyatına saygı duyduğum bir meslektaşı olarak şu notu paylaşmak benim için son derece önemli:
Aslı Erdoğan içerdeyse hiçbirimiz dışarıda değiliz.