Şampiy10
Magazin
Gündem

Hâlâ döşekte yatıyoruz uyku ile sağlık arasındaki bağlantıyı kuramıyoruz



Yataş, ABD’de bugüne kadar 6 milyondan fazla tüketicinin uyku profilini çıkaran Sleep to Live ile ortak ilginç bir uygulamaya imza attı. 10 dakika kadar süren bir test ile kişinin uyku rengi belirleniyor. Testten çıkan sonuca göre de Kayseri’deki fabrikada tamamen terzi mantığı ile kişiye özel yatak üretiliyor. Eşlerin uyku renginin ve konforunun değişkenliğine göre yatağın sağı ile solu farklı olabiliyor

Bel fıtığından müzdarip biri olarak yatağın önemini bilenlerdenim. Daha önce bahsetmiştim. Azeri doktorum Leyla Hanım o mucizevi tedavi yöntemi ile beni adeta ameliyat masasından almış ve ayağa kaldırmıştı.

Şu an herşey yolunda ancak tabii ki hayatıma daha dikkatli devam etmek zorundayım. Bu dikkatli hayata giydiğim ayakkabıdan, yattığım yatağa kadar herşey dahil.

O yüzden omurilik sağlığı ile ilgili gelişmelere daha duyarlıyım.

Yataş Grup İcra Kurulu Başkanı Serdar Kitapçı geçenlerde “Sleep to Live desteği ile çok farklı bir uygulamaya başladık. Mutlaka size anlatmamız lazım” diye aradı.

Enza’nın Cevahir Alışveriş Merkezi’ndeki mağazasında buluştuk. Yanımızda Yataş Pazarlamadan Sorumlu Genel Müdür Yardımcısı Şölen Altop Shafer ve Reklam PR yöneticisi Selmin Gündoğdu da vardı.

Kitapçı söze, doğru yatak ile kaliteli uyku ve dolayısıyla sağlık ile ilgili bağlantıdan henüz Türk insanının haberdar olmadığının altını çizerek girdi.

Oysa biliyorum ki Türk insanı dünyada omurga sorunlarını en çok yaşayanlardan biri. Ortalama her 3 Türk’ten biri ya bel ya da boyun ağrısı çekiyor.

Kitapçı,“ İstanbul’da bile evlerin büyük bölümünde hala döşekte yatılıyor. Anadolu’da bu oran yüzde 60’ları geçiyor” bilgisini verince aslında Türkler’in bu omurga ağrılarına çok da şaşırmamak gerektiğini düşündüm.

Oysa yatak ne kadar önemli. Ortalama her günün üçte biri yatakta geçiyor. Peki biz en çok vaktimizi geçirdiğimiz ürünü alırken ne yapıyoruz?

Şöyle bir üzerine oturuyoruz, bir iki yaylanıyoruz. Sertliğine bakıyoruz. Eğer çok utangaç biri değilsek mağazadaki satıcı ve diğer müşterilere aldırmadan belki 3-5 saniyeliğine de uzanıveriyoruz.

Sonra da hayatımızın üçte birini geçireceğimiz ürüne karar veriyoruz. ‘Sert yatak iyidir’ diye de yanlış bir algımız var üstelik.

Serdar Kitapçı, “Biz yatak değil uyku satıyoruz” diyerek doğru yatağın önemini şöyle aktardı:

“İnsanlar gece boyunca fark ettiklerinden çok daha fazla farklı pozisyonda uyur. Vücut kendisi için en uygun yatış pozisyonunu bulabilmek için doğal hareketler yapar. Bunun sonunda da dönüp durmalar gelir. Oysa doğru oranda destek ve basınç dengesi, dönüşleri azaltarak gece boyu rahat ve kesintisiz bir uyku geçirmenizi sağlar. Doğru yatağı ise deneme yanılma yöntemi ile değil gerçek bir test ile bulabilirsiniz. ABD’de 6 milyondan fazla insanın yatış profilini çıkaran Sleep to Live ile yaptığımız işbirliğini çok önemsiyoruz.”

Eşinizin ayakkabısıyla 8 saat yürür müsünüz

Gelelim teste. Önce boy, kilo, yaş gibi değerleri bilgisayara giriyorlar. Sonra sizden Sleep to Live yatağına uzanmanızı istiyorlar. Sırtüstü uzanıyorsunuz. (Bu sırtüstü yüzüstü de hep karışır. O konuda Fizik Tedavi Uzmanı Eser Alptekin Hoca’nın çok güzel bir buluşu var. Hastalarına yüzüstü ya da sırtüstü demiyor, burun aşağıda ya da burun yukarıda diye tarif ediyor inanın daha kolay anlaşılıyor)

Neyse konuyu dağıtmayalım. Tıpkı MR çektirir gibi bir tarama başlıyor. Hassas aletler, vücudunuzun yatağın nerelerenine nasıl bir basınç uyguladığını sensörleri ile ölçüyor. 18 farklı ölçüm yapılıyor. Bilgisayar 1000’in üzerinde hesaplama ile sizin tavsiye edilen duruş desteğinizi çıkarıyor. Buna göre de bir uyku renginiz belirleniyor. Benim uyku rengim mavi çıktı mesela. Sonra eğer eşiniz varsa aynı test eş için de yapılıyor ve çift kişilik yatak iki farklı ölçüme göre hazırlanıyor. Yani yatağın sağı farklı, solu farklı oluyor.

Kitapçı bu noktada yine devreye giriyor ve bana çok çarpıcı gelen şu örneği veriyor:

“Geleneksel bir yatakta, tek bir destek katmanın tüm vücut tiplerine uyması anlayışı vardır. Fakat nasıl hayatınızın sekiz saatini eşinizin ayakkabıları içinde geçirmiyorsanız, size ve omurganıza uygun olmayan bir yatakta yatmak için de uzlaşmak zorunda kalmamalısınız. My Side Technology, kişiselleştirilmiş uyku alanları sunarak, eşlerin tek bir yatakta omurgaları için en doğru desteği almalarını sağlar. Birbirinden bağımsız destek katmanları sayesinde, siz ve eşiniz artık kendi vücut tiplerinize özel desteği yatağınızda bulabilirsiniz.”

“İyi güzel söylüyorsunuz da, bu yatağın fiyatı ne kadar. Madem kişiye özel bir yatak yapılıyor. Hatta yatağın eşlerin yatış konumuna göre sağı ile solu farklı oluyor. Terzi mantığı ile 20 günde özel sipariş veriliyor. Normal yataklarla aynı fiyata satılmıyordur?” diyorum.

Şölen Altop Shafer, fiyatlarla ilgili şu bilgileri veriyor:

-Normal yatakları 500 TL ile 1.500 TL arasında fiyatla bulabilirsiniz. Bu özel yatakların fiyatı ise konfor derecesine göre 1.500 TL ile 4.500 TL arasında değişiyor.

Yani normal yataklara göre 3 kat daha pahalı. Fakat yanlış yatak ve yastık ile uyumanın zaman içinde çok ciddi sağlık problemlerine yol açtığı düşünüldüğünde bunu bir yatırım olarak görmek sanırım yanlış olmaz.

Bir soru daha takılıyor aklıma?

-Gerçekten her teste giren kişi için farklı yatak mı üretiyorsunuz yoksa uyku rengine göre belirlenmiş yataklar var onlardan birini mi gönderiyorsunuz?

Yine Altop Shafer, cevaplıyor:

”Teste giren herkesin bilgisi on-line olarak ABD’ye de gidiyor bizim merkezimize de geliyor. Fabrikada üretilen yatak ile test bilgilerinin birebir uyuşup uyuşmadığı kontrol ediliyor.”

Eşimin hoşuna gitmeyecek bir soru daha soruyorum:

-Diyelim ki yarın öbür gün eşinizle yollarınızı ayırdınız. O zaman ne oluyor?

Serdar Kitapçı espriyi patlatıyor:

“Artık kendinize eş ararken uyku rengini de soracaksınız. Elinizde diyelim ki bir yanı sarı uyku tipine uygun bir yatak var. Yeni eşinizin bu yatağa uygun olmasına dikkat edeceksiniz. Kimbilir belki ileride arkadaşlık sitelerinde uygunluk bilgilerinin içine uyku rengi de girer.”

Enza rüştünü ispatladı, mobilyanın çatısı oldu

Yataş, Türkiye’nin en bilinen markalarından birisi. Ancak daha çok yatak algısı var. Oysa Yataş uzun yıllardır yatak ve yatağa ait ürünlerin dışında aydınlatma, perde ve mobilya ürünleri ile de önemli bir pazar payına sahip.Mobilya ürünleri yaklaşık 3 yıldır Enza alt markası ile pazarlanıyordu. Enza’nın artık rüştünü ispat ettiğini düşünen, mobilya algısının Yataş markası ile tam entegre olmadığını da gören grup yeni bir yapılanmaya gidiyor. Yataş Pazarlamadan Sorumlu Genel Müdür Yardımcısı Şölen Altop Shafer, yeni yapıyı şöyle anlattı:

-Yataş’ın sadece yatak konusunda uzman bir marka olarak çok büyük bir bilinirliği var. Hiç bunu değiştirmeye çalışmayalım dedik. Artık yatak ürünlerimiz Yataş Bedding çatısı altında tüketici ile buluşacak. Mobilya başta olmak üzere diğer tüm ürünlerimiz ise Enza Home konsepti içinde yer alacak. Daha önce karma bir yapı vardı. Bu karma yapıyı 1-2 yıl içinde kaldıracağız. Enza Home’lar tabii ki her biri 700-800 metrekarelik alana sahip, Yataş Bedding’lere göre çok daha büyük yerler olacak. Enza Home’ların içinde Yataş Bedding’e de bir yer açacağız. Ancak Yataş Bedding’lerde Enza Home’larda satılan ürünler olmayacak.

Yazının devamı...

‘Corolla’yı Japonya’dan geri istedik, ticari de üreteceğiz’

Rahmetli Özdemir Sabancı’nın büyük gayreti ile Japon Toyota, Gümrük Birliği anlaşmasından da önce 1994 yılında Türkiye’de yatırıma gelmişti. Halen dünyanın en çok satan otomobili olan Corolla, Adapazarı’nda üretilmeye başlandı. Sonra Toyota bir strateji değişikliğine gitti ve burada Verso ile Auris’i üretip Corolla’yı Japonya’ya götürdü. Ancak bu konuda yakında önemli bir gelişme olabilir. Geçen hafta M.I.T ve Toyota işbirliği ile düzenlenen İş Planı Yarışması’nın kazananlarını dinlediğimiz buluşmada söz döndü dolaştı otomobile de geldi. Toyota Türkiye CEO’su Ali Haydar Bozkurt, Corolla üretiminin Türkiye’den gitmesinin büyük bir hata olduğunu söylerken “Girişimlerimiz sonuç vermek üzere. Corolla yatırımını tekrar Türkiye’ye çekme çabamız ciddiye alındı. Gelişmeler var. Yakında bir sonuç bekliyoruz” dedi.

Bozkurt, Türkiye’de geçen yıl 25 binin üzerinde Corolla satıldığını belirtirken bu yatırımı sadece Türkiye için istemediklerini de belirtip şöyle konuştu: “Şu an en çok satan modelimizi Türkiye’ye yüzde 10 gümrük vergisi ödeyerek getiriyoruz. Burada üretmek tabii ki bize rakiplerimiz karşısında önemli bir avantaj sağlar. Ancak stratejimizi sadece iç pazara göre geliştirmedik. Buradaki üretimle hem Rusya hem İsrail pazarına da Corolla gönderebiliriz. Fizibilitelerimizi yaptık, Japonya’ya gönderdik. Çalışıyorlar. Ben çok umutluyum.”

Bozkurt, sadece Corolla değil bir ticari araç üretimi için de çalışmaların devam ettiğini söyledi. Türkiye’de üretilen Verso’yu ticari bir modele dönüştürdüklerini, bu anlamda Sanayi Bakanlığı’nın tüm kriterlerini yerine getirdiklerini belirten Bozkurt her nedense Maliye engeline takıldıklarını, Maliye’nin Verso’nun ticari versiyonuna izin çıkarmadığını anlattı. Bozkurt, bu durumu Japonlar’a izah etmekte zorlandıklarını da ifade etti.

Soğutma ile durdurma arasındaki ince çizgi

ALİ Haydar Bozkurt, hükümetin ekonomiyi soğutmaya yönelik son tedbirlerinden sonra pazarın durumunu da değerlendirdi:

“Kredi maliyetleri 0.70’lerden 1’lere geldi. Bir de kredi başvuruları içinde reddedilenler arttı. Tedbirler olmasaydı bu yıl 950 bin 1 milyon arası bir otomotiv pazarından sözediyor olabilirdik. Ancak yeni gelişmeler ışığında pazarın 850 bin civarında bir yerde oluşacağını söyleyebiliriz.”

Bozkurt cari açıkla mücadeleye destek verdiklerini söylerken, “Sağlıklı büyüyen, zigzaglar çizmeyen bir ekonomi tabii ki hepimizin isteği. Ancak soğutma ile durdurma arasında da çok ince bir çizgi var. Dengeyi iyi ayarlamak lazım” diye konuştu. Bozkurt, kredi maliyetlerindeki artışa, kurdaki artışın da eklendiğini belirtirken, “Ancak kurdaki artış rekabet yüzünden fiyatlara tam olarak yansıtılmıyor. Marjların gidecek yeri kalmadı. Yeni otomobil satarak artık para kazanılmıyor” dedi.

Vergiler inerse pazar 1.5-2 milyona çıkar

Türkiye’de yeni bir aracın ortalama fiyatının 30 bin TL olduğunu kaydeden Bozkurt, o eşiği geçip otomobil alamayan çok insan bulunduğunu, bu geniş kitleye ulaşmanın yolunun da vergiden geçtiğini söyledi. Bozkurt, Türkiye potansiyelinin aslında yıllık 1.5-2 milyon araç satışı olduğunu iddia ederek sözlerini şöyle bitirdi:

“Bir kaç yıl öncesine kadar Türkiye pazarı 500 binler seviyesindeydi. Potansiyel var ancak pazar artmıyor. Çünkü vergiler yüksek. AB’de yüzde 19 KDV ödeyip, 80 euro’da plaka masrafı yapıp araç alınıyor. Türkiye’de 30 bin TL’ye satılan araç vergi sistemi AB’deki gibi olsa 21 bin TL’ye inebilir. Pazar 1.5 milyonu hatta 2 milyonu bulur. Maliye açısından otomotiv sektörü işte o zaman tam yediveren gülü gibi olur. Ayrıca bir ülkede yatırım kararı verirken, üretimin yüzde 20’sinin iç piyasada satılabilme imkanına bakan otomotiv devlerinin Türkiye’ye gelme şansı da artar.”

Yazının devamı...

Şu an 4.5 milyar dolarlık bir alım işiyle ilgiliyim bambaşka bir dünyadayım

Dünyanın en büyük kağıt üreticisi International Paper’ın yönetim kurulu tamamen profesyonel yöneticilerden oluşuyor. 9 kişilik yönetim kurulunda FedEx’in CEO’su da var, ABD eski Başkanı Bush’un danışmanı da. Ancak yönetimde tek bir hissedar dahi yok. Ahmet Dördüncü, Sabancı Holding’deki CEO’luk görevinden ayrıldıktan sonra dünyanın bir numaralı kağıt üreticisi International Paper’ın bu meşhur yönetimine giren Türk olarak dikkat çekti. Dördüncü, “Farklı etik kuralları olan bir dünyayı daha yakından tanıyorum. Şu an 4.5 milyar dolarlık bir alımı yönetiyoruz, ve bu piyasadaki işleyiş farkını, oturmuşluğunu daha net görebiliyorum. Türkiye bu dünyadan hâlâ çok uzak” dedi.

Ahmet Dördüncü ile Sabancı Holding CEO’luk görevi sırasında başlayan sıcak bir dostluğumuz oldu. Dördüncü, Sabancı Grubu’ndan ayrıldıktan sonra dünyanın en büyük kağıt üreticisi International Paper’ın tamamı bağımsız üyelerden oluşan 9 kişilik board’una girerek dikkatleri üzerine çekti.

Board’da çok önemli isimler bulunuyor. FedEX’in CEO’su David Bronczek, GoodYear CEO’su Samir Gibara, Sunoco Inc CEO’su Lynn Laverty Elsenhans gibi küresel iş dünyasının ağır topları International Paper’ın yönetim kurulunu oluşturuyor. Hiçbirinin tek bir lot dahi hissesi bulunmuyor.

Yönetim Kurulu’nun en yeni üyesi olan Ahmet Dördüncü, yılın bir bölümünü şirketin merkezinin bulunduğu Memphis’te geçiriyor. “Rutin olarak 8 toplantı yapıyoruz. Ancak şirketi daha iyi tanımak için ben biraz daha fazla vakit geçiriyorum. Koli koli evrak geliyor, hepsini okuyorum. CEO John Faraci, benim grubu daha iyi tanımam için Sibirya’daki sürdürülebilir ormanlara kadar uzanan bir program yaptı. Bazı bölümlerine de eşlik etti. Uzakdoğu’daki yatırımları da yerinde görme fırsatım oldu“ diyor.

Dördüncü, ile geçen hafta içinde Bebek Ambassador Restaurant’ta buluşarak yeni işini konuştuk. Yanımıza, ara ara Balıkçı Hamdi’nin ölümünden sonra, ne yapacağını bilmez şekilde rıhtımda bir o tarafa bir bu tarafa giden Martı Sait geldi. O da bizim muhabbetimize ortak oldu...

Dördüncü öncelikle International Paper’ın yönetimine seçilme sürecini anlattı: “International Paper New York Borsası’na kayıtlı, ABD Fortune 500 sıralamasında ilk 100’de, kendi alanında dünya lideri 26 milyar dolar cirolu bir şirket. Türkiye’de Olmuksa’daki ortaklıklarından dolayı bir tanışıklığımız vardı. Bana yönetim kurulu üyeliği teklif ettiler. Bu şirketin yönetimi çok ilginç. Türkiye’de böyle bir yapı yok ve çok uzun yıllar da olmaz herhalde. Düşünün yönetimde tek bir hissedar yok. Zaten şirketin hissedarlık yapısı da o kadar tabana yayılmış vaziyette ki... En büyük 4-5 hissedarı toplasanız yüzde 25 hisseyi bulmuyor. Şirketi tamamen bağımsız yöneticiler idare ediyor. O idareciler de büyük bir titizlikle seçiliyor. Türkiye’de şirket yönetim kurulları nasıl atanır bilirsiniz. Eş dost araya girer, falancayı atayalım mı derler, 1-2 gün içinde iş biter. Burada beni ABD otoriteleri 6 ay boyunca inceledi. SEC inceledi. Eski CIA elemanları tarafından kurulan özel bir şirket hakkımda rapor düzenleyerek otoritelere verdi. O şirket okuduğum okullardan, çalıştığım şirketlere kadar herşeyi taramışlar. Tüm bu proseslerden sonra yönetime atanmam ABD otoritesi tarafından onaylandı. Öncesinde Yönetim Komitesi ile yaptığım görüşmeler de cabası. Yani sizi CEO’nun istemesi yetmiyor. SEC’ten (Security Exchange Comission, Türkiye’deki SPK’nın muadili) temiz kağıdı almanız gerekiyor, işi çok sıkı tutuyorlar...”

Ahmet Dördüncü, daha sonra şu an üzerinde oldukları bir satın alma hikayesini anlatmaya başladı. Zaten o hikayeyi dinleyince neden ABD’de tabana yayılmış bir sermaye piyasası olduğunu, Türkiye’nin ise yıllardır keriz silkeleme operasyonları ile haşır neşir olduğunu, İMKB’nin bu mantıkla da asla kumarhaneden öteye gidemeyeceğini anlıyorsunuz...

“International Paper en büyük kağıt üreticisi. Sektörün üçüncü büyük şirketi olan Temple Inland’a talip olduk. Temple Inland’ın hisseleri 21.01 dolar iken, International Paper olarak kendilerine bu değerin yüzde 45 üzerinde hisse başına 30.60 dolarlık bir fiyat teklif ettik. Tabii yüzde 45’lik fiyat farkı olunca SEC yine devreye girdi. Tüm yönetim kurulu ve yakınları incelendi. Hisselerle ilgili bir insider trading olayı yaşanmasına asla izin vermezler. Teklifimiz yaptık ve beklemeye başladık. Ancak şirketin yönetim kurulu bu teklifimizi düşük fiyat gerekçesiyle reddetti. Tüm bunlar kamuoyuna sızdırılmadan büyük bir titizlikle yapıldı. Temple Inland’ın hissedarlarının dahi haberi olmadı. Yönetimden red kararı çıkınca yine ABD’de sermaye piyasası kuralları çerçevesinde bu teklifimizi hem kamuoyuna hem de Temple Inland hissedarlarına duyurduk. Sonuçta onların da yönetimi profesyonellerden oluşuyor ve hissedarların, ellerindeki hisselerine yüzde 45 üzerinde bir fiyatla alıcı çıktığını bilmeleri gerekiyor. Bütün bu süreçlerin büyük bir gizlilik ve kurallar çerçevesinde yaşandığına inanabiliyor musunuz?”

Ahmet Dördüncü, gelinen son noktada hissedarların teklifi düşündüğünü, bir taraftan da rekabet açısından böyle bir satınalmanın piyasadaki dengeleri bozup bozmayacağının otorite tarafından incelendiğini söyledi. Zira International Paper, sektörün üçüncü büyüğü olan ve yüzde 11 pazar payı bulunan Temple Inland’ı aldığı takdirde yüzde 37 pazar payına ulaşacak?

Bizdeki duruma bakın

Bizdeki yani İMKB’deki durumdan ne kadar da farklı. Hatırlayın geçenlerde Mecnur Çolak ve çetesinin Borsa’da yaptıkları ortaya çıktı. Bir hisseyi alıyorlar, yükseltip küçük yatırımcılara devrediyorlar. Bu bildik bir oyun...

Bir ayrıntı daha vardı, polis kayıtlarında.

KAP’a yani Kamuoyu Aydınlatma Platformu’na yapılacak şirketlerle ilgili açıklamaların öncelikle bu çete üyelerine aktarılması ve karşılıklı menfaat sağlandığı da dinlemelerde ortaya çıktı.

Şirketin içinden birileri, ‘Bizden KAP’a 2 gün içinde bir açıklama yapılacak’ diyor. Mecnur Çolak ve çetesi o hissede pozisyon alıyor. Açıklama sonrası hisseler yükselince, daha önceden alınan düşük maliyetteki hisseler satılıyor.

ABD’deki uygulamaya bakın bir de bizdeki uygulamaya...

Sektörün üçüncü büyük firmasına dolar bazında yüzde 45 primli satın alma teklifi yapılıyor, tek bir ‘insider trading’ usulsüzlüğü yaşanmıyor. Ahmet Dördüncü’nün ‘Bambaşka bir dünyadayım” demesi ondan...

Borusan Enerji ve Koleksiyon Mobilya da deneyimine başvurdu

Ahmet Dördüncü’nün profesyonel deneyimlerinden sadece International Paper değil, Türkiye’de kurulu iki büyük şirketin daha yararlandığını da öğrendim:

“Borusan Holding CEO’su Agâh Uğur çok değer verdiğim bir dostum. Borusan Enerji’de deneyimlerimden yararlanmak istediler. O şirketi Sabancı Grubu’nun enerji alanındaki ilk yıllarına benzetiyorum. Onlar da çok heyecanlılar ve enerji alanında Alman ortakları ile birlikte önemli oyunculardan biri olmak istiyorlar. Ancak en önemli farkları sadece yenilenebilir enerji ile ilgilenmeleri. Rüzgar ve HES projelerini değerlendiriyoruz.”

Ahmet Dördüncü, yönetimine girdiği diğer Türk şirketinin de Koleksiyon Mobilya olduğunu söyledi. Dördüncü, “Bu şirkette de önümüzdeki dönemde çok ilginç gelişmeler olacak. Tasarım ve şıklığı daha geniş kitlelerle buluşturmaya imkan verecek projeler üzerinde çalışılıyor” diye konuştu.

Yazının devamı...

Rüzgar nereye? Götür beni oraya

Finansbank’ın son günlerde televizyonlarda sıkça dönen ve çok da hoşuma giden bir reklamı var. Rüzgarın gücünü kullanarak çöp şiş çeviren, babasının ayakkabısını boyayan, hatta aşkını ilan eden çocuğun hikayesi.

Rüzgarla olan dostluğu hiç bitmiyor ve sonunda rüzgar enerjisi işine giriyor.

Reklamın sloganı da hoş. ‘Siz görebiliyorsanız, bizce mümkün’ diyor...

Peki biz gerçekten görebiliyor muyuz?

2010 yılı elektrik üretimi ile ilgili rakamlar geçti elime. Geçen yıl Türkiye’de 211.2 milyar kilovatsaat elektrik üretilmiş.

Bunun yüzde 45.9’luk bölümü doğalgaz çevrim santrallerinden gelmiş. Yüzde 6.9’luk kısmını üretebilmek için ithal kömüre, yüzde 2.5’lik kısmını üretebilmek için de ithal sıvı yakıtlara başvurmuşuz.

Yani ürettiğimiz her 100 kilovatsaat elektriğin 55.3 kilovatsaatini ithal kaynaklarla, döviz ödeyerek, cari açığa katkı sağlayarak üretebilmişiz.

Gelişmiş ülkelerde bizimki gibi bir oran üzülerek söylüyorum ki yok...

Yerli kaynaklarla ne yapmışız bu arada?

Yerli kömür kullanarak elektriğin yüzde 18’ini üretmişiz. Yağmur geçen yıl iyi yağdı, HES’lerden gelen katkı yüzde 24.9 olmuş.

Rüzgar enerjisinden gelen katkı ne kadar biliyor musunuz?

Sadece ve sadece yüzde 1.3...

2.8 milyar kilovatsaatcik.

Oysa Türkiye çok kaliteli bir rüzgara sahip. ikinci ülkesi. Ancak potansiyelini kullanamıyor.

Çünkü o reklamdaki adam gibi rüzgara inanmış, rüzgardaki potansiyeli görebilen yöneticileri yok. Görebilselerdi yenilenebilir enerjide teşvikler oluşturulurken rüzgarın tarifesi “Bu işe hiç bulaşmayın, zarar edersiniz. Zaten bankalar da bu alım fiyatı ile size kredi vermez” tadında olmazdı.

Tarife cazip olmayınca rüzgara yatırımcı da gelemiyor.

Karanlıkta kalır mıyız?

2008 krizi tam zamanında geldi aslında. Türkiye 2009 yılında küçülmese ve tempolu büyümesine devam etse, enerjide yaklaşık 41 bin MW’lik kurulu güç tüketime yetmeyecek, elektrik kesintileri gündeme gelecekti. Ekonomik küçülme döneminde, yatırım aşamasındaki santraller devreye girdi ve 2011 Mayıs ayı sonu itibarıyla Türkiye’nin kurulu gücü 50 bin 474 MW’ye ulaştı.

Bu kurulu güç ile yaklaşık 266 milyar kilovatsaat elektrik üretmek mümkün.

Bu yıl Türkiye’nin toplamda 220 hatta 225 milyar kilovatsaat elektrik tüketeceği tahmin ediliyor. Yani üretim tüketime rahatlıkla yetiyor hatta 40 milyar kilovatsaatlik bir ek potansiyel olduğu da söylenebilir.

Projeksiyonlar 2016 yılına kadar elektrikte bir tehdit oluşmayacağını gösteriyor.

Yazının devamı...

Ataşehir’de bu kombinasyon ilk kez deneniyor, 3.40 tavan yüksekliği ile dikkat çekiyor

Ataşehir’in rezidans, alışveriş merkezi ve otel üçlemeli ilk projesi Brandium’da birinci etapta satışa çıkan 240 daire neredeyse bitti. Yarından itibaren ikinci etap satışları başlayacak. 3.40 metre tavan yüksekliği ile dikkat çeken projede yeşil alan bolluğu da ekstra artı olarak tüketici tercihini etkileyeceğe benziyor

Brandium Ataşehir Yaşam ve Alışveriş Merkezi projesi Erko Group ve Emay İnşaat tarafından yapılıyor. Brandium Ataşehir’de metrekare fiyatları 4 bin 300 TL ile 4 bin 800 TL arasında belirlenmiş ve ilk etap da bu fiyat aralığından satışa çıkmıştı. Yarından itibaren toplamda 1150 konut olan Brandium’da ikinci etap satışları başlayacak. Fiyat da bir miktar artacak. İlk etapta satışa çıkan 240 konutluk bölümde Perşembe günü biz Hakan Çağlar ile buluştuğumuzda 200’ün üzerindeki kısmının kesin satışı yapılmıştı.

Brandium, içinde hem rezidans hem alışveriş merkezi hem de otel olan farklı bir proje olarak dikkati çekiyor. Ataşehir’de böyle bir kombinasyon daha önce oluşturulmadı. Avrupa yakasında ise böyle bir üçleme ben biten projelerde hatırlamıyorum. Torunlar’ın Mahmutbey’de inşaasına başladığı Mall of Istanbul böyle karma bir proje olarak notlarım arasında yer alan ilk ve tek proje. Avrupa Konutları’nın Halkalı’daki son projesinde bir otel var ancak o projede AVM yok.

Geniş yeşil alan ayrılmış

Brandium da ilginç bir üçleme yapılmış ancak yeşil alanlara da geniş yer ayrılmış vaziyette. Ben açık söyliyeyim Kanyon ya da İstinye Park projelerindeki rezidanslarda oturanları çok fazla anlamıyorum. O projeler aşırı beton ve nefes alacak fazla bir imkan yok. Brandium’da Emay İnşaat bu eksikliği iyi görmüş ve ticari anlamda fedakarlık yaparak yeşil alana da önemli bir pay bırakmış. Bu haliyle de dikkat çeken bir kombinasyon sayılabilir. Kentplus markası ile tanınan ve bana göre Türkiye’nin en önemli ilk 10 inşaat firmasından biri olan Emay İnşaat’ın bu son projesi toplam yatırım maliyeti ile de dikkat çekiyor.

Ataşehir’de 70 dönüm arazi üzerinde yükselecek Brandium, AVM ve otel yatırımı ile birlikte 500 milyon doların üzerinde bir yatırım tutarına sahip. Ataşehir ’in en yüksek bölgesinde inşa edilen Brandium Ataşehir projesinde 5 katta bir özel kat bahçeleri, 4 metreye yakın tavan yüksekliği, su konseptli yeşil alanlar, yürüyüş parkurları, yüzme havuzları, özel havuzlu teras katları,spor tesisi, kreş gibi yaşam alanları bulunuyor. Rezidans hizmeti verilecek ancak kullandığın kadar öde sistemi ile bu hizmetin konut sahiplerine çok fazla maliyeti olmayacak.

Tüketici Brandium’u neden tercih etsin?

Hakan Çağlar, Brandium’un tüketiciler tarafından hemen farkedildiğini söylerken, neden tercih edildiğine dair şu özellikleri sıralıyor:

1. Herşeyden önce böyle bir mix proje daha önce denenmedi. Bu mix’in, projenin değerine değer katacağı kesin. Zaten ben iddia ediyorum ki bugün ortalama 4 bin 500 Tl olan metrekare fiyatları 2016’da 12 bin TL seviyesine rahatlıkla gelecek. Satış grafiğine bakınca bu beklentinin yatırımcılar ve ihtiyaç sahibi tüketiciler tarafından da satın alındığını görüyorum.

2. Bence bundan sonra artık projeler metrekare üzerinden değil, metreküp üzerinden ölçülerek kıyaslanacak. Brandium’da 3.40 metrelik tavan yüksekliği var. Bunun da ikinci tercih nedeni olduğunu düşünüyorum.

3. Lokasyon da bana kalırsa çok önemli. Ataşehir, Anadolu yakasının en elit bölgesi. Gelecekte Avrupa yakasından Anadolu yakasına boğazın altından 10 dakikada geçiş mümkün olduktan sonra vatandaş burada niye oturmasın? Burasının bir İstinye Park bir Kanyon kadar kıymetleneceği aşikar.

4. Fiyatı makul demeyeceğim bana göre ucuz. Ayrıca ödeme kolaylıkları ile de çok fazla seçenek sunuyoruz. Örneğin yüzde 50’sini peşin getirene 30 aya kadar 0 faiz imkanı yapabiliyoruz.

5. Alışveriş merkezi buraya ayrı bir hava katacak. Burada markalar sokağı, dizaynırlar sokağı olacak. Sineması, tiyatrosu ile adeta burada yaşayanların Brandium’dan çıkmak, başka bir yere gitmek için sebepleri kalmayacak.

AVM’de kiralamalar başladı Türkiye’ye ilk Brandium’dan girecek iki markayla anlaşıldı

Brandium’da toplam 120 bin metrekare alanda, 60 bin metrekare kiralanabilir alanı olan bir AVM yer alıyor. Kiralamayı Fransız bir firma olan Reval Retail Value yapıyor. Hakan Çağlar, AVM’de kiralamaların bugün itibarıyla (16 Haziran Perşembe) başladığını, Reval’den kendisine ilk gelen bilgilere göre 2 saat içinde 200’ün üzerinde markanın geri dönüş yaptığını söyledi. Uluslararası ünlü bir department store ile yine çok ünlü bir İtalyan restoranın Brandium’dan Türkiye’ye giriş yapacağını belirten Çağlar, AVM ve otel kısmının 2012 yılı sonuna yetiştirileceğini söyledi.

Projedeki otel kısmını ise 70 dönümlük arazinin sahibi olan Erko Group’un işletmesi bekleniyor. Zaten Erko Grup, Sürtur ile otel işletmeciliğinde deneyim sahibi. Side’de yer alan Silence Beach ve hem Side hem de Belek’de tesisleri olan Sueno markalı oteller bu grubun bünyesinde faaliyet gösteriyor. Otelin 5 yıldızlı 678 yataklı olması planlanmış.

Rezidansların teslimi 2013 yılında olacak

Stüdyo, 1+1, 1.5+1, 2+1, 2.5+1, 3+1, 4+1, 5+1 seçeneklerinden oluşan 1500 konut, tamamının residence hizmetinden faydalanacağı, 3 farklı blokta, deniz manzaralı 80 farklı daire tipi bulunuyor. 5 katta bir özel kat bahçeleri, tavan yüksekliği, su konseptli konutların bir bölümü de home office olarak düşünüldü. Ataşehir finans merkezi olduğunda bu projenin önemli bir çekim merkezi olacağını söylemek rahatlıkla mümkün.

Brandium ’da minimum daire 38 metrekarelik stüdyo. Bu dairenin satış fiyatı ise 160 bin lira. 1+1’ler 299 bin liraya, 2+1’ler 477 bin liraya, 3+1’ler 710 bin liraya satılıyor. Ancak bunların ilk etap satış fiyatları olduğunu, yarın başlayacak ikinci etapta bir miktar zam hazırlığı yapıldığını söylemem lazım. Zam oranı henüz belli olmadığı için yazamıyorum ancak rakamın bugün belli olması gerekiyor.

Yazının devamı...

Yılda en az 5 ürünü yerlileştiriyor, cari açıkla gerçek mücadele veriyor

UnIlever’in CEO’su İzzet Karaca, Türkiye’nin en büyük problemi cari açıkla mücadelede örnek bir tavır sergiliyor. Her yıl grubunun ithal ettiği en az 5 ürünü yerlileştiriyor. Şayet tüm işletme sahipleri, CEO’lar, genel müdürler, firmalarının ithal kalemlerine İzzet Karaca’nın baktığı gözle bakarsa Türkiye’nin ithalatı ciddi anlamda azalır. Ayrıca Türkiye’de ihracat kabiliyeti olan yeni KOBİ’ler ortaya çıkar

Türkiye 100 dolarlık ihracat yapabilmek için en az 80 dolarlık ithalat yapmak zorunda. Çünkü Türkiye’de ara malı ile ilgili sıkıntı var. Bu ara malı ithalatına, lüks tüketim malı ithalatı ve bir de petrol ve doğalgaza ödenen döviz eklenince içinden çıkılmaz bir cari açık problemi ile karşı karşıya kalmış durumdayız.

Peki cari açık problemini nasıl çözeceğiz?

Kredilere sınırlama getirerek, iç piyasadaki aşırı ısınmayı engelleyerek cari açıkla gerçek anlamda mücadele edilebilir mi?

İhracatınızı istediğiniz kadar artırın, eğer ithalatınız daha fazla artıyorsa sorunu çözemezsiniz. Son rakamlara bakalım. Dış Ticaret Müsteşarlığı geçici verilerine göre Ocak-Nisan döneminde ihracat yüzde 24 artarak 43.3 milyar dolara çıktı. Buna karşılık ithalat yüzde 44.1 oranında artıp 77 milyar dolar oldu. Geçen gün Unilever CEO’su ve aynı zamanda YASED’in yeni başkanı İzzet Karaca ile sohbet ederken söz cari açıktan açıldı. “Ara malı ithalatına çözüm bulamazsak bu işi çözmek mümkün değil” noktasında hemfikir olduk.

Karaca, bunu sadece düşünmekle kalmamış kendi şirketinde ‘Yerlileştirme’ kampanyası başlatmış. Yerlileştirme adına yaptıklarını anlattı. Anlattıklarından ve olaya bakış açısından çok etkilendiğimi belirtmeliyim. Bu bakış açısını ithalat yapan her firmanın, her yöneticinin her sermayedarın kazanması gerektiğini düşünüyorum.

“Yerlileştirme gereğine ilk kez Algida Genel Müdürü iken inandım, çünkü gördüğüm manzara beni dehşete düşürmüştü. Ağlamaklı olmuştum” dedi İzzet Karaca ve devam etti: “Algida’nın her yıl 25-30 bin soğutucuya ihtiyacı vardı ve ne yazık ki bu ürün Türkiye’de olmadığı için İtalya’dan getiriyorduk. Beyaz eşya sektöründe gayet iyi bir noktada olmamıza rağmen dondurmalarımızı koyacak tipte soğutucular yoktu. Uğur Soğutma A.Ş. ile bir masa etrafında buluştuk. Bunu yapabileceklerini biliyordum. Nitekim Algida için gerekli dondurucuları başarı ile yaptılar. Yapmakla kalmadılar kaliteyi o kadar yükselttiler ki bugün 5 kıtada 120 ülkeye ihracat yapar hale geldiler. Yani hem ithalatı kestik bir de üstüne ihracat imkanı sağladık. Buna ön ayak olduğum için, ülkesini seven biri olarak çok mutluyum, gururluyum.”

İzzet Karaca, bir başka örnek daha verdi. Omo biliyorsunuz grubun en önemli markalarından biri. Deterjanın en önemli hammaddelerinden biri olan perkarborat ithal ediliyormuş. Yine anlatmaya devam etti:

“Mehmet Ali Berkman ile iyi dostuz. Kendisine gittim ve bu ürünü fabrikalarında üretip üretemeyeceklerini sordum. Üretiriz dediler ve başarıyla da yüksek kalitede ürettiler. Nihayetinde hem biz hem de rakiplerimiz bu ürünü artık ithal etmek zorunda değiliz.”

Örnekler bitmiyor. Türkiye gibi tarım ülkesi olan ve domatesi ihraç edilen ülkemizde ne yazık ki domates tozu üreten bir fabrika yokmuş. Unilever grubunun en önemli markalarından biri olan Knorr’un tüm domates tozu ihtiyacı ne yazık ki ithal ediliyormuş. Yine İzzet Karaca ön ayak olmuş ve bir domates tozu yapabilecek tesis kurulmuş.

Algida’nın dondurmalarının ambalajları da daha önce ithal edilirken yine Karaca’nın girişimi ile bu alanda da bir ambalaj tesisi kurulması sağlanmış.

İzzet Karaca, kendi grubunda tüm ithal kalemlere bu gözle baktığını ve her yıl mutlaka 3-5 ithal ürünü yerlileştirme konusunda çalışma yaptığını söylüyor.

Bu bakış açısının Türk ekonomisine çok yönlü pozitif katkıları var. İthalata giden döviz yurtiçinde kalıyor. Bu birinci pozitif yön. Türkiye’de yeni KOBİ’lerin ortaya çıkması, ya da Akkök gibi büyük grupların işini büyütmesine imkan tanıyor. Bu ikinci pozitif yönü. Bir de Uğur Soğutma’da olduğu gibi firma ihracatçı kimlik kazanıyor. Bu konunun belki de en güzel katmerli değer yaratan üçüncü pozitif kısmı.

Keşke bütün genel müdürler, CEO’lar, şirket sahipleri olaya bu gözle baksa... 3 milyon dolar ya da 5 milyon dolar gibi küçük rakamlar da olsa, “Hadi canım kim uğraşacak bununla. İthal ediver gitsin” demeseler, Türkiye’de yapılabilme ihtimali olan ithal kalemleri belirleyip bunu Türkiye’de yaptırmanın yollarını arasalar...

Yazının devamı...

Nabucco’da gerekli şartlar oluştu ama yeterli şart oluşmadı

Bu sözleri anlamsız bulabilirsiniz. Gerekli şartın oluşması ancak yeterli şartın oluşmaması ilginç bir terminoloji. Ben de bunu ilk kez Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın ağzından duydum. Dün Kayseri’de imzalanan Nabucco Proje Destek Anlaşması’nın öncesinde karla kaplı Erciyes’in eteklerinde Erciyes Binicilik’e ait At Çiftliği’nde Bakan Yıldız ile bir sabah kahvaltısında bir araya geldik. Bu terminoloji Nabucco’nun şu anki durumuna aslında cuk oturuyor. Dünyanın sayılı projelerinden biri olan Nabucco’da imzalar atılıyor ancak boru hattı aslına bakarsanız hala gazsız. Çünkü Azerbaycan, Rusya’nın baskısı nedeniyle Şahdeniz 2 projesinde nazlandıkça nazlanıyor.

Avusturya Baumgarten’de sonlanacak 3 bin 900 kilometrelik doğalgaz boru hattının yapımı için niyet var ancak gazı tedarik edecek ülkelerle ilgili belirsizlik dağılmadan, ‘proje start alıyor’ demek mümkün değil.

Avrupa’nın gaz açığı tartışmasız. Hele hele nükleerden uzaklaşan Avrupa’nın doğalgaza olan ihtiyacı daha da artacak gibi görünüyor. Şu anki projeksiyonlara göre bile Avrupa’nın 2030 yılına kadar yıllık 150 milyar metreküp gaz açığı olacak. Yani Nabucco’dan gelmesi muhtemel yıllık 30 milyar metreküp gaz Avrupa’nın olmazsa olmazı.

Diğer taraftan Kafkaslar ve Ortadoğu’daki ülkeler ise gaz satmak zorunda. İşte bu tam gerekli şartların oluştuğu ancak yeterli şartların henüz oluşmadığı bir durumu özetliyor. Bakan Yıldız’ın tespitlerinden de yararlanarak bu durumu biraz daha açmakta fayda var. Nabucco için şu an beklenen gaz, Azerbaycan’ın Şahdeniz 2 projesinden çıkaracağı gaz. Ancak bu gazın çıkarılması için yaklaşık 22 milyar euro’luk bir yatırıma ihtiyaç var. Politik olarak ise Rusya doğalgazda kozları elinde tutmak istiyor. Gazprom ile gazda dominant özelliğini korumak istediğinden Azeriler’i Nabucco’dan uzak tutmaya çalışıyor.

Bir diğer tedarikçi Türkmenistan da Rusya’nın güdümünde. Gazını Rusya ve Çin’e satıyor ancak Batı’ya da gaz satmak ve pazarlık gücünü artırmak istiyor. O yüzden Nabucco’ya meğilli. Ancak Azerbaycan’ın tavrını bekliyor. İran da Şahnediz’in içinde ancak şu an için siyasi durumu Batı’ya gaz satmasına engel. Ancak şartlar değişebilir. Nihayetinde İran dünyanın üçüncü büyük doğalgaz rezervine sahip ülkesi.

Irak gazı da Nabucco için bir alternatif. Irak 6-7 yıl içinde bu hatta yıllık 15 milyar metreküp gaz verebileceğini daha önce deklare etmişti. Irak bu işe önem veriyor. Zira halen petrol satışından günlük 300 milyon dolar para kazanan ve bu geliri günlük üretimi 7-8 milyon varile çıkararak 1 milyar dolara kadar yükseltme potansiyeli olan Irak’ın bir diğer önemli geliri de doğalgaz olacak. Her iki emtiada da Batı’ya satış ne kadar hızlı olursa ülkenin istikrara kavuşması, gelişmesi o denli hızlanacak.

Taner Yıldız bu ülkelerin pozisyonuna bakarak Türkiye’nin durumunu şöyle özetliyor: “Burada aslında oyunu bozulmayacak tek ülke Türkiye. Bulmacayı sağdan sola da yukarıdan aşağı da çözseniz Türkiye çok stratejik bir yerde. Bu projede sabırlı ve sakin olmak lazım. Tehditler ve fırsatlar bitmez. Unutulmamalı ki BTC’nin fikri 1990’ların başında çıktı ama yapımı 2000’leri buldu. Sonuçta karşılıklı çıkarlar bu projenin hayata geçmesini sağlayacak. Kaynak ülkeyi bulmak sadece Türkiye’nin sorunu değil. Nihayetinde biz bu projenin 6 ortağından biriyiz. Bekleyebiliriz” Taner Yıldız gaz teminedecek ülkelere 30 Haziran’a kadar süre verildiğini, projeksiyonlarını ortaya koymalarının istendiğini de belirtirken “Kararları ne kadar gecikirse proje de o kadar gecikir. Ancak bu yıl bitmeden Nabucco’nun şekillenmesi beklenmelidir” diye konuştu.

Yazının devamı...

Umut Oran: Tarım ölüyor destekleme primleri üretim öncesi açıklansın

CHP Genel Başkan Yardımcısı Umut Oran, Türkiye’nin gıdada alarm verdiğine ve pamuğu bile Yunanistan’dan ithal eder hale geldiğine dikkat çekti. Maliyetini bilen ancak yetiştireceği ürünün ne kadar edeceğini bilmeyen çiftçinin de üretimden kaçtığını belirten Umut Oran’a göre, destekleme primlerinin önceden açıklanması, belirsizliğin ortadan kaldırılmasını sağlayacak.

Seçimler öncesi çeşitli ekonomik konularda hazırladığı kapsamlı raporlarla dikkat çeken CHP’nin ‘Yeni Tarım Düzeni’ başlıklı raporu, içinde oldukça ilginç tespitler barındırıyor.

Geçen hafta içinde Rize’ye gittim ve çay bitkisi ile ilgili geniş kapsamlı bir bilgilendirme toplantısına katıldım. Bu arada Kaçkarlar’ın yamacında bir köyde çay üretimi ile ilgili köylülere verilen bir eğitimi de içim sızlayarak dinledim. Eğitimde maalesef üreticiye hâlâ tarımın ABC’si sayılabilecek bilgilerin verilmeye çalışıldığını üzülerek gördüm.

Çay bitkisi Rize’de 1930’lardan bu yana yani 80 yıldır yetiştiriliyor ancak ne yazık ki çiftçi hâlâ doğru gübreleme nasıl yapılır, onu bile bilmiyor.

Gübreyi avuç avuç alıyor, bitkinin üzerine savuruyor. Sonra da eline aldığı bir uzun değnek ile bitkinin üzerine vurarak yaprakların üzerinde kalan gübrenin toprağa düşmesini sağlıyor. Bu ilkel gübreleme yöntemi ile hem toprağa istediğinden ihtiyacı olandan fazlasını verip, ekonomik anlamda zarar ediyor hem de fazla gübrenin sulara karışarak doğayı kirletmesine neden oluyor. Toprak analizi yapılmadığı için hangi cins gübreye ihtiyacı olduğunu bilmemesi, değnekle vurarak bitkiye verdiği zarar da cabası. Çaya kötü davranınca çay da intikamını sürgün vermeyerek alıyor. Bu ziyaretin ardından Umut Oran’la buluştuk. “CHP’nin tarımla ilgili tespit ve hedeflerini konuşmak istiyorum. Bu konu biraz geri planda kaldı” deyince, Rize gezisi sonrası Oran’ı daha bir can kulağı ile dinledim. Önce Oran’ın tarım ile ilgili tespitlerini aktarmak istiyorum:

- Dünyada nüfus da artıyor, açlık da.

- Tarım ürünlerinin fiyatı sürekli yükseliyor. FAO 1990 yılında 100 olan dünya gıda fiyatları endeksinin 2010 yılı Aralık ayında 214.7 ile tüm zamanların rekorunu kırdığını açıkladı. Öyle görünüyor ki fiyatlar daha da artacak.

- Tarım tüm dünyada stratejik bir ürün haline gelirken ne yazık ki Türkiye son 10 yılda dışa daha çok bağımlı hale geldi. Tarımda Cumhuriyet tarihinin en düşük büyüme oranı gerçekleşti, ithalat patladı. Buğday ekim alanları daraldı, baklagillerde dahi ithalatçı olduk. Tütün bitme noktasına geldi, Yunanistan’dan pamuk ithal eder hale düştük. 2003-2009 döneminde 6.7 milyar doları Yunanistan, Mısır ve ABD’ye pamuk almak için ödedik.

- Yağ bitkileri ithalatı 13 milyar doları buldu. Sebze meyve üreticisi para kazanamadı. Girdiler pahalandı, ürün para etmedi.

- 2002 yılında çiftçinin 1 litre mazot almak için 4.73 kilogram buğday satması gerekiyordu. 2011 yılında bu bedel 6.12 kilogram buğdaya çıktı. Yine 1 ton üre almak için 2002 yılında 1.030 kilogram buğday satan çiftçi şimdi 1.270 kilogram buğday satmak zorunda.

Peki ne yapmak lazım?

Umut Oran, tarım alanlarının 2002 yılında 26.5 milyon dönümden 24.3 milyon dönüme indiğine dikkat çekiyor. Boş bırakılan tarım alanlarının Yalova, Kilis, Bartın, Düzce, Osmaniye, Zonguldak, Iğdır ve Kocaeli illerinin toplam alanını geçtiğine vurgu yapıyor. Türkiye’nin tarımdan koptuğunu kaydeden Oran’a göre, bunun en büyük sebebi destekleme primlerinin önceden açıklanmaması. Belirsizliğin çiftçinin üretimden kaçmasına neden olduğunu vurguluyor. Çünkü çiftçi maliyeti biliyor ancak ürününü kaça satacağını bilmiyor.

Oran destekleme fiyatının önceden açıklanmasının belirsizliği ortadan kaldıracağını belirtiyor. Arazi toplulaştırma, çiftçinin kullandığı mazottan vergi almama ve fiyatı 1.5 TL’ye çekme, tarımsal Ar-Ge’ye en az 1 milyar TL kaynak aktarma, planlı kontrollü bir ekim gibi projelerin de bu olumsuz tabloyu değiştirebileceğine vurgu yapıyor.

Sulamada geri kaldık

Umut Oran, sulanabilir 4.3 milyon hektar alanı 8.5 milyon hektar alana çıkarmayı hedeflediklerini, her yıl 400 bin hektar alanı sulamaya açacaklarını da belirttikten sonra şöyle devam etti:

“GAP’ta 200 bin hektar sulanabilir alanı 2014’e kadar 1 milyon 600 bin hektara çıkarma sözü veren AKP şu ana kadar ancak 80 bin hektar alana su getirebildi. Bunun hedefe ulaşması mümkün değil. Ana kanalların ihaleleri yapılıyor ancak bu suyun kılcal damarlarla tarlalara ulaştırılması işi aksıyor. Bunlara özel önem vereceğiz.”

CHP’nin tarımda hedefi ne?

Umut Oran, yeni bir perspektifle buğdayda 21 milyon ton olan üretimi 25 milyon tona, arpada 3.5 milyon ton olan üretimi 7 milyon tona, pamukta 1.7 milyon ton olan üretimi 5.2 milyon tona, soyada 50 bin ton olan üretimi 3 milyon tona, mısırda ise 4 milyon ton olan üretimi 11 milyon tona çıkarmayı hdeflediklerini söyledi.

12 Haziran’da siyaset tablosu nasıl şekillenir bilemem. Ancak tarım ekonomisinin önümüzdeki süreçte çok daha değerleneceğini biliyorum. Eğer Türkiye tarımda üretimi artırabilirse, enerjiye harcadığı milyarlarca dolar dövizi tarım ürünü satarak karşılayabilir. Türkiye’nin toprakları böyle bir zenginliğe fırsat sunuyor. Yeter ki tarım üvey evlat muamelesi görmesin.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.