Şampiy10
Magazin
Gündem

Fırat’ın doğusu..

“Düşmanla daha karşı karşıya gelmeden savaşı kazanana gerçek savaşçı derler.”

Sun Tzu

28 Eylül günlü yazımızda, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Soçi toplantısı sonrası yaptığı açıklamada dikkatleri Fırat’ın doğusu ve PYD/YPG’ye çekerek Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunması ve terörizmle ortak mücadele için Rusya ile İran’a dolaylı bir mesaj ilettiğine yer vermiştik.

Nitekim Erdoğan, Rusya’nın saygın gazetelerinden Kommerstant’da 24 Eylül günü yayımlanan makalesinde yer alan “Rusya’nın da özellikle PKK, PYD, YPG gibi terör odaklarına karşı Türkiye’nin mücadelesine destek vermesini bekliyoruz” cümlesi ile bu defa açık ve doğrudan bir çağrıda bulunmuştur.

Bu çağrının muhatabı Rusya’nın, PKK’yı terör örgütü olarak tanımadığı, PYD’ye Moskova’da temsilcilik açma izni verdiği, Suriye’de Afrin’in güneydoğusunda Tel Rifat’ta YPG unsurlarının varlığına göz yumduğu ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Tel Rifat konusunu 25 Temmuz’da Güney Afrika’ya gitmeden önce “Suriye’de gelişmeler gerek Tel Rifat olsun gerek Münbiç olsun, bunlar istenilen istikamette gelişmiyor” sözleri ile gündeme taşıdığı anımsanmalıdır.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Fırat’ın doğusunda PYD/YPG varlığı ve bağlı olarak Suriye’nin toprak bütünlüğü ile ilgili ısrarlı ve açık çağrıları ABD’den bir karşılık bulmasa da Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov’un 21 Eylül’de yaptığı açıklama, özellikle Amerika’nın Suriye’de kalıcılığının belli olmasının ardından bu bölgenin Rusya’nın da gündeminde yer aldığını göstermektedir.

Lavrov; “Suriye’nin toprak bütünlüğüne yönelik ana tehdit, ülkenin doğusundaki bölgelerden, ABD’nin doğrudan denetimi altında bağımsız özerk yapıların fiilen kurulmakta olduğu Fırat’ın doğusundan gelmektedir” sözleri ile Erdoğan’ın görüşlerine açıktan katılırken, isim vermeksizin PYD’ye “bu yasadışı faaliyetlere son verilmesi için ısrarlı olacağız” ikazını da yöneltmiştir.

Eylül ayında Fırat’ın doğusu ile ilgili Türkiye’nin yanı sıra Rusya ve İran’ın da dahil olduğu açıklamaların yoğunluğu önümüzdeki süreçte ABD’nin bölgedeki varlığı ve PYD’ye Suriye’nin geleceğinde biçtiği role ilişkin tartışmaların tırmanma eğilimine gireceğini gösteriyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ABD ziyaretinde 24 Eylül’de TÜRKEN Vakfı’nda yaptığı konuşmada “Fırat’ın doğusunda da Afrin, Cerablus benzeri güvenli bölgeler oluşturma” konusunda Türkiye’nin kararlığını vurgulaması bu eğilimi daha da güçlendirmektedir.

Her ne kadar, PYD/YPG’nin donatıcı ve koruyucusu ABD’nin Fırat’ın doğusunda varlığı ve Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunması konusunda Türkiye-Rusya-İran arasında bir konsensüs oluşmuş görünse de yüzeydeki bu paydaşlık derine inildiğinde ayrışmalar göstermektedir.

Çünkü Tahran için birincil tehdit, ABD’nin Suriye’de kalıcılığını İran’ın kuşatılmasının yeni bir halkasına dönüştürerek Fırat’ın doğusunu kendisine müzahir PYD aracılığı ile bir tür ileri üs olarak kullanmasıdır. PYD/YPG’nin doğrudan bir tehdit odağı olarak Tahran’ın gündemine girmesi, örgütün ABD ile işbirliğini İran’a karşı doğrudan ya da dolaylı eylemsel bir düzleme taşımasına bağlı olacak görünmektedir.

Rusya’ya gelindiğinde; ABD’nin PYD aracılığı ile Fırat’ın doğusunda bir garnizon devlet oluşturma konusunda aldığı mesafe, Rusya’nın Suriye’de etkinliğini sınırlamanın ötesinde bölgesel tasarımları ile de örtüşmediğinden Moskova, bir yandan ABD varlığına karşı çıkarken bir yandan da PYD’nin Amerika’nın koşulsuz güdümüne girmesine neden olacak doğrudan radikal girişimlerden uzak durmayı seçebilecektir.

ABD’nin ise gerek İsrail’in güvenliği gerekse İran’ın bölgesel gücünün kırılarak sınır ötesi operatif yeteneğinin ortadan kaldırılması açısından Suriye’de elde ettiği konum ve bu ülkede varlığını sağlayan PYD’den vazgeçmesi görünür gelecekte beklenmemesi gerektiğine göre ayrı nedenlere ve görüş farklılıklarına dayalı olsa da Türkiye-Rusya-İran arasında Suriye bazlı işbirliğinin sürmesinin önünde ciddi bir engel görünmemektedir.

PYD konusunda düğüm, BM Genel Kurulunda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Türkiye’nin kayda geçirdiği kararlılık ve bağlayıcılığı karşısında ABD’nin tavrının ne olacağıdır.

Otto von Bismarc’ın “Her millet bilmelidir ki kendi barış ve güveni, kendi öz kılıcına dayanır” sözünün gereğini defalarca uygulamış ve halen uygulamakta olan Amerika, başkalarının da bunu üstelik yasal bir hak olarak gereğinde kullanacağını herhalde en iyi bilecek ülkelerden birisi olmalıdır.

Yazının devamı...

Fırat’ın doğusu -1-

“Her millet bilmelidir ki kendi barış ve güveni, kendi öz kılıcına dayanır.”

Otto von Bismarck

“Hedefimiz, Menbiç’ten başlayarak Irak sınırına kadar olan Suriye topraklarının tamamını teröristlerden temizlemektir.. Taktik çıkarları uğruna teröristleri onbinlerce Tır ve binlerce kargo uçağı silahla donatanlar, gelecekte bunun acısını mutlaka çekeceklerdir.”

Cumhurbaşkanı Erdoğan, 25 Eylülde BM 73’ncü Genel Kuruluna hitabında, konuşmasının Suriye ve terörizmle mücadeleye ayırdığı bölümünde bu sözlerle NATO müttefikimiz Amerika’nın adını anmadan Türkiye’nin kararlı duruşunu açıklar ve haklı ikazını, “YPG’yi donatanların” hazır bulunduğu bir toplantıda kayda geçirirken Fırat’ın doğusunun giderek ısınmakta olduğu söylenebilir.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkiye’nin Fırat’ın doğusu ve ABD’nin YPG’yi ağır silahlarla donatması ile ilgili hassasiyetini uzun bir süredir hemen her fırsatta seslendirmekle birlikte en açık mesajlarından birisini 5 Eylülde Kırgızistan dönüşü vererek şunları söylemişti;

Menbiç’te başta Dışişleri Bakanımızın Pompeo ile yaptığı görüşmedeki noktada olmadığımızı söyleyebiliriz. Olay savsaklanıyor. Bu çerçeveyi görmemiz lazım. Görüşmeler yapıldığında varılan mutabakat şu anda aynı istikamette maalesef yürümüyor.”

Menbiç’teki YPG unsurlarının varılan anlaşmaya karşın bölgeyi terk etmemiş olmaları ve Pentagon’un, Türkiye’nin tüm karşı çıkış ve ikazlarına karşın silah yardımını sürdürmesi üzerine Erdoğan’ın yaptığı bu çıkışı, ilerleyen günlerde başka açıklamalar da izleyecek ve sayıları 22’ye ulaşan ABD üslerinin bulunduğu Fırat’ın doğusu Türkiye ile birlikte ayrı nedenlerle de olsa Rusya ve İran’ın da ilgi odağına dönüşecektir.

Fırat’ın doğusu ile ilgili son günlerde sertlik dozu artarak tekrarı sıklaşan ve Rusya ile İran’ın da dahil olduğu açıklamalar bu bölgenin yeni gelişmelere aday olduğunu gösteriyor.

İran Cumhurbaşkanı Ruhani, Tahran’da gerçekleşen Astana zirvesinde, 6 Eylülde yaptığı açıklamada;

“Fırat’ın doğusunun düğümünü çözelim, Amerika’yı oradan çıkmaya zorlayalım. Çünkü bu krizin devam etmesinin arkasındaki en önemli etken Amerika’dır.” sözleri ile PYD’nin adını anmadan dolaylı olarak Türkiye açısından kolaylaştırıcı bir rol üstlenmiştir.

İran için şu aşamada Fırat’ın doğusunda PYD varlığının değil ABD’nin üsleri aracılığı yerleşikliği ve kalıcılığını açıklamış oluşu öncelikli tehdit oluşturmakla Ruhani’nin, ABD koruma/desteğinden mahrum kalacak YPG’nin etki ve gücünü yitireceği varsayımından hareketle, PKK’nın İran yapılanması PJAK’ın varlığını da düşünerek PYD adını anmaması Tahran’ın çok yönlü politik uygulamaları ve tehdit önceliklerinin bir örneği olarak okunmalıdır.

Cumhurbaşkanı Erdoğan Soçi’de Rusya ile gerçekleştirilen İdlib toplantısı sonrası 17 Eylülde yaptığı; “Suriye’nin toprak bütünlüğüne kasteden ve Türkiye’nin de milli güvenliğini tehdit eden asıl yapı PYD/YPG’dir. Suriye’nin geleceğine yönelik en büyük tehdit İdlib’den ziyade Fırat’ın doğusundaki bu terör yuvalarından kaynaklanmaktadır.” açıklaması ile uluslararası camianın İdlib’e yoğunlaşan ilgisine karşın Fırat’ın doğusu ile PYD/YPG’yi kayda geçirerek dikkatleri buraya çekmiştir.

Bu açıklamanın uluslararası camia ve elbette doğrudan ABD dışında dolaylı muhatapları, Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunması konusunda mutabakata varan Astana süreci garantör ülkeleri Rusya ve İran olarak okunmaladır.

Yazının devamı...

Soçi zirvesi ve İdlib -2-

“Yalnız olmak, kötüyle beraber olmaktan iyidir.”

George Washington

Soçi Zirvesinde İdlib konusunda Türkiye ve Rusya arasında varılan mutabakatın kritik noktalarına değindiğimiz bir önceki yazımızda, kararlaştırılan silahtan arındırılmış kuşaktan ellerindeki ağır silahları belirlenecek usullere göre teslim ederek ayrılmaları öngörülen radikal örgütlerden söz ederek özellikle HTŞ ve Türkistan İslam Partisine dikkat çekmiştik.

Omurgasını El Nusra’nın oluşturduğu 10’un üzerinde farklı gruptan oluşan HTŞ’nin tavrı, İdlib’in geleceği ve barışçıl çözümü belirleyecek ana etmen olarak görünmektedir. HTŞ liderliğinin Soçi mutabakatına uymayacağı yolundaki erken açıklaması kategorik bir ret yerine pazarlık kapısı aralamaya yönelik refleks olarak değerlendirilse de özellikle El Nusra’nın direniş gösterme olasılığı tümüyle dışlanmamalıdır.

Sonuçta HTŞ kaderini tayin edecek bir yol ayrımında olduğunun bilinci ile iki opsiyondan birisini seçmek durumunda kalacaktır. Bunlardan birincisi HTŞ içindeki bazı grupların ana gövde ve El Nusra’dan ayrılarak mutabakat koşullarına uyması, diğeri ise ret cephesinde bir araya gelecek grupların lokal çatışmalar ve provokasyonlara girişmesidir. Her iki halde HTŞ’nin güç kaybederek İdlib’de etkinliğini yitirmesi kaçınılmaz görünse de, küçük çaplı çatışmalar ve provokatif eylemlerin uzun bir süreye yayılması sahadaki başkaca aktörlere kendi amaçları doğrultusunda manevra alanı açabilecektir.

Sahadaki aktörler arasında Suriye’de kalıcılığını açıklayan ve Rusya’nın elde ettiği konum ve İdlib sorununun çözümü ile Fırat’ın doğusunun birincil ihtilaflı coğrafyaya dönüşmesinden rahatsız olan Amerika’nın yanı sıra Suriye’nin bugünkü etnik ve mezhepsel bölünmüşlüğünün temellerini 40’lı yıllarda atan Fransa’nın “büyük devlet hastalığının nüksederek” oyuna dahil olmak istemesini, İran’ın İdlib mutabakatında saha dışında kalmış olmasının yarattığı memnuniyetsizliği ve İsrail ile selefilerin son kalesinin düşmesinden herhalde hoşnut kalmayacak Suudi Arabistan’ı sayabiliriz.

İdlib’te konuşlu radikal grupların bazılarının Amerika, Suudi Arabistan ve BAE ile örtülü ve açık ilişkileri dikkate alındığında Soçi’nin “kaybedenler kulübünde” yer alan bu aktörlerin önümüzdeki süreç içinde kayıplarını kazanca dönüştürme açısından hamlelerine tanık olunması tümüyle göz ardı edilmemelidir.

İdlib coğrafyasında konuşlu Ahrar üş Şam, Feylak üş Şam, Nurettin Zengi gibi görece ılımlı silahlı muhalifler üzerinde Türkiye’nin etkisi ve diyalog kanallarının açık olduğu, ÖSO mensubu grupların ise sorun kaynağı oluşturmayacağı dikkate alındığında tüm dikkatlerin yoğunlaşması gereken odak olarak HTŞ bileşenleri ve Türkistan İslam Partisi kalmaktadır.

Suriye ordusunun İdlib yolunda ilk hedef olarak belirlediği Cisr el Şuğur, Latamina ve Han Şeyhun’u barındıran Gab ovasını çevreleyen coğrafyada Morik, Zaviye, İştebrak ve Zeytinlik’te yer alan TSK Gözlem İstasyonları takviye edilmiş olmak ve rejim birlikleri ile aralarında Rus askerleri bulunmakla doğrudan bir tehdit ve tehlike minimize edilmiş olsa da bölgede faaliyet gösteren El Nusra, DEAŞ, İran ve rejim yanlısı başkaca grupların varlığı Türkiye’nin dikkat düzeyini yükseltmektedir.

Türkiye’nin Suriye’de, askeri varlığının dışında elini rahatlatan bir önemli unsur ise MİT’in son Lazkiye operasyonu ile kanıtladığı alandaki operasyonal gücü ve ilişki ağının genişliğidir.

Yazının devamı...

Soçi zirvesi ve İdlib.. -1-

“Kişi bir şeye kendini tamamen adadığında Tanrı da harekete geçer.”

Goethe

ABD Savunma Bakanı Mattis her ne kadar; “İdlib hali hazırda, karmaşık bir sorunun en karmaşık sorunlarından biri. Ben tüm sorunun çözülmediği konusunda eminim” dese de bu açıklama Washington’un Soçi zirvesinin kaybedenleri arasında yer aldığı gerçeğini değiştirmiyor.

Soçi’de, Rusya ve Türkiye arasında İdlib konusunda varılarak açıklanan 10 maddelik mutabakat, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ısrarla dikkat çektiği yığınsal göç ve insani yıkımı engelleyerek yakın bir tehdit ve vicdani sorumluluğu bertaraf etmiş görünmekle birlikte sahadaki aktörler ve amaçlarının çeşitliliği iyimserlikte ihtiyat payını korumayı gerekli kılıyor.

İdlib’te konuşlu HTŞ ve türevi radikal örgütler başta olmak üzere tüm muhalif grupların envanterlerindeki ağır silahları 10 Ekime kadar teslim etmeleri ve 15 Ekim itibari ile rejim güçleri ve muhalifler arasında 15-20 km. derinliğinde silahsızlandırılmış bölge oluşturulması kararının uygulamaya konulması önünde var olan sıkıştırılmış zaman öncelikle Türkiye, sonrasında Rusya’ya büyük sorumluluklar yüklüyor.

Bu uygulamanın en kritik noktası HTŞ çatısı altında yer alan radikal gruplardan El Nusra ve Türkistan İslam Partisi’nin ağır silahlarını teslim ederek oluşturulacak koridorun dışına çıkmayı kabul edip etmeyeceklerinde düğümleniyor.

Cisr es Şuğur’un güneybatısında üslenen Uygur, Tacik, Çeçen, Özbeklerden oluşan ve kendilerini “Ceddi Mücahit” olarak adlandıran Türkistan İslam Partisi militanlarının öteden beri Rusya’nın hedefinde bulunduğu ve El Nusra’dan daha radikal oldukları düşünüldüğünde ilk güçlüğün burada, ikinci güçlüğün ise El Nusra’nın, Maarrat Numan ve Hatay sınırına bitişik bölgelerdeki ceplerinin tahliyesinde çıkması sürpriz bir gelişme sayılmamalıdır.

El Nusra’nın ağırlıkla İdlib kent merkezi ve çevresinde üslendiği, merkeze ulaşan yol ve kavşakları denetim altında bulundurduğu anımsandığında üçüncü güçlük Soçi anlaşmasında yer alan M 4 (Halep-Lazkiye) ve M 5 (Halep-Hama) otoyollarının yıl sonuna kadar güvenli bir şekilde ulaşıma açılmasında baş gösterebilecektir.

Ağır silah ve radikal gruplardan arındırılmış bölgelerin hangi alanları ve kaç kilometre derinliğinde kapsayacağı, ağır silahların kimlerce ve nasıl teslim alınacağı Türkiye ve Rusya Savunma Bakanlıklarının yapacakları görüşmelerle belirlenecek gibi görünse de, denetlenmesi gereken coğrafyanın büyüklüğü dikkate alındığında Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun da belirttiği üzere TSK’nın bölgede varlığının ciddi ölçüde artırılması gerekecektir.

Rusya’nın, oluşturulacak güvenli bölgenin dış cephesinde rejimin muhaliflere saldırısını önleme görevini üstlendiği anlaşmanın Türkiye’ye yüklediği sorumluluk ise muhatapları çok farklı, aralarında anlaşmazlık ve rekabet bulunan, kimi dış aktörlerin sponsorluk ve güdümündeki radikal muhaliflerin rejim ve Rus güçlerine saldırılarını engellemek olarak belirmektedir.

Soçi zirvesinin Rusya ile birlikte iki kazananından biri olan Türkiye’nin İdlib’teki yol haritası ile HTŞ ve kaybeden aktörlerin olası davranışlarını gelecek yazımızda irdelemek üzere..

Yazının devamı...

Kobra-Boa Yılanı ve İdlib -3-

“Kardeşlerimi Allah yarattı, fakat dostlarımı ben buldum...”

Goethe

İdlib’te, ateşkes uygulamasına sadık kalarak Astana mutabakatı uyarınca askeri bir harekatın dışında tutulması gereken ılımlı muhalif gruplarla BM Güvenlik Konseyi’nin yanı sıra Türkiye’nin de “terörist gruplar” listesinde yer alan HTŞ, El Nusra ve türevi radikal grup mensuplarının ayrıştırılması konusunda Türkiye’den beklentilerin yükseldiği bir sırada Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun New York Times gazetesinde yayımlanan yazısında yer alan aşağıda yer verdiğimiz bölümün mercek altına alınması gerekiyor.

“Yeni haberler YPG’nin Esad’la ittifakını geliştirdiği, Temmuz ayında Esad ve YPG/PKK arasında yapılan anlaşmanın bir parçası olarak Esad’ın İdlib’i muhaliflerden geri almasına yardım etmek için destek gönderdiğini gösteriyor. Bu ittifak, YPG’nin başını çektiği sözde SDG’nin önemli yöneticilerinin Suriye’de kendilerine yer oluşturmak amacı ile Suriye rejimi ile resmi görüşmeler yaptığından beri daha da derinleşmiştir.”

YPG’nin İdlib denklemine dahil edilmesi, Türkiye’nin desteklediği ve Fırat Kalkanı ile Zeytin Dalı harekatlarına katılan ÖSO gruplarının tasfiye edilmesi pazarlığına kapı aralama olasılığını işaret etmenin dışında Afrin’in dost olmayan unsurlarca güneyden çevrelenmesi anlamına da gelebilecektir.

Suriye rejimi ve YPG arasında derinleştiği Sayın Çavuşoğlu tarafından ifade edilen görüşmelerin, Türkiye’nin, İdlib’in radikal gruplardan bir şekilde arındırılmasından sonra ılımlı muhaliflerin denetimine verilmesi yaklaşımını boşa düşürmeyi ve ÖSO’nun bu coğrafyadaki varlığını etkisizleştirmeyi amaçladığı da söylenebilir.

ABD’nin koruma ve desteği altında YPG’nin, Suriye topraklarının petrol ve su kaynakları da dahil olmak üzere yaklaşık yüzde 30’unu denetim altında bulundurması, Esad’ın Suriye’nin bütününe egemen olmasının önünde engel oluştururken İdlib’de askeri açıdan hiç gerekli olmayan YPG yardımının gündeme getirilmesi bu işbirliğinin amaç ve arka planının irdelenmesini gerekli kılmaktadır.

ABD’nin, İran’la bağlantılı olarak Suriye’de kalıcılığının açıklandığı bir dönemde, varlığı Pentagon’un sağladığı koruma kalkanına bağlı ve bağımlı olan YPG’nin yolunu Amerika’dan ayırmasının olanaksızlığı dikkate alındığında Esad’ın hedefinin Türkiye açısından birden fazla konuda “ölümü gösterip sıtmaya razı etmek” olduğu söylenebilir.

Bu hedeflerden birincisi Ankara’yı Şam’la doğrudan diyaloga sevk etmek, ikincisi ÖSO’nun Suriye’de aktör kimliğinin etkisizleştirilmesi, henüz şartlar olgunlaşmamış olsa da nihai hedef ise Afrin/Cerablus/El Bab’ın rejime devredilmesi olarak okunabilir.

Bu konularda son sözü söyleme iradesine Esad’ın tek başına sahip olmadığı düşünüldüğünde Rusya ve İran’ın yaklaşımları daha da önem kazanmaktadır.

Her iki ülkenin de ayrı nedenler ve ayrı amaçlarla Türkiye ile ilişkilerinin günümüz ve yakın gelecekte taşıdığı önem, Esad’ın öncelikleri ve yol haritasının belirlenmesinde başat bir rol oynayacağı için Ankara-Moskova-Tahran üçgenindeki temaslar çok daha önemli hale gelmiş görünmektedir. Bu bağlamda Goethe’nin sözünü “Komşularımızı biz bulmadık, ancak dostlarımızı biz seçeriz...” şeklinde değiştirebiliriz...

Yazının devamı...

Kobra, boa yılanı ve İdlib.. -2-

“Dün ile bugün arasında bir kavga çıkarsa yarını kaybederiz.”

Churchill

Ne kadar dost ve müttefik olurlarsa olsunlar, devletlerin davranışlarındaki farklılığın temelinde ayrışan çıkarların damgası vardır. Uluslararası ilişkilerin bu gerçeklik zemininde biçimlenerek yürütüldüğü düşünüldüğünde devletler arasında ortaklık kavramının mutlak bir paydaşlık ifade etmediği çok daha rahat kabul edilebilir.

Lord Palmerstone’un “dış politikanın Magna Carta’sı” kimliğindeki “devletler arasında dostluk ve düşmanlıkların değil yalnızca çıkarların ebedi olduğu” sözleri anımsandığında Astana Mutabakatı’nın tarafları Türkiye-Rusya ve İran arasında Suriye’de “temel ilkeler” dışında özellikle İdlib konusunda yoğunlaşan ikincil anlaşmazlıkların varlığı eşyanın tabiatından kaynaklanan olağan bir yansıma olarak görülmelidir.

Bu bağlamda Astana Mutabakatı ile “Suriye’nin egemenliği, bağımsızlığı, birliği ve toprak bütünlüğü ile BM Şartı’nın amaç ve ilkelerine olan kuvvetli ve devam eden taahhütlerini” Tahran Zirvesi sonrası yayımlanan Ortak Bildiri’nin 2’nci maddesinde kayda geçiren Türkiye-Rusya-İran arasında İdlib konusunda yaşanan ayrışma, ortaklık ruhuna aykırı gibi algılansa da bu farklılığın “müzakere edilebilir” ve “diyaloga açık” niteliği dikkatlerden uzak tutulmamalıdır.

Nitekim Tahran Zirvesi sonrası yayımlanan Ortak Bildiri’nin 4’ncü maddesinde “BM Güvenlik Konseyi tarafından terörist olarak tanımlanan DEAŞ, Nusra Cephesi ile El Kaide veya DEAŞ’la bağlantılı tüm bireyler, gruplar, teşebbüsler ve oluşumların tamamen ortadan kaldırılması” ifadesine yer verilmiş ancak belli ki Türkiye’nin talebi üzerine bu maddeye “terörist grupların, ateşkes rejimine katılmış veya katılacak olan silahlı muhalif gruplardan ayrıştırılmasının sivil zayiatı önlemek üzere büyük önem arz ettiği” şeklinde bir kayıt düşülmüştür.

Türkiye’nin, İdlib kent merkezi ve kırsalının büyük bir bölümünü denetim altında tutan ana gövdesini El Nusra’nın oluşturduğu HTŞ’yi 31 Ağustos günü Resmi Gazete’de yayımlanan Cumhurbaşkanlığı Kararı ile terör örgütü listesine dahil etmiş olması Ortak Bildiri’nin 4’ncü maddesi ile bir arada değerlendirildiğinde İdlib konusunda yaşanan anlaşmazlığın bütünü ile “yöntem konusuna” indirgendiği görülmektedir.

Çünkü 4 Mayıs 2017’de Astana’da, “gerginliği azaltma ya da çatışmasızlık bölgeleri” üzerinde varılan anlaşmada, bu mutabakatın “terörist grupları” kapsamadığı kayda geçirilmiş ve Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov, açıklamalarında bu hususu sıklıkla gündeme getirerek örtülü bir şekilde Ankara’ya mesaj vermişti.

Rusya’nın, İdlib’in güneybatısında Cisr eş Şuğur’da üslenen Türkistan İslam Partisi’ne mensup grupları yaklaşık bir yıldır zaman zaman bombaladığı, Kremlin Sözcüsü D. Peskov’un, İdlib’deki terörist grupların “imha edileceği” açıklamaları ile birlikte anımsandığında militanlarının tümü Uygur, Çeçen, Tacik, Özbekler’den oluşan bu gruptan Rusya’nın duyduğu güvenlik kaygıları ile sınırlarımıza yönelecek bir göç dalgasından Türkiye’nin duyduğu güvenlik endişeleri, ortak asgari müşterekler üzerinden bir işbirliği ve paydaşlığın zeminini oluşturabilecektir. Nitekim Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Tahran dönüşü uçakta yaptığı açıklamada “İdlib bölgesinde dostlarımız Rusya’yı rahatsız eden istenmeyen unsurların üstesinden gelebiliriz” sözleri İdlib’le ilgili yöntemsel bir anlaşmanın zeminini oluşturacak değerde görülmelidir.

Yarını kaybetmeme adına İdlib’e devam etmek üzere.

Yazının devamı...

Kobra-boa yılanı ve İdlib

“Bazı hastalıkların tanısı çok kolay ancak tedavisi çok zordur.

Bazı hastalıkların ise tanısı çok zor ancak tedavisi çok kolaydır.”

Machiavelli

Ekonomistler karşılaşılan krizleri ortaya çıkış süreçleri açısından kobra ya da boa olarak tanımlarlar. Önceden belirtileri ortaya çıkmadığı için öngörülemeyen, ani olarak gelişen krizleri kobra yılanının o çok hızlı ve kaçınılması neredeyse olanaksız ölümcül vuruşuna benzetirler.

Sinyalleri çok önceden başlayıp, zaman içinde güçlenerek gelişen ve gerekli önlemlerin alınmasına zaman tanıyarak yaşanacak hasarın azaltılmasına olanak sağlayan krizleri ise boa yılanının avını yutması ve sindirmesi günler süren yavaş çekim hareketliliği ile açıklarlar.

Genellikle ekonomistlerin başvurduğu bu tanımlamanın temel felsefesi aslında uluslararası ilişkilerde yaşanan krizler için de geçerlidir.

Örneğin bir Rus savaş uçağının, Türk hava sahasını ihlal ettiği için düşürülmesi üzerine Rusya ile yaşanan ve ağır maliyete neden olan kriz tipik bir “kobra krizi” idi.

Bugün gündemimizin en üst sırasına yerleşerek tüm dikkat ve enerjimizi yönelttiğimiz İdlib ise ilk işaretleri yaklaşık iki yıl önce ortaya çıkan, Suriye’de her yeni gelişme sonrası ağırlaşarak çarpan etkisi ile katlanıp büyüyen ve sonuçta kaçınılmaz bir biçimde bugünlere ulaşacağı belli olan “boa yılanı krizi…”

Gerek Hatay ve kuzeyinde Türkiye’nin özgürleştirdiği Afrin’le sınırdaş oluşu gerekse Astana mutabakatı uyarınca İdlib’i çevreleyen 12 gözlem istasyonundaki personelimizin güvenliği ve ağır bir askeri harekatın yaratacağı Rusya, İran ve Esad’ın belli ki önemsemediği yıkımın insani ve vicdani sorumluluğu; bu kritik coğrafya Türkiye açısından Afrin ve Cerablus gibi stratejik bir hedef olmasa da ister istemez Ankara’yı içine çekmiş bulunuyor.

Suriye iç ya da çok uluslu savaş düğümünün çözülerek geleceğinin belirlenmesinde birincil önem derecesine yükselen İdlib’i karmaşıklaştırarak ilgili tüm aktörlerin paydaşlığında bir çözüm reçetesini olanaksızlaştıran temel etmen ise sahada Türkiye dışında tüm oyuncuların büyük oranda açıklığa kavuşan gizli ajandaları, gündemleri ve Suriye’ye ilişkin farklı gelecek tasarımları.

7 Eylül’de Tahran Zirvesi’nde yer alan Astana mutabakatının üç garantör ülkesi Türkiye-Rusya-İran liderlerinin vücut dillerindeki yansımalar, zirve sonrası yayımlanan ortak bildiride bazı somut önermeler dışındaki genel ifadelerle bir arada değerlendirildiğinde İdlib’le ilgili görüş ayrılıkları ve sıkıntının henüz tam anlamıyla aşılamadığı görülmektedir.

Umarız Tahran Zirvesi’nde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suriye’nin geleceğine ilişkin çıkar kaygılarından uzak insani ağırlıklı açık yaklaşımı Moskova ve Tahran’da karşılık bulur.

Türkiye-Rusya ve İran; gerek İdlib gerekse Suriye’nin geleceği ve bu gelecekte yer alacak aktörler konusunda ayrılıklarını, aralarındaki çok yönlü ilişkilerin olumsuz yönde etkilenmemesi için ayrı bir kompartmanda tutmayı bugüne kadar başarmış olsalar da ABD’nin Suriye’de varlığını kalıcılaştırma kararı, Fransa’nın sonradan oyuna dahil olması, İsrail ve arka planda kalıyor gibi görünse de İngiltere’nin bölgede oyun kurucu kimliği yaşanan gelişmelerle bir arada değerlendirildiğinde çok bileşenli bu sorun giderek karmaşıklaşmakta ve bir “kara delik” efekti yaratmaya aday görünmektedir.

Diplomaside üzerinde anlaşmaya varılamayan sorunların saptanması bir diyalog yöntemi olduğuna göre gelecek yazılarımızda Suriye sahasındaki aktörlerin amaç, niyet ve tasarımlarındaki ayrışmalar üzerinden gerek tanısı gerekse tedavisi zor görünen bu konuda bir sonuca ulaşmaya çalışacağız.

Yazının devamı...

Tarihin öğrettikleri... -3-

“Güneşin sana ulaşmasını istiyorsan gölgeden çık..”

Konfüçyüs

Rahip Brunson’un, misyonerlik çalışmalarında özellikle Kürtler üzerine odaklanması, bu amaçla hakkında düzenlenen iddianamede de yer aldığı üzere defalarca başta Suruç olmak üzere Güneydoğu Bölgesi’ne gitmiş olması salt bir sempatiden mi kaynaklanmıştır yoksa bu ilginin arka planında başkaca amaçlar var mıdır?

Bu konuyu irdelemek üzere İngiliz Dışişleri Bakanlığı arşivlerinden yararlanalım. Erol Ulubelen’in “İngiliz Gizli Belgelerinde Türkiye” adlı kitabında (Nisan 2005, sayfa 209) yer alan 26 Aralık 1919 tarihli 633 no’lu belgenin 966’ncı sayfasına bakalım.

“Kürt kabileleri İngiliz ve Fransız hakimiyetine konulacak, Kürdistan’da hiçbir şekilde Türk bırakılmayacak. Bir tek Kürt devleti mi kurulacak yoksa birçok küçük Kürt devletinin mi kurulacağı düşünülecek. Ermenilere, Amerikalılar kanalıyla silah sağlanacak..”

Atatürk’ün, Milli Mücadeleyi başlatmak üzere Samsun’a çıkmasından beş ay önce arşive giren bu belgede yer alan tek bir Kürt devleti mi yoksa birçok küçük Kürt devleti mi konusu aradan geçen yaklaşık yüz yıllık süreçte hala düşünülüyor olmalı ki Irak, Suriye, İran ve Türkiye’de yaşananlar bir arayışın yansıması olmalı..

Bay Kidson’dan Sir E. Crowe’a gönderilen 28 Kasım 1919 tarihli 609 sayılı İngiliz belgesinde ise şu ifade yer almaktadır.. “Kürtlere her ne kadar inanmasak da onları kullanmamız çıkarlarımız gereğidir.”

21 Temmuz 1919 tarihli 464 sayılı Bay Hohler tarafından Sir E. Tilley’e yazıldığı anlaşılan İngiliz belgesinde deyim yerinde ise “bakla ağızdan çıkıyor. “..Mezopotamya şimdi bizim olacağına göre bir Kürt devleti kurdurup kuzey dağlarını koruyabiliriz. Ancak Kürtlere fazla güvenilmez. Majestelerinin hükümetinin amacı Türkleri azami derecede zayıflatmak olduğuna göre Kürtleri bu şekilde harekete geçirmek fena bir plan değil..”

Aradan 57 yıl geçecek ve 19 Ocak 1976’da CIA’in gizli faaliyetlerini araştıran Temsilciler Meclisi komisyonuna verilen PIKE raporunda İngilizlerin Kürtlerle ilgili görüşleri onaylanacaktır.

“ABD Başkanı ve Dr. Kissinger, Kürt isyancıların, Irak’ın kaynaklarını tüketmeye yetecek düzeyde bir çatışmayı sürdürebileceklerinden emin olmayı ummaktadırlar.

İngilizlerin 1919’da Kürtleri kullanarak Türkleri zayıflatma projesi, 1976’da bu defa ABD’nin Kürtleri kullanarak Irak’ı (Saddam’ı) zayıflatmasına dönüşmüştür.

Ve İngiltere Dışişleri Bakanlığı Müsteşarlarından Bay Hohler 27 Ağustos 1919 tarihli raporunda noktayı koyuyor.

“Kürt sorununa verdiğimiz önem Mezopotamya bakımındandır. Kürtler ve Ermenilerin durumları bizi hiç ilgilendirmiyor..”

Yakın tarihte belgeler arasında yaptığımız bu küçük yolculuğun Brunson olayı ile ilgi ve ilişkisine gelindiğinde, Paris Konferansı ve Sevr ile sürdürülüp Lozan’la tarihin çöplüğüne gömülen bu planlar, talepler, verilen sözler ve yerine getirilmesinin önünde aşılamayan Türkiye engelinin bir şekilde bertaraf edilme arzusu kapalı kapılar arkasında güncelliğini hiç kaybetmedi..

Bu nedenle bilelim ki ipleri karanlıkta kalan Brunsonlar başka isimler altında yüzyıllardır vardı ve var olmayı sürdürecekler..

Ne var ki geçmişte başarı kazanamayanlar gelecekte de kaybetmeyi sürdüreceklerdir.

Çünkü tapu bedeli kanla ödenen bu vatan bizim son, ebedi ve kutsal yuvamız..

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.