Şampiy10
Magazin
Gündem

Tarihin öğrettikleri…-2-

“Eğer ders alınsaydı tekerrür eder miydi tarih” deyişini anımsayarak Brunson olayında tarihteki yolculuğumuza devam edelim.

18’nci yüzyıl sonlarında Amerika’nın Anadolu’ya ilgisi yalnızca okullar, kiliseler ve ibadethaneler ile de sınırlı değildi. 1923’te ilan edilen Türkiye Cumhuriyeti ile diplomatik ilişkilerini 17 Şubat 1927’ye kadar Modus Vivendi pozisyonunda sürdüren ABD ancak bu tarihte Ankara’ya Büyükelçi göndermiş (Joseph C. Grew) ve büyükelçi itimatnamesini Atatürk’e 12 Ekim 1927’de sunmuştu. Oysa Amerika’nın 1890’lı yıllarda Sivas, Erzurum, Harput’ta Konsoloslukları, Ankara’da ise Konsolosluk ajanlığı bulunmaktaydı.

Anadolu’da kurdukları okulları Ermeni ayaklanmacılar için eğitim, barınma ve lojistik üs olarak kullanan Amerikalı misyonerler 1893 Ocak ayında büyük bir soruna neden olmuşlardı. Merzifon Kolejinde görevli Kayahan ve Tumayan adlarında iki Ermeni öğretmen ayaklanma bildirileri hazırladıkları ve Ermeni isyancılara liderlik yaparak okula silah depoladıkları için tutuklanmışlar, bu olay Amerika’yı aşarak İngiltere’yi de içine çekmiş ve Londra, Osmanlı’ya ültimatom vererek öğretmenlerin derhal serbest bırakılmasını talep edip aksi halde güç kullanacakları tehdidinde bulunmuştu.

Bu olayın üzerinden tam 125 yıl geçtikten sonra bu defa Trump’ın, Türkiye’ye Rahip Brunson üzerinden ekonomik savaş başlatması ve Brunson’u “uçakta görünceye kadar” yaptırım uygulamayı sürdüreceğini tehditkar bir dille açıklaması tarihin tekerrürüne açık bir örnek olmalıdır.

18’nci yüzyıl sonları ve 19’ncu yüzyılda Amerika’nın Protestan misyonerler aracılığı ile Anadolu’ya niçin bu kadar ilgi duyduğuna gelindiğinde bunu 1984 yılında Erzurum Atatürk Üniversitesi tarafından düzenlenen “Tarih Boyunca Türklerin Ermeni Toplumu İle İlişkileri Sempozyumu” sonrası yayınlanan kitaptan alıntılayarak açıklayalım.

Aşağıda okuyacağınız ibret belgesinin yazarı “The United Society of Christian Endeavour” adlı ve Osmanlı’da Amerikalı misyonerlerin bağlı olduğu kuruluşun başkanı Francis E. Clark’a ait..

“Altı yüzyıllık bir tarihin bize öğrettiği şudur ki, Türk egemenliğini değiştirmek konusunda nefes tüketmenin bir yararı yoktur.

Bu egemenliğe son vermekten başka çare kalmamıştır. Onu değiştirmek söz konusu değildir. Tek umut Türk egemenliğine son vermektir.

Filistin’den Anadolu’ya gelen bir gezginci, büyük doğal kaynakları ve geniş olanakları bulunan bir ülke ile karşılaşır. Toprağı verimli, değerli madenleri sonsuz bir ülke.

Türk buradan atılırsa Cook’s Parties and Gase’s Tourists şirketinin yayınlarında şahane Toros ülkesini okuruz. Kilikya kapıları turistleri açılır. O zaman gizli hazineleri işletmecilere mühürlü tutulan madenler dünya kasalarına servet akıtır. Şimdi ise Türk, madenlere dokunulmadıkça milletin zenginliği yerinde kalır diye düşünüyor. Yabancıların gelip bu madenleri açmalarına ve arabalar dolusu altın ve gümüş taşımalarına izin vermiyor..”

O dönemde böyle düşünenler yalnızca Amerikalılar mıdır? Türk düşmanlığını nefret derecesine vardıran Lord Curzon’a ait ve İngiliz Dışişleri Bakanlığı’nın gizlilik süresi sona ererek açıklanan 646 sayılı belgesinin 992’nci sayfasında yer alan bir paragrafı anımsayalım.

“…Türkler Avrupa’dan atılmalıdır. Amerikalı Senatör Lodge’un dediği gibi İstanbul Türklerden tamamen alınmalı, bir veba tohumu olan savaşların yaratıcısı olan Türkler, Avrupa’dan silinmelidir..”

Ne var ki o dönemlerde İngiliz, Fransız ve Amerikalıların Türkiye’ye ilgileri yalnızca doğal kaynaklar, destekledikleri Ermeni ayaklanmacılarla sınırlı değildir. Kürtler de bu devletlerin ilgi alanı içindedir. Rahip Brunson’un, Kürtlere olan ilgisinin köken alanına gelecek yazımızda girerek tarihin öğretisinden yararlanmayı sürdüreceğiz..

Yazının devamı...

Tarihin öğrettikleri -1-

“Ufak parçalarına ayırabildiğiniz takdirde, en güç meseleyi bile kolaylıkla çözebilirsiniz.” Henry

Ford

Yaşanmışlığı ve gerilerde kalmış olması nedeniyle gölgede kalarak önem derecesini yitiren ve ders alınması genellikle ihmal edilen tarih aslında günü anlama ve anlamlandırmanın ötesinde geleceğe ışık tutan bir köprüdür.

Son haftalarda rahip Brunson’un, ülkemiz gündeminin en üst sırasına yerleşmesi karşısında tarihin tanıklığına başvurup Henry Ford’un öğüdünü de yerine getirerek bu sorunu parçalarına ayırarak çözmeye, sonrasında ise bütüne vararak anlamaya çalışalım.

İzmir’de, yönettiği Diriliş Kilisesini Hıristiyan dinini yaymak üzere misyonerlik faaliyetlerinde paravan olarak kullandığı ve özellikle Kürt kökenliler üzerinde yoğunlaştığı gerek iddianame gerek basına yansıyan haberlerden anlaşılan, merkezinde Brunson’un bulunduğu olayı anlayabilmek için tarihte küçük bir yolculuğa çıkmamız ve 18’nci yüzyılın sonlarına uzanmamız gerekmektedir.

Gerekmektedir çünkü o dönemler için İngiltere, Fransa, Almanya ve Rusya’dan çok fazla söz ediliyor olsa da Amerika’nın Osmanlı’ya ilgisi her nedense hep geri planda kalmış ve Türk-Amerikan ilişkilerinin miladı kamuoyunda genellikle 1950’ler olarak kabul görmüştür.

Oysa 18’nci yüzyılda Anadolu’da İngiltere, Fransa, Rusya ve Almanya’nın dışında bir başka önemli oyuncu daha vardır. Amerika Birleşik Devletleri...

1890’lı yıllarda Anadolu’nun dört bir yanına dağılmış yüzlerce Amerikalı Protestan Misyoner, bu misyonerler tarafından yönetilen 16’sı yatılı 80 orta dereceli okul (High School) ve 530 ilkokul bulunmaktaydı. Bu okullarda eğitim gören öğrencilerin sayısı ise 27.400’dü.

223’ü doğrudan ABD’den gelen Amerikalı Protestan Misyoner/din adamına ek olarak 1094’ü Ermeniler arasından seçilerek yetiştirilenler Anadolu’nun özellikle Ermeni nüfusun yoğun olduğu yörelerde 436 ibadet yeri ve 630 okulda faaliyet gösteriyorlardı. Bu ibadet yerlerinden 155’i Kilise diğerleri daha küçük ibadethaneler olup buralarda 228’i papaz olmak üzere 1006 kişi görev yapmaktaydı.

Amerikalı misyonerlerin “The United Society of Christian Endeavour” adlı örgütlerine gönderdikleri raporlarda yalnızca 1893 yılında Osmanlı İmpratorluğunda 7 milyon kitap ve 3 milyon İncil dağıttıkları yer almaktaydı.

Amerikalı misyonerlerce kurulan ve yönetilen okullar arasında Antep Amerikan Koleji, Harput-Fırat Koleji (Yeprad Koleji), Merzifon-Anadolu Koleji, Kayseri-Talas Koleji, Tarsus koleji, Rumeli Samakov Eğitim Enstitüsü, Üsküdar Amerikan Kız Koleji ve Robert Kolej’de bulunmaktaydı.

Amerika dışında Lübnan’la birlikte açılan ilk okul olma özelliğini taşıyan Robert Kolej, (Hamlin Koleji) misyonerlerce kurulmuş olmasına karşın 1890 yılında ayrı bir statü verilerek misyonerlerin denetiminden çıkarılmıştı. Anadolu’daki Amerikan okullarına bakıldığında bunların ağırlıklı olarak Vilayet-i Sitte olarak adlandırılan (Erzurum, Van, Diyarbekir, Sivas, Bitlis, Mamüretü’l Aziz) ve Ermenilerin yoğunlukla yaşadıkları yerlerde kurularak faaliyet göstermeleri ise herhalde bir rastlantı olmamalıydı. Tarihin, Amerika’nın yüzelli yıl öncesi Anadolu’da varlığı hakkında bize öğrettiklerinden Rahip Brunson’a uzanan yolculuğumuza gelecek yazımızda devam etmek üzere...

Yazının devamı...

‘İyi bir aile babası’

“İyi bir Hristiyan, mükemmel bir insan, çok iyi bir aile babası…”

Bu sözler Trump’ın, rahip Brunson’u tanımlar ve Amerikan kamuoyuna tanıtırken kullandığı övgüler.

Özel yaşamının açılan bohçasından ortalığa saçılan kirli çamaşırlardan yükselen kokular giderek ağırlaşırken akla gelen soru, bu niteliklerin hemen hiç birine sahip olmayan Trump’ın ne kadar inandırıcı olduğudur.

Ya da sokaktaki Amerikalı, hipokrasi, Makyavelizm ve oportünizmle örülmüş, müellifi Trump ve Pence olan bu senaryoyu satın alarak destek vermeye ne kadar hazırdır?

Bu soruların yanıtlarının olumsuzluğu yazık ki Trump’ın, zaferle sonuçlanacak bir öyküye, Brunson’un Kasım seçimleri öncesi özgür bir şekilde Amerika’ya dönmesine ihtiyacını daha da artırıyor.

“İyi bir aile babası” kavramına evlilik dışı birlikte olduğu kadınlara konuşmamaları için “sus payı” ödemekle özdeş olan Trump’ın kendisini bu sözlerle övmesi, inanmış ve katı bir Evangelist olan rahip Brunson’u gururlandırır, Evangelist kiliselerinin mensuplarını minnettar eder mi bilinmez ama bilinen, bu öykü nasıl sonlanırsa sonlansın Beyaz Saray’ın konuğunun görevine artık “topal ördek” olarak devam edeceğidir.

“Siz savaşla ilgilenmiyor olabilirsiniz ama bu savaşın sizinle ilgilenmediği anlamını taşımaz.” deyişini rahip Brunson üzerinden açtığı “ekonomik savaşla” bize anımsatan ve birliktelik ruhuna yaptığı katkılar nedeniyle Trump’a ne kadar teşekkür etsek azdır.

Yazının devamı...

Bayram...

“Tanrım, bize değiştirilemeyecek şeyleri sükunet içinde kabul etmemiz inayetini bağışla, değiştirilebilir şeyleri değiştirmek için cesaret ve birini diğerinden ayırt edebilmek için de bilgelik ver...”

Reinhold Niebuhr

Dini bayramlar; ruhların yıkanarak hatalardan arınıp iyiye, güzele, paylaşmaya ve bağışlayıcılığa ulaşmanın hiç tükenmeyen saf ve temiz bir pınarı gibidir.

Vatan okurları ve tüm milletimizin Kurban Bayramlarını bu duygularla kutluyor, Edgar Guest’in bize Tanrı’nın armağanları ile insan ve başarılı olmanın özelliklerini anımsatan öğütlerini paylaşmak istiyorum.

“...En büyük insanların sahip olduğu nimetlere; iki kola, iki ele, iki göze ve bilge olmana yardım edecek bir beyne sahip olduğunun farkına var, oğlum.

İnsanlar bu donanımla başladılar ve yapabilirim dediler. Onları incele; bilge ve yüce olanlar, senin kullandığın kaplardan yemek yer, benzer çatal ve bıçakları kullanır, ayakkabılarını benzer bağcıklarla bağlar, dünya onları yürekli ve akıllı görür.

Yola koyulduklarında sahip oldukları her şeye sen de sahipsin. İstersen sen de başarabilir, galip gelebilirsin. Seçeceğin savaş için yeterli donanımın, kullanacak kolların, ellerin ve beynin var. Büyük işler başarmış kişiler de yaşamlarına senden daha ileride başlamadılar. Yüzleşmen gereken engel kendinsin, yerini seçmesi gereken sensin; nereye gitmek istediğini, ne kadar öğrenim göreceğini ve hangi gerçeği bulmak istediğini kendin seçmelisin.

Tanrı seni yaşam için donattı ve sana ne olmak istediğine karar verme imkanı tanıyor. Yüreklilik insanın ruhundan gelmeli, insan kazanma arzusunu yüreklilikle bezemeli.

Öyleyse oğlum, büyük insanların başlangıçtaki durumlarından bir farkın olmadığını anla; onlar da senin sahip olduğun donanımla yola çıkmışlardı.

Gücünü topla ve “yapabilirim” de...”

28 Ağustosta buluşmak üzere izninizle…

Yazının devamı...

Yeniden Suriye -2-

“Konuşmak ihtiyaç olabilir ama susmak bir sanattır.”

Goethe

Suriye ordusunun İdlib’te yuvalanan cihatçı örgütlere karşı tek yönlü bir harekat başlatmasının Türkiye açısından neden olacağı sıkıntıları daha iyi algılayabilmek için bu kentteki mevcut duruma bakmamız gerekmektedir.

Türkiye, Astana sürecinde Rusya ve İran ile varılan mutabakat gereği İdlib’te 12 gözlem istasyonu oluşturarak bunları faaliyete geçirmişti. İdlib’in kuzey, doğu, güney ve güney batısında yer alan gözlem istasyonlarında mevcut askeri personelimizin güvenlikleri ile ilgili en kötü senaryoya göre gerekli tüm önlemlerin alınmış olduğu konusunda en küçük bir kuşku bulunmasa da, Suriye’nin batısında hava sahasını kontrol eden ve daha da önemlisi rejim üzerinde etkili Rusya ile işbirliğinin devamı yaşamsal bir önem taşımayı sürdürmektedir.

İdlib ile ilgili ikinci kritik nokta; Suriye’nin olası bir harekatta, gözlem istasyonlarımızın bulunduğu bölgelerin dışından/uzağından İdlib kırsalına girerek askeri unsurlarımızla çatışma riskini ortadan kaldırmak isteyecekleri düşünülmekle birlikte, bölgenin provokasyonlara açık yapısı ve “Ortadoğu klasiği ile sadakatini en fazla parayı verene satan” radikal grupların öngörülmesi zor davranışlarıdır.

İdlib kent merkezinde denetimi elinde bulunduran El Nusra ve kırsala yayılmış diğer gruplarla, çatışmalardan kaçarak buraya sığınmış yüz binlerce insanın canlarını kurtarmak için yönelebilecekleri güvenli yerlerin Afrin, Cerablus ve Türkiye olduğu düşünüldüğünde karşılaşabilecek bu yığınsal yeni göç dalgasının nasıl tolere edileceği karşımızdaki üçüncü kritik nokta ve eşiği oluşturmaktadır.

İdlib’de yuvalanan; Rusya, İran, Türkiye, ABD, Suriye, BM ve Türkiye tarafından terör örgütü olarak kabul edilen El Nusra ve türevi örgütlerin bölgedeki varlıklarına sonsuza kadar müsaade edilmesinin mümkün olmadığı değerlendirildiğinde bu grupların anlaşma ya da çatışma yolu ile tasfiyesi bir şekilde mutlaka gündeme geleceği için ilgili taraflar arasında bir yol haritasının öncelikle belirlenmesi kaçınılmaz olmaktadır.

Bu durum ise aralarında doğrudan resmi bir temas olmamakla birlikte Suriye ve Türkiye arasında, İdlib’in geleceği konusunda Rusya üzerinden dolaylı bir görüş birliğini zorunlu kılıyor görünmektedir.

Yazının devamı...

Yeniden Suriye - 1-

“Esas işimiz uzakta bulanık duranı değil, yakında berrak duranı görmektir.”

T.Carlyle

Bir süredir gündemimizi işgal eden rahip Brunson olayının perde arkasındaki bulanıklık, sınırlarımıza bitişik bir alanda, Suriye’de yaşanan ve giderek berraklaşan bazı gelişmelerin önüne geçmiş gibi görünüyor.

Suriye ordusunun muhaliflerden büyük ölçüde arındırdığı Deraa ve Kuneytra’dan sonra yöneleceği söylenen İdlib’in güneyinde yığınak yapmaya başladığına ilişkin haberler Türkiye tarafından en üst düzeyde mercek altına alınmış durumda.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın mevkidaşı Putin’e, Suriye’nin İdlib’de tek yönlü harekete geçmesinin Astana sürecine vereceği zararlar ve olası bir harekatın sakıncalarını açıklıkla anlattığının basına yansıdığı bir zaman diliminde Esad ve PYD arasında görüşmelerin hızlanmış olması bir ayrı dikkat çekici gelişme...

ABD ile 4 Haziran’da varılan anlaşmaya karşın YPG unsurlarının Münbiç kent merkezinde süregelen varlıkları, ABD ve Türk askeri unsurlarının bağımsız devriye faaliyetlerinin henüz ortak devriye aşamasına ulaşmamış ve bu konuda gerekli eğitimlere dahi başlanmamış oluşu dikkate alındığında, açıklanan “yol haritası” gecikmelere sahne olacak görünüyor. Geçtiğimiz haftalarda merkezi Irak’ta bulunan “Doğal Kararlılık Operasyonu” sözcüsü ABD’li Albay Sean Ryan’ın “Bana söylenen Türk askeri Münbiç merkeze girmeyecek, süreç koşullara bağlı olarak ilerleyecek, ortada bir takvim yok...” açıklaması henüz belleklerdeki yerini korurken ister istemez akla “ipe un mu seriliyor” sorusunu getiriyor.

PYD/YPG; ABD’nin ağırdan alması ile birlikte Esad’la yaptığı görüşme ve pazarlıkları hızlandırarak bazı konularda anlaşmaya varıldığını açıklar ve özerklik/federasyon hedefine daha da yaklaşırken rejim, PYD’nin taleplerini bir ölçüde karşılar görünüp İdlib konusunda elini rahatlatmayı ve Suriye’nin batısında nihai zaferini ilan etmeyi düşünüyor görünüyor.

Putin’in Suriye Özel Temsilcisi Alexander Lavrentyev ise yaptığı açıklamada Suriye ordusunun İdlib’te tek yönlü bir harekata girişmesine karşı çıkarken Tahrir üş Şam çatısı altında bir araya gelen ağırlıkla El Nusra ve diğer cihatçı örgütlerin tasfiyesinde ılımlı muhalif gruplar ve ÖSO’ya gönderme yapıyor.

Rusya’nın İdlib’in güney batısında Cisr eş Şuğur’da üslenen ve mensuplarının tamamı eski Sovyet Cumhuriyetleri’nden gelen cihatçı ve El Nusra’dan daha radikal olan Türkistan İslam Partisi’nin varlığına son vermek istediği ve Tel Rifat’ta YPG varlığına sessiz kaldığı dikkate alındığında Suriye’de, İdlib merkezli gelişmeler Türkiye açısından giderek rahatsız edici bir kulvara kayıyor görünüyor.

Suriye’nin Halep, Deraa, Kuneytra ve rejimin eline geçen başkaca yerlerinden son bir güvenli liman ve kale olarak İdlib’e gelen/aktarılan on binlerce silahlı cihatçı ve aileleri ile birlikte nüfusu üç milyona dayanan bu kent ve kırsalı her an patlamaya hazır bir bomba gibi yanı başımızda duruyor.

İdlib’in, Türkiye’nin güvenliğini doğrudan ilgileyen iki ayrı özelliğini Salı yazımızda irdelemek üzere...

Yazının devamı...

Amerika ne yapmak istiyor -2-

“Cezaların en müthişi, insanın haksız olduğunu idrak etmesidir.”

W.Winchell

Rusya’nın ABD seçimlerine müdahalesi ile ilgili soruşturmada özel yetkili savcı Mueller’in, Trump’la yüz yüze görüşmek istemesi ile açılan yeni sayfa Kasım ayında Kongre ara seçimlerine hazırlanan Beyaz Saray için korkulu bir rüyaya dönüşmüş durumda.

Bu rüyanın etkilerinden kurtulmak ise Trump için; ABD’de çok güçlü Yahudi lobileri ve rahip Brunson’un mensubu olduğu Evanjelistlerle Neo Con’ların gönülleri ve desteğini kazanmak gibi görünüyor.

Bu parantezden sonra Trump tarafından “mükemmel bir insan, iyi bir aile babası” gibi Amerikan kamuoyu duygu dünyasına damardan giren nitelemelerle anılan Pastör Brunson’a yöneltilen suçlamalara kısaca göz atalım.

“Devletin gizli kalması gereken bilgilerini siyasi/askeri casusluk amacı ile temin etme, TBMM ve Türkiye Cumhuriyeti hükümeti ile Anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs...”

İstenilen ceza ayrı suçlardan toplam 35 yıl. Yargı süreci devam ettiği için FETÖ’ye üyelik ve PKK’ya yardımla da suçlanan Brunson hakkında mahkemenin vereceği kararın beklenmesinin gerektiği bir zamanda Trump ve Mike Pence tarafından peş peşe yapılan açıklamalar, trajikomik bir uygulama ile Adalet ve İçişleri Bakanlarına ABD Hazine Bakanlığınca yöneltilen yaptırımların Amerika’yı düşürdüğü küçültücü hazin durum Beyaz Sarayın umurunda değil gibi görünse de Trump’ın önüne ciddi bir faturanın gelmesi kaçınılmaz görünüyor.

Kasım ara seçimleri öncesi Brunson’u Amerika’ya getirerek, Başkanlık seçimlerinde kendisine büyük destek veren Evanjelistlere bir jest yaparak konumunu güçlendirmek isteyen Trump, bu acemi işi taktikle aslında “altın anahtarı” Ankara’ya verdiğinin farkında değil görünüyor.

S-400 sistemlerinin alınmasına karşı Türkiye’nin de proje ortağı olduğu ve bazı parçalarını ürettiği F-35’lerin teslimini askıya alan kararın Kongrede kabul edilerek ABD Savunma Bakanlığının hazırlayacağı rapordan sonra onay için Trump’ın önüne gelecek olması, Münbiç’te varılan anlaşmaya karşın Türk ve ABD askerlerinin ortak devriye aşamasına bile geçilememiş oluşu, PYD’ye verilen silahların sözüm ona geri alınması gerekirken yeni sevkiyatların devam etmesi, FETÖ mensuplarının ABD’de dokunulmazlıklarının süregelmesi, Türk çelik ürünlerine getirilen ek vergiler gibi çok daha önemli ve yaşamsal sorunları tartışmak ve çözüm aramak yerine Brunson’un iç politik kaygılarla Beyaz Saray’ca gündemin birinci maddesine yerleştirilmesi akla “cambaza bak” deyişini getiriyor.

Uzun yıllardır çok geniş bir yelpazeye yayılan iki ülke ilişkilerinin bir papazın serbest bırakılması noktasına indirgenerek bugüne kadar iki ülke arasında yaşanmamış türde bir krize dönüşmüş olması aslında Amerika ile Johnson’un meşhur mektubu üzerine yaşanan ve Kıbrıs Barış Harekatı sonrası silah ambargosu ile sonuçlanan günleri anımsatıyor.

Barış Harekatı sonrası ABD tarafından silah ambargosu ile cezalandırılmak istenilen Türkiye, alınan dersler sonucu savunma sanayini bugünkü düzeyine yükseltmişti. Bugünden alınacak derslerin ise bumerang efekti ile vuracağı yer bilinmeli ki Türkiye değil, Oval Ofisin “geçici konuğu” olacaktır.

“Her şerde bir hayır vardır” sözü sanki bugünler için söylenmiş olmalı...

Yazının devamı...

Amerika ne yapmak istiyor?

“Hiçbir şey, kendini idare etmesini bilmeyen bir insanın ruhu kadar karanlık değildir.”

F.W.Forester

Aslında bu yazının başlığı Trump’ı peşine takan Evangelist’ler ne yapmak istiyor olmalıydı.

İzmir’de, Protestan Hristiyanların Diriliş Kilisesi rahibi (pastör) Brunson’un yargılanma ve tutukluluğu üzerinden yürütülen ve Türkiye-ABD ilişkilerini derinden etkileyerek çok ciddi bir krize dönüşen talep, tartışma ve yaptırımların geri planını anlayabilmek için öncelikle “evanjelizm” nedir sorusuna, sonrasında Brunson’un kim olduğuna yanıt aramamız gerekiyor.

İlk kez Martin Luther King tarafından kullanılan “evanjelizm” (Kutsal Kitaba Yönelmek” anlamında. ABD’de, Hristiyanların en tutucu ve radikal dinci kanadı olarak kabul edilen “evanjelik inanç” kimi çevrelerce bir tür “Hristiyan Siyonizmi” olarak da tanımlanıyor.

Bu tanımlamanın temel nedeni ise evanjelik inancın barındırdığı uhrevi ve dünyevi birbiri ile ilişkili iki plan.

Evanjelik inanca sahip Protestan Hristiyanlar, Yahudilerin “vaat edilmiş topraklara dönerek Büyük İsrail’i” kuracaklarına (dünyevi) ve bu plana yardımcı olmakla görevlendirildiklerine inanıyorlar. Evanjelistler bu yardım karşılığında kurtuluşlarının ahirette gerçekleşeceğini (uhrevi) ve Tanrı’nın diğer dinlerin inananlarını dışladığını düşünüyor ve kendilerini ayrıcalıklı kabul ediyorlar.

Bu inanç sistemi, üzerinde çok fazla durulmasa da, Başkan Trump’ın tüm itirazlara karşın Kudüs’ü niçin İsrail’in başkenti olarak tanıyarak ABD elçiliğini bütün dinlerce kutsal kabul edilen bu kente taşıma kararı aldığını açıklayan önemli bir veri.. Ya da “Büyük İsrail’in” kuruluş yolunda Yahudilere, Evanjelistlerce sunulan bir yardım..

Kudüs’ün başkent olarak kabul edilme sürecinde aktif rol oynayan Trump’ın damadı Kushner’in Yahudi, Brunson konusunda nezaket ve diplomasi dilini “tehdit diline” dönüştüren Başkan Yardımcısı Mike Pence’in Evanjelist ve Cumhuriyetçilerin radikal kanadı “Çay Partisi Hareketi” mensubu olduğu düşünüldüğünde fotoğraf daha da netleşmeye başlıyor, başlıyor çünkü Rahip Brunson’da Evanjelist ve Mike Pence ile yakınlığı olan birisi...

Dilerseniz bu fotoğrafa iki kare daha ekledikten sonra Brunson fırtınasının zamanlama açısından arka plan bağlantılarına geçelim.

20 yılı aşkın bir süredir Türkiye’de (İzmir) yaşayan Brunson, “Trinity Evangelical Divinity School” ve Aberdeen Üniversitesi mezunu. Dini eğitimini aldığı okul Evanjelistlere ait.. Ve Amerika’da AJLC (ABD Hukuk ve Adalet Merkezi” adlı sivil toplum örgütü Brunson’un serbest bırakılması ile ilgili açtığı kampanyada bugüne kadar yaklaşık 500.000 imza toplamış durumda ve kampanya devam ediyor.

Özetle Beyaz Saray hem içeriden (Mike Pence ve Kushner) hem de dışarıdan, özellikle de Trump için çok önemli olan Kasım ayında gerçekleşecek Temsilciler Meclis üyeleri seçimi düşünüldüğünde dışarıdan kuşatılmış durumda...

Bu kuşatılmışlıktan kurtulmanın yolu Türkiye’yi kuşatmak mı sorusunun yanıtı ile arka plan bağlantılarına Salı yazımızda devam etmek üzere...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.