Şampiy10
Magazin
Gündem

Türkiye işte bu yüzden farklı...

Haftasonundan bu yana önemli gelişmeler yaşadık. İlk olarak Türkiye’nin ev sahipliğinde Rusya, Almanya ve Fransa liderlerinin katılımıyla gerçekleşen 4’lü Suriye zirvesi, ardından gelen Cumhuriyet Bayramı ve aynı gün dünyanın en büyük havalimanının açılışı...Sınırımızda ve özellikle Suriye sahasında devam eden süreç ise Fırat’ın Doğusuna doğru bir yönelim gösteriyor.

Aslında hepsi bir bütünün parçaları veya Türkiye’nin tarihsel/jeopolitik konumunun ilişkisel yansımaları...

Öyle ki; tam bağımsızlık ve milli egemenlik düşüncesine dayalı bir ulus devlet hedefleyen Cumhuriyet, Türklerin Doğu-Batı arasındaki farklı dengeleri sürdürebilme ve hata yeni dengeler kurabilme yeteneğinin temel zemini. Ülkenin birleştirici bir kaç sembolünden birisi olduğu çok açık...

Cumhuriyet sadece ülkemizde değil, bu yönetim biçimini ideal alan diğer ülkelerde de devlet yönetim tacının bir kişiden ya da feodal bir azınlıktan egemenliğin gerçek sahibi olan milletin kafasına yerleştirilmesi projesi. “Millet, ille de millet” deniliyorsa işte bu Cumhuriyetin ilkesel kazanımlarıyla taçlanabilir. Türkiye tüm sorunlarına ve eksikliklerine rağmen bu yönetim biçimini bölgesinde en doğru istikamette götürebilen ülke konumunda. Her şeye rağmen bir yanda Rusya ve İran, bir yanda Almanya ve Fransa diğer yanda ABD ile Ortadoğu’nun geleceği için diyalektik geliştirebiliyor. Bu yönüyle Cumhuriyet, Türkiye için bir pergel işlevi görürken, İslam Dünyasındaki öncü yeri bir kaldıraç görevi üstleniyor.

Fakat ne yazık ki; Cumhuriyet Bayramında, pervasızca ve temelden yoksun iddialarla toplumu ayrıştırmaya çalışan insanların varlığı çok üzücü. Eleştirmek, hatta herşeyi/herkesi eleştirmek mümkündür. Ancak amacınız bu ülkenin bütünleştirici dinamiklerini sarsmak ise orada duracaksınız. Bunu yapanların izanlarını ve dayanaklarını sorgulamaları gerekiyor.

Öte yandan böyle anlamlı bir günde açılan yeni havalimanı teknik kapasitesi ile gerçekten gurur verici. Yeni Havalimanının çok eksiği var. Oturması biraz zaman alacak. Ortalama her 1 milyon yolcu artışının yaklaşık üç bin kişiye istihdam imkanı sağladığı dikkate alınırsa 200 milyona ulaşabilecek potansiyelin görülmemesi mümkün değil.

İsmine gelince... Daha önce bireysel görüşümüzün “İstanbul Atatürk Havalimanı”ndan yana olduğunu burada ifade etmiştik. Gelinen aşamada toplumsal iklimi daha fazla germeyecek ara bir formül ortaya konulduğu görülüyor. Atatürk Havalimanının bir şekilde devam edecek olması ve “İstanbul Havalimanı” isminin tercih edilmesi konsensus sağlayabilecek bir tutum... Bakalım havalimanı tam anlamıyla çalıştığında bir isim değişikliği ya da eklemesi olacak mı?

Sonuçta, dünyanın en büyük havalimanını açabilmekle, küresel güç mücadelesinde yeni işbirliği ve denge mekanizmasına dokunabilmek birbiriyle ne kadar ilişkiliyse; Cumhuriyetin kazanımları ve Türkiye’nin müstesna yeri tüm bunların itici gücü olma niteliğine sahiptir. Türkiye Cumhuriyeti işte budur...

Yazının devamı...

“Gevşek Federasyon” bir tuzaktır…

Temmuz 2017’de Crans-Montana’da yapılan ve sonuçsuz kalan Kıbrıs müzakereleri dün yeni bir görüşmeye sahne oldu. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı ile Rum yönetimi lideri Nikos Anastasiadis Birleşmiş Milletler (BM) Kıbrıs Özel Temsilcisi Elizabeth Spehar’in ara bölgedeki konutunda bir araya geldiler.

Bu görüşmeden haftalar önce Anastasiadis “Gevşek Federasyon” adı altında yeni bir model ortaya attı. Aslında daha önce de buna benzer öneriler gündeme gelmiş ve benzerleri gibi olumsuz neticelenmişti.

“Gevşek federasyon” katı bir federasyon ile konfederasyon arasında duruyor. Meydana gelecek ortak/merkezi yönetim ile ayrı ayrı alt devletlerin güç ve yetki paylaşımındaki farklılığa odaklanıyor. Federasyonda iki kesimin ortak olduğu yönetim, yetki ve karar verme gücünü büyük ölçüde merkezde toplarken, gevşek federasyon dedikleri yapıda yetkilerin daha yüksek bir kısmı ayrı ayrı devletlerin uhdesinde bırakılıyor. Böyle bir modelde içişleri, savunma ve dışişleri konuları ortak yönetimce yürütülürken, eğitim, sağlık, ulaştırma gibi konular Türk ve Rum tarafının kendi egemenlik kısımlarında kalıyor.

Salı günü Rum tarafında bir panele katılan Avrupa Parlamentosu eski Başkanı Martin Schulz, Anastasiadis’in, kendisine“gevşek federasyon önermediğini” söylese de Kıbrıs Rum Kesimi’nin AB konusundaki yaklaşımı, ancak istedikleri çözüm olursa Türk nüfusunun birliğe entegrasyonudur.

Doğrusu bu öneri bile Rum kesimindeki siyasi partilerin tepkisini aldı. AKEL Sözcüsü Stefanos Stefanu bu önerinin “BM Genel Sekreteri’nin belirlediği süreç ve yolla müzakerelerin başlaması ve çözüme ulaşılması hedefini ortadan kaldırdığını” söyledi. KKTC’de ise açıklama Başbakan Tufan Erhürman’dan geldi. Erhürman, Kıbrıs Türk tarafının “gevşek federasyonla” sorun yaşamadığını, bunun müzakere sürecini uzatacak bir şey olmayacağını ifade etti.

Peki nedir bu işin arka planı?

Geriye dönüp bakıldığında Kıbrıs müzakereleri ‘Yönetim ve Güç paylaşımı’, ‘Ekonomi’, ‘Avrupa Birliği’, ‘Toprak’, ‘Mülkiyet’ ve ‘Güvenlik ve Garantiler’ olmak üzere altı başlıktan oluşuyor. Anastasiadis’in “gevşek federasyon” söylemi sadece yönetim ve güç paylaşımı başlığında ele alınabilir. Diğer başlıklar ise bu görüş karşısında taviz koparma gayesine hizmet edebilir.

Son otuz yıldır karşımızda duran bir gerçek var ki Rum tarafının kısa vadede en önemli hedefi bir takım tartışma ve müzakereler süreci yoluyla Türk askerinin adadan çekilmesini ve Türkiye’ye ilişkin garantörlük hakkının akamete uğramasını sağlamaktır.

Yunanistan’da bu oyunun etkili bir parçasıdır. Geçenlerde Yunanistan Başbakanı Çipras’ın karasuların 12 mile çıkarılmasına ilişkin cumhurbaşkanlığı kararnamelerini meclise göndermesi Rum tarafının oyunlarından ayrı düşünülemez.

Türkiye’nin ve KKTC yönetiminin burada geri adım atmaması gereken 3 önemli husus vardır. (1) İki devletli, iki halkın temsiliyetini ve varlığını esas alan bir yapı, (2) Sürecin kazan/kazan anlayışı dışında hiçbir müzakere usulüne evrilmemesi, (3) Türk tarafının hassasiyetleri/vazgeçilmezleri yerine getirilinceye kadar adadaki Mehmetçiğin ve buna ilişkin garantörlük meselesinin gündemde dahi yer bulmaması.

Yazının devamı...

Bu milletin adı nedir?

Andımız üzerinden yürütülen tartışmanın, Türklük, Türkçülük ve hatta Türk kavramının içeriğine kadar ulaştığı görülüyor. Siyasilerin meseleye yaklaşımları bir tarafa, özellikle sosyal medya üzerinden devam eden söylemler hepimizi ciddi bir tehlikeyle yüzleştiriyor. Bu tehlikenin farklı bir yansıması 2013-2015 arasında gözlemlediğimiz “çözüm sürecinde” gün yüzüne çıkmıştı.

O tarihlerde de Türk kavramı, Türk Milleti ifadesi ve Anayasa’nın 66.maddesinde yer alan Vatandaşlık tanımı tartışmaların odağında kalmıştı. Buna ek olarak “Türkiyeli” olmak, “Türkiye vatandaşlığı” gibi çıkışlar kimi çevrelerce “çözümün” bir parçası olarak sunulmak istenmişti.

Aslında tartışmaların bize yansıyan bölümünden daha önemlisi, kimin neyi hangi gerekçeyle söylediğine dikkat edilebilmesidir. Böylelikle varılmak istenen hedef ve arkasında duran gerçek niyet daha net bir şekilde anlaşılabilir. Yani hangimizden gelirse gelsin yapıcı bir anlayışla ve daha huzurlu, daha güçlü bir ülke adına seslendirilen bazı görüşleri toptan reddetmek yerine anlamaya ve sorgulamaya çalışmalıyız. Bu tutum, farklılıkları zenginlik kılabilmenin ve bu zenginliği millet için değerlendirebilmenin bir yoludur.

Bütünü ve parçanın uyumu

Öteden beri bu topraklardaki kardeşliği, birliği ve dayanışmayı önceleyerek, insanların tüm etnik kökenlerinden sıyrılarak bir bütünün parçası olması gerektiğini savunuyorum. Bu parçada konumlanan varoluş, bir dayatma ya da bir baskı şeklinde irdelenemez. Aksine tüm parçaların birbiriyle uyum içerisinde olmasını zorunlu kılan ve her bir parçada meydana gelecek problemin bütünü işlemez hale getireceği etkili bir vazgeçilmezlikten söz ediyorum. Nitekim Türkiye’de yaşayan/yaşadığı kabul edilen farklı etnik kimliklere sahip insanlar var. Bunlar çok defa sıralanıyor, duyuyoruz. İşte bunlar arasında böyle bir bütünsellik ve kendi içerisinde bir vazgeçilmezlik tesis edilmesi gerekiyor. Böylesi bir tezahür, ulus devlet sisteminin günümüz gereklilikleri karşısında bir yansıma olarak kabul edilmelidir.

Bütünselliğin yegane zemini ve kapsayıcılığı “Türk Milleti”dir. Devletin en üst çatı metni olan Anayasada da “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür.” denilmektedir. O halde kapsayıcı ve bütünleştirici olan kavram Türklüktür. Bunun dışındaki her söz ve eylem en basitiyle lafı güzaftır. Geçmişten günümüze bölücü, ayrıştırıcı anlayışa sahip kişi ve kurumların Türk kavramıyla olan sorunları da bu bütünleştirici zeminin çatlamasını sağlayabilmek gayesindedir.

Bir de sonradan türetilen ve düzeltilmesi gereken kavramlar, söylemler var.

Bunlardan biri de “Türkiyeli” olmaktır. Bu tarif belki bir coğrafya için kavramsal bir çerçeve çizebilir. Fakat asla bir milleti, onun tarihini, dokusunu, ayırt edici özelliklerini ortaya koyamaz. Eğer mesele koordinatlar üzerinde bir insan topluluğunu vurgulamaksa “Türkiye Türklüğü” denilmediği taktirde bu tarihsel zemin gün yüzüne çıkarılamaz. Geçtiğimiz gün Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Gagavuzya’daki “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne büyük bir aileyiz” sözü ancak böyle anlamlandırılabilir.

Taşıyıcı kolon...

Türk milletinin salt Cumhuriyet tarihi ile meydana gelmiş olabileceğini düşünmek bir o kadar yanıltıcıdır. Cemil Meriç “fertlerin biyografisi gibi, milletlerin de biyografisi olduğunu” söyler. Ahmet Kabaklı ise milleti halktan ibaret saymak hatadır. Yeni bir millet yaratılamaz. Yaratılma istendikçe çürütülür.” der. Türk milleti de işte böyledir. Kıtalar üzerinden sıçrayan bir devletin taşıyıcı kolonudur. Bu sebepledir ki zaman ve mekan içerisinde ontolojik bir gerçekliğe ulaşan Türk milleti, İbni Haldun’un ifadesiyle milletler tarihinin “cevheri” olmuştur. Gerilemeye/yıkılmaya yüz tuttuğu anlarda bir cevher o milleti yeni devleti ile buluşturmuştur. İlk Türk adının geçtiği Göktürk Devleti’de, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’de böyle ortaya çıkmıştır.

O halde tüm bunlar ortada dururken milletimizi kutuplaştıracak söz ve eylemlerden sıyrılmamız gerek miyor mu?

Yazının devamı...

Gökoğuz’dan verilen tarihi mesaj

Dünden bu yana, bilhassa sosyal medyanın tartışma konusu Danıştay tarafından iptal edilen Andımızı kaldırma kararı...

Fakat ben size, sıcağı sıcağına atlanmaması gereken çok önemli bir olayı paylaşmak istiyorum. Cumhurbaşkanı Erdoğan geçtiğimiz gün resmi ziyaret kapsamında Moldova’daydı. İki ülke ilişkileri stratejik ortaklık seviyesine yükseltildi. 26 yıllık bir diplomatik geçmişe sahip oldukları dikkate alınırsa 24 yıl sonra ilk kez Türkiye’den Cumhurbaşkanı düzeyinde bir ziyaretti bu...Özellikle ekonomik bazlı adımlar öne çıksa da söz konusu ziyareti anlamlı ve önemli kılan başka bir husus vardı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan ziyaret kapsamında ülkenin güneyinde bulunan Gagavuz ya da Gökoğuz Özerk Bölgesine de uğradı ve burada bir konuşma yaptı. Konuşmanın bir bölümü kamuoyuna yansımadı. Bu bölüm büyük fotoğrafı görmek açısından oldukça kıymetliydi.

İşte Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın o tarihi sözleri: “Sizlerden dilinize sahip çıkmanızı, çocuklarınıza Gökoğuz Türkçesini öğretmenizi, bu sayede ortak Türk tarihimizi, kültürümüzü ve belleğimizi canlı tutmanızı bekliyoruz.Gökoğuz Türkçesini unutmayın, unutturmayın! Bunun yanında diğer Türk topluluklarıyla, Türk Cumhuriyetleri ile bağlarınızı muhakkak geliştirin. Unutmayın biz Adriyetik’ten Çin Seddi’ne uzanan 300 milyonluk büyük bir aileyiz.”

Bu sözler bırakın atlamayı, üzerinde günlerce konuşulması gereken büyük bir yönelim ve çerçeve çizmektedir. Türkiye’nin Devlet Başkanı düzeyinde yaptığı bu önemli çıkış 3 temel muhtevaya sahiptir: (1)Bu irade devam ettiği taktirde Türk Dünyası artık Türkiye Cumhuriyetinin resmi dış politikasının bir kolonu olacaktır. Üstelik bahsedilen coğrafyanın 300 milyon ile nitelenmesi 7 Türk Cumhuriyetini aşan bir bakış açışıdır. (2)Temelinde dil, kültür ve tarih bulunduran bir bütünleşme projesinin işaretleri verilmektedir.(3)Böylesi bir çıkışın Moldova Cumhurbaşkanıyla birlikte yapılan ziyarette Gökoğuz’un Merkezinden söylenmiş olması -pek muhtemeldir ki- Türkiye’nin Dış Türkler için çaba göstereceği mesajının üzerine kuruludur. Çünkü Gagavuzlar büyük bölümü hristiyan Türklerdir. Çok iyi Türkçe konuşurlar. Konuştukları dil Türkiye ile aynı dil grubuna aittir.

Dolayısıyla önümüzdeki dönemde bu önemli çıkışın izlerini takip etmek hayati bir önem taşımaktadır.

Bu arada ziyaret sırasında Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı (TİKA) tarafından Komrat Bölge Hastanesi Tanı ve Tedavi Merkezi’ne “Türk Birliğini hayal ediyorum.” diyen Nobel ödüllü bilim adamı Aziz Sancar isminin verilmesi diğer bir önemli husustur.

Yazının devamı...

Kaşıkçı olayında nasıl bir arka plan olabilir?

2 Ekim’de Suudi Arabistan Konsolosluğu’na girdikten sonra haber alınamayan Washington Post yazarı Suudi Cemal Kaşıkçı’nın akıbetini belirlemek için Konsoloslukta inceleme yapıldı. 9 saat süren incelemenin neticesi bugün yarın netlik kazanacak. Ancak CNN International’in “Suudiler, Kaşıkçı’yı sorgu esnasında yanlışlıkla öldürdüklerini kabul etmeye hazırlanıyorlar” şeklinde bir iddia ortaya atması meselenin nereye evrilebileceğine yönelik öncü işaretler olarak kabul edilebilir.

Belli ki Kaşıkçı konsolosluktan içeri girmiş ancak sağ olarak çıkamamış. Eğer bu ihtimal kesinleşmişse cesedin nerede olduğu veya nasıl dışarı çıkarıldığı oldukça önemli. İsrail’e olan sempatisi ile bilinen Dubai eski Polis Müdürü Dahi Halfan’ın “Eğer Cemal Kaşıkçı konsolosluk binası içerisinde kalp krizi geçirdiyse ve öldüyse, Kaşıkçı’nın cesedini S. Arabistan’a götürmek Riyad’ın meşru hakkıdır” sözleri mevcut durumdan sıyrılmaya dönük zaman kazanma çabaları. Zira bu olay ABD-S.Arabistan-Türkiye arasındaki ilişkiler bakımından çarpıcı olduğu kadar dünyadaki dengeler açısından da sorgulanmalı.

Şöyle ki; Al-Arabiya televizyonunun Genel Müdürü Turki Aldakhil, pazartesi günü çok önemli bir makale yazdı. İddiası özetle şuydu: “Riyad-Washington arasında gizli bir uzaklaşma ve hatta kopma süreci ihtimali vardı. Böyle bir durumda Çin ve Rusya gibi ülkeler S.Arabistan’ın askeri ihtiyaçlarını karşılamaya hazırlar -ki çok kısa bir süre önce Trump bunu itiraf etmişti- ve eğer ABD, S.Arbistan’a ambargo uygulamaya kalkarsa sadece Suudi’ler değil tüm dünya kaosa sürüklenecek. Şu an 80 dolar olan petrol fiyatı 100-200 dolar seviyelerine çıkabilir.”

Böyle bakıldığında Arabistan dünyadaki 20 önemli pazardan birisi ve ABD’li silah şirketlerinin ürettiği silahların %10’unu alıyor. ABD askeri/ordu sistemi ise bunun %85’ini bünyesinde bulunduruyor. Yani dünyanın diğer kısmına kalan sadece %5. Ve Suudi’lerin ABD’de 800 milyar doları aşan yatırımları var.

Washington Enstitüsü’nden Simon Hendersen 2017 yılındaki bir yazısında Salman için “onun en büyük gücü ya da zayıflığı acımasızlığı olacak” demişti. Nitekim Salman diğer rakiplerine göre iyi bir eğitim almamış ve gelecek için acımasız yöntemler kullanmaktan çekinmemişti. Hatta yazar, bu noktada Salman’a ait “mermi” hikayesini şöyle anlatıyor. Salman iş dünyasında ilerlemek için bir konuda bir yargıcın imzasına ihtiyaç duyuyor ve yargıç imzalamayınca masasına bir mermi koyuyor. Olay daha sonra Kral Abdullah’a intikal ediyor.

Bununla birlikte Kaşıkçı suikasti Prens Salman’ın reform programlarının ve dünyaya vermek istediği mesajın dışında bir durum. S.Arabistan’ın görünürde de olsa “ılımlılaşma” sürecinin olduğu bir dönemde yaşanıyor. Hatırlanacak olursa bir süredir Salman, “2020 Kaliteli Yaşam Programı” adı altında birçok eğlence ve kültür merkezinin inşasına hazırlanıyordu. Ayrıca Suudi’lerin başını çektiği Arap Ligi’nin tam da Müslüman, Hristiyan ve Yahudi dini liderlerin bir araya gelmesini konuştuğu bir zaman dilimi...

İşte tüm bunlar birleştiğinde Salman’ın acımasızlığı/beceriksizliği/tecrübesizliği ile ABD-İsrail bloğunun Salman nezdinde Suudi’leri olabildiğince kıskaçta tutma amacının Türkiye üzerinden bir operasyona cevaz verdiğini güçlü bir ihtimal olarak irdelemek gerekiyor.

Yazının devamı...

Terörle mücadelede ihmal edilemeyecek nokta

Bir süredir terör örgütleri karşısında önemli bir mücadele veriliyor. Özelikle “çözüm sürecinin” sona ermesiyle birlikte PKK-YPG’ye yönelik operasyonlar örgütün yurtiçindeki pozisyonuna ciddi darbe vurdu. Ancak hala bu mücadelede eksik olan yanlar var. Daha önce de ifade etmiştim. Bunlardan biri de içiçe olduğumuz kavramlar dünyasında mücadeleyi kazanabilme zorunluluğudur. Cemil Meriç Avrupa ya da dayatmacı batı anlayışıyla mücadelede ederken “kavramlar dünyasındaki sav aşı kazanmak zorundayız” diyordu . Bugün ABD başta olmak üzere pek çok ülkenin terör tanımı ve beklentisi farklı. Uluslararası kuruluşlar nezdinde bile bu farklılaşma ya da çarpıklık dikkat çekiyor. ABD, PKK’yı terörist görürken YPG’yi öyle değerlendirmiyor. Böylelikle bir ülkenin başka bir ülkenin siyasetine yön verme isteğini terör eliyle gerçekleştirmesi günümüz savaş alanının yeni bir ku rgusu haline geliyor.

Bu mücadeleye uygun kavramlar geliştirmek kadar önemlisi, terör örgütlerine katılımların kesilmesi yönünde adımlar atabilmektir. Teröristlerin bu yönelimlerinde motivasyon unsurları sizin kullandığınız yönteme karşı değişiklik gösterebilmektedir. Ama bunun yolu asla taviz değildir ve olmamalıdır.

Çünkü yakın geçmişte biz bunun acı tecrübelerini yaşadık. “Kobani” dedikleri sözde bölgenin özgürlüğü adına girişilen bir dizi eylem çerçevesinde ciddi bir kamuoyu oluşmuştu. Çoğunlukla kadın savaşçılar üzerinden sürdürülen algı operasyonu Türkiye içinde ve dışında geniş tartışmalar meydana getirmişti. Asıl adı, yani Ayn-el Arap, Kobani’ye dönüşürken ülkemizin dışında yeni bir öykü yazılıyor ve buradaki mücadelenin IŞİD’e karşı verilen insanlık mücadelesi olduğu yönünde etkili bir “insan hakları” vurgusu öne çıkarılıyordu. Ve bu yolla katılımlar artıyor, “yabancı savaşçılar” için meşru bir psikolojik iklim meydana geliyordu.

Bu süreçte eş zamanlı biçimde “Rojava” sorunsalı dünya kamuoyuna taşınıyordu. Artık katılımlar “insan hakları” çerçevesinden daha geniş ve etkili bir zeminde yükseliyordu. Çoğunluğu Avrupa’da yer alan farklı ülkelerden siyasi yapılar Rojava adlı ideolojiyi tıpkı içeride olduğu gibi bir öykünme aracı olarak görmeye başlıyor ve “insan hakları”, “özgürlükler” masalı resmediliyordu. Yabancı teröristler için de birbirine eklemlenen iki alan, iki kavram sunuluyordu: “Kobani”, “Rojava”

Hangi kavramlar?

Geri dönüp bakıldığında yurtiçinde ve uluslararası kamuoyunda terörle ilişkilendirilen kavramlar öylesine meşru hale getirilmek istenmiş ki; buna karşı mücadele verenler itibar saldırısına uğramış ve kitle iletişim araçlarının bir bölümü acımasızca kullanılmıştır. İşte bu süreçlerden ders almamız gerekmektedir. Önümüzdeki dönemde terörle askeri yönlü mücadelenin hız kesmeden devamı kadar bahsettiğimiz bu bilinç ağının her platformda inşasına ortak olmalıyız. Ancak bu kapsamlı bakış açısıyla meselenin farklı unsurlarını etkisiz hale getirebiliriz. Sosyolojik savaşı kazanılabilmek ve kuşatmanın nereden/nasıl şekillendirildiğini iyi görebilmek için kavramları kimin, nasıl kullandığına da dikkat etme zamanıdır.

Yazının devamı...

Türkistan, Türkiye için neden önemli?

Türkistan adı bugün sadece Kazakistan’da değil dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşayan Türk dil ailesine mensup halklarda derin tarih şuuru uyandırabilen bir tür ortaklaştırıcı görev üstleniyor. Zaten Türkistan kavramı bir yerleşim merkezi/birimi olmanın ötesinde geniş bir coğrafi örüntü olarak belirmiştir. Türkistan şehri Başta Kazaklar olmak üzere Kırgız, Özbek, Türkmen ve Türk dil ailesinin diğer unsurlarının yaşadığı yer Türkistan ya da “Türkeli” olarak bir coğrafi alan haline gelmiştir. Bu durum 20.yüzyılın ilk çeyreğine kadar sürmüştür.

Kazakistan’ın büyük düşünce kişisi Mustafa Çokay “Genç Türkistan” dergisinde “Bağımsızlığa kavuşmak isteyen Türkistanlılar için sadece öz yurdunu ve halkını sevmek yetmez. Bizim Türkistan’ı ve Türklüğü başkalarına da sevdirmemiz gerekir.” demektedir. Çokay’ın bu yaklaşımı o dönem Avrasya coğrafyasında bağımsızlık özlemiyle yoğrulan toplulukları içermektedir. Dolayısıyla Türkistan denildiğinde hem bugünkü Kazakistan sınırları içindeki Türkistan şehrini hem de 200 milyonu aşan geniş bir nüfusun tarihsel, ruhani birikimini esas almak gerekiyor.

Türkiye’de Kazakistan denildiğinde dikkat çekici bazı semboller, marka isimler vardır. Bunlardan en belirgin olanları Hoca Ahmet Yesevi, Türkistan ve daha güncel olmak üzere ülkenin kurucu Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev’dir. Görsel ve basılı medyada, sosyal medyada bu üç sembolün bir arada irdelendiği çokça görülmektedir. Ahmet Yesevi hakkında çalışmalar yeterli olmasa da onun yolundan ilerleyen Hacı Bektaş-i Veli, Yunus Emre, Ahi Evran çizgisinin Türkiye’de kendisini göstermesi halkta ciddi bir ilgi ve merak uyandırmaktadır.

Türkistan ismi ise belirli kesimlerde karıştırılsa da artık çoğunlukla Türklerin tarihte yaşadığı bölgeyi ve son yıllarda da Kazakistan’ın bir şehri olarak bilinmeye başlamıştır. Bağımsızlıktan sonra, burada Kazakistan ve Türkiye’nin ortak üniversitesi Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Kazak-Türk Üniversitesi’nin açılmasıyla şehir kasaba görümünden kurtulup canlanmaya başlamış ve zaman içerisinde Üniversite üzerinden Türkistan’ın da görünürlüğü artmıştır. 2016 yılında yapmış olduğum bir araştırmaya göre Türkiye’deki vatandaşların %84’ü Türkistan şehrini ve Ahmet Yesevi türbesini görmek istediğini ifade etmektedir. Bu sebeple Türkistan’ın turizm konusunda sıçrama yapmasında Türkiye’deki turist portföyü çok kıymetli bir hal almaktadır. Bununla ilgili çok sayıda haber, yazı ve belgeselin hazırlanmasında fayda vardır.

Tüm bunlara ek olarak Türkiye’de başarılı bir büyükelçilik dönemi geçirmiş olan Canseyit Tuymebayev’in Türkistan’a Vali olarak atanması bölgeyle ilgilenenlerin ve özellikle iş dünyasının bölgeye olan ilgisini artırmaktadır. Mevcut Ankara Büyükelçisi Abzal Saparbek ise Türkiye’yi yakından tanıyan bir diplomat olarak bu akışkanlığı daha da hızlandırmaktadır. Toplu görüşmeler ve heyetler yoluyla Türkiye’nin hemen her bölgesinden irili ufaklı sanayiciler dikkatini Kazakistan’a vermektedir.

İşte bu çerçevede Türkistan Eyaleti sınırlar aşan bir coğrafyaya yeni ufuklar, umutlar ve işbirliği seçenekleri sunmaktadır.

Yazının devamı...

Suriyeli gerçeğiyle yüzleşmek

Suriyelilerin varlığı ve akıbeti ülkenin en ağır ve önemli gündem sorunlarından birisi. Hem günlük yaşantımıza etki ediyor hem de siyaset kurumu bu problemi çözme noktasında bir çok iç ve dış etkenle karşı karşıya kalıyor. Araştırmalara göre böyle bir göç dalgası sonrasında toplamın ancak %40’na yakını geri dönüş yapıyor. Gerisi ülkenin ekonomik ve sosyal yapısına entegre oluyor ya da olmaya çalışıyor.

Göç İdaresinin resmi rakamlarına göre şuan 3 milyon 568 bin Suriyeli ülkemizde bulunuyor. Zaman içerisinde bunların sadece 178 bini geçici barınma merkezlerinde kalıyor. Geri kalanı şehirlerde, hayatın içerisindeler. Günde ortalama 306 Suriyeli bebek dünyaya geliyor. Yaklaşık 600 bin çocuk devlet okullarında 17 bin genç ise üniversitelerde öğrenim görüyor. Türkiye’nin bugüne kadar harcadığı para 30 milyar doları aşmış durumda. Dolayısıyla bu problemin üzerine gitme zamanı geldi de geçiyor.

Suriyeliler Türkiye’ye geldikleri ilk dönemde burada geçici olarak kalacakları ve bir süre sonra geri dönecekleri algı ve kanaati yüksekti. Nitekim onlara verilen yasal statüde “geçici koruma” kapsamındakiler şeklinde değiştirilmişti. Gerek devlet sistemi gerekse vatandaşlar bu bilinç ve beklentiyle onlara ve yaşam alanlarına karşı belirli bir tahammül düzeyi ortaya koymuştu. Ancak savaş ve belirsizlik uzadıkça sosyal hayatta olaylar, problemler baş göstermeye başladı. Olayların kimi zaman grupsal ve kitlesel hal alabilme ihtimali korkuları giderek artırdı. Bir de vatandaşlık verilmesi önerisi kamuoyunda seslendirilmeye başlanınca toplumda bu yönde bir teyakkuz ve karşı koyma psikolojisi yükseldi.

M.Gülyaşar yüz yüze görüşme yöntemiyle yazdığı “Suriyeliler ve Vatandaşlık” konulu makalesinde Suriyeli Ahmet’in görüşlerini şu şekilde aktarıyor: “Vatandaşlık verilmesini çok istiyoruz çünkü ben ve ailem artık Türkiye’de yasayacağız. Suriyeliler, fabrikalara girip çalışır, emekli olur, sigorta yatar artık bizlere devlet size bakıyor boş boş oturmayın demezler biz de bu ülkenin vatandaşı oluruz, bu ülkedeki insanlar ne yapıyorsa bizde hepsini rahat rahat yaparız.” Benzer çalışmalarda da Suriyelilerin verdiği cevaplar çoğunlukla iş konusunda yoğunlaşıyor. Türk toplumu ise bu vatandaşlık meselesine yüksek oranda karşı çıkıyor. Prof. Dr. Murat Erdoğan’ın bir saha araştırmasında “Sığınmacılar Türkiye vatandaşlığına alınmalıdır” cümlesine verilen destek sadece %7,7 oranında kalmış. % 84,5 oranında net bir ret söz konusu.

Şimdi artık önümüzde birbiriyle ilişkili ve eş zamanlı götürmemiz gereken iki yol var. Geri dönüşlerin belirli bir plan/program ile yasal zemine kavuşturulması ve kalanlarla etkin bir uyum sürecinin inşa edilmesidir.

Birincisi Suriyelilerin mevcut pozisyonları ve beklentileri ikincisi ise Türkiye’deki vatandaşların istek, tepki ve gelecek kaygıları dikkatle irdelenmelidir. Özellikle bilimlik alandaki çalışmaları esas alarak bu kabusla yüzleşmekten başka bir çare bulunmamaktadır.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.