Şampiy10
Magazin
Gündem

Hayaller ve sırlar bir arada

İnsan, her yerde, kim olursa olsun aynı… Maddi durumu iyiyse bazı olanaklara daha kolay ulaşıyor, değilse arzularına her zaman hasret kalıyor… Gerçeklerine inanmayı seçiyor. İşte, aşkta, sağlıkta… Kısacası hayatın tamamında…

İçimizden bir kadının hikayesi

Doğan Satmış’ı ilk ve tek kitabımı 2008’de yazdığımda tanımıştım. Son derece beyefendi, nazik ve başarılı bir gazeteci olduğunu görmüştüm. Yazarlığının da en az gazeteciliği kadar başarılı olması şaşırtıcı değil elbette. Bir erkeğin bir roman yazması ve bunu bir kadının ağzından, onun diliyle yapması kolay iş değildir. Doğan Satmış, şahane başarmış. Bir kadının en büyük destekçisinin yine kendisi olduğunu o kadar güzel anlatmış ki… Bir Kaçamak ve Mina çağdaş bir kadının yaşam mücadelesi… Kitabın en güzel yanı, bugünü yakalaması… Bugünün kadının çektiği zorluklar, incelikleri, hayalleri ve yaşam mücadelesi, özünde kadının yalnızlığı… Nefis anlatılmış. Bu, biraz da aynaya bakma hikayesi… Aynaya bakmak isterseniz Mina’yı okuyun. Ortak noktalarınız olacaktır mutlaka...Tabii çok akıcı bir dil ve hayal gücü becerisi de kitabın en güzel tarafları…

“Dünya sırlar altındaysa…”

Rene Girard’ın Dünyanın Kuruluşundan Beri Gizli Kalmış Sırlar, kitabı kalın kitaplardan korkan okurlara göre değil…

Bu aldatmacaya kendini kaptırmayanlara göre… Kitap kalınlık ve inceliğiyle değil, hak ettiği içeriği bulmasıyla değerli, kaliteli okurun eline geçmesiyle de sonsuzdur. Bu kitap da tarih, sosyoloji, psikoloji içeren oldukça sağlam araştırmalara dayanan bir kitap. Aslında üç kitap: Temel Antropoloji, Yahudi-Hıristiyan Metinleri, Bireyler Arası Psikoloji başlıkları altında beşer bölümden oluşan oldukça ilginç ve başarılı bir inceleme…

Tarihe ve özellikle insana meraklıysanız bu kitap tam size göre…

Hayallerinizin peşinden gitmek…

“Spino Serebellar Ataksi (SCA) beyincik ve omurilikte denge ile ilgili hücrelerin kaybı ya da doğru çalışamaması sonucu oluşan dengesizliğin izlendiği bir hastalıktır. Ataksi tıbbi bir terim olarak dengesizliği ifade etmektedir. Atakside güç kaybı olmaksızın hareketlerin dengeli şekilde yapılmasında bozukluk olmaktadır. Bu durum beyincik hasarına bağlı olarak gelişebileceği gibi omurilik ve omurilikten çıkan sinirlerin hasarına bağlı olarak da gelişebilmektedir. Ataksi yapan tek hastalık SCA olmadığı gibi SCA’da da tek belirti ataksi değildir.

Bu kadar bilimsel açıklamayı neden verdim biliyor musunuz? Tanıtacağım kitapta özellikle bu hastalık sebebiyle hayatından iki kere vazgeçmeye kalkmış bir adam var, kitabın yazarı Yaşar Salt. “Senin Hayatında Ben de Varım” diyerek yaşadıklarını adım adım anlatmış. Yaşadıkları, verdiği mücadele kendine kalmasın, bu dertten muzdarip olanlar varsa kendilerine bir çare bulsun, bu dert nedir bilmeyenler de insanlar nelerle uğraşabiliyor görsün istemiş. Bu bir başarı öyküsü, şahane bir galibiyet. Hem yaptıkları hem de bunu yazmayı seçtiği için kutluyorum yazarı.

Yazının devamı...

Beyoğlu’nun sanat kaynağı

Yapı Kredi Kültür Sanat, geçirdiği renovasyonun ardından üç önemli sergi ile sanat dünyamıza geri döndü.

İstiklal Caddesi’nin zamana meydan okuyan sembolü, yıllar boyu hem içeriğiyle hem düzenlemesiyle pek çok zengin sergiye ev sahipliği yapan Yapı Kredi Kültür Sanat, geçirdiği renovasyonun ardından yakın zaman önce aramıza döndü.

Bu vesileyle İlhan Koman’ın Akdeniz Heykeli’ni de ait olduğu yerde görebilmek çok güzel. Kurum, şu günlerde üç farklı sergiyle sanatseverleri ağırlıyor. Küratörlüğünü Nazlı Pektaş’ın üstlendiği “İntihal mi? Hal mi?” başlıklı sergi, önde gelen güncel sanatçılarımızı bir araya getiren, oldukça etkileyici bir grup seçkisi. Özellikle son yıllarda sanat üretiminin de ana temalarından biri haline gelerek çokça konuşulan intihal kavramına yönelik tartışma ortamı sunan sergi, oluşum süreciyle de içeriğini derinleştirmiş. Küratörün davetiyle, birbirleriyle eşleşen sanatçılar; önerilen, hazır bir konu olmaksızın başlığa taşınan sorunun cevabını yeni üretimleri aracılığıyla bulma yoluna gitmişler. Ancak buradaki önemli nokta, sanatçıların, birbirlerinin daha önceki çalışmalarından hareketle yeni iş ortaya koyması. Sergide, altı yeni çalışma ile birlikte onların kaynağına işaret eden altı eski yapıt yer alıyor. Ortaya çıkan işler, bir şekilde ortak bir zemin ya da anlatı etrafında şekilleniyor gibi görünse de aslında özgünlük dediğimiz kavramın, tek ve eşsiz olma iddiasından bağımsızlaştığını fark etmemizi sağlıyor. Aşırma anlamına gelen intihal sözcüğünü, hazırlık aşamasından sergilenişine dek adeta bir performansa dönüştüren küratör ve sanatçıların; “yeni” sıfatına getirdiği anlam katmanları keyifli bir keşif vadediyor. Çağrı Saray, Erinç Seymen, Ferhat Özgür, Mehtap Baydu, Özlem Günyol & Mustafa Kunt ve Necla Rüzgar’ın pratiklerine tanık olduğumuz sergide, en çok etkilendiklerim arasında Ferhat Özgür ve Mehtap Baydu’nun çalışmalarını sayabilirim. Gerek içeriğiyle gerek temasıyla göz dolduran bu sergiyi, 29 Temmuz tarihine dek mutlaka görmelisiniz.

Türkiye’nin ilk sanal sergisi

Artırılmış Gerçeklik (Augmented Reality) terimiyle hayatımıza giren dijital fenomenin çok başarılı örneklerini yurt dışında deneyimleme şansım olmuştu. Dünyaca ünlü sanatçı Mat Collishaw’un “Eşikler” sergisi ise Yapı Kredi Kültür Sanat’ın çağımızın trendlerine hızlıca ayak uydurduğunu gösteriyor. Gözlüğü taktığınız anda 1839 yılı İngiltere’sinde kendinizi bulduğunuz mekân, İngiliz bilim adamı William Henry Fox Talbot’ın açtığı, dünyanın ilk fotoğraf sergisinin salonuna dönüşüveriyor. Dijital ortamda inşa edilmiş vitrinlere, eşyalara, yüzeylere dokunurken kulağınıza, sergi açıldığı sırada protesto gösterileri yapmakta olan işçi örgütü Çartistler’in sesleri geliyor. Bu sanal gerçekliğin içinde, yolculuk yapılan zamana ve yeni mekâna adapte olmaya çalışırken gerçekten heyecan verici anlar yaşıyorsunuz. Ben de çağın dinamiklerine entegre olmayı başarmış sanat üretimlerinin artmasını ve teknoloji sponsorluklarına önem verilmesini diliyor, 29 Temmuz’dan önce kesinlikle sergiyi izlemenizi öneriyorum.

Fotomuhabirlerin gözünden Osmanlı’nın son şehirleri

“Osmanlı Sonrasında Devinen Şehirler Basın Fotoğrafçılarının Gözünden Ankara, Belgrad, İstanbul, Saraybosna” başlıklı sergi ise Osmanlı’nın yıkılışından sonra bu kentlerde yaşanan köklü dönüşümün izlerini sürüyor.

1920’li ve 1930’lu yıllarda dönemin önemli gazetelerinin foto muhabirleri tarafından çekilen 200 fotoğraf muazzam bir arşiv çalışmasıyla bir araya getirilmiş. Ziyaretçilerini, fotoğrafların çekildiği şehirleri tahmin etmeye ve araştırmaya teşvik eden sergi, interaktif niteliğiyle keyifli bir deneyim sunuyor. 29 Temmuz son gün.

Yazının devamı...

Sanatçılarımızın Londra çıkarması

Bu ayın en heyecan verici olayı, Londra’daki Art Night etkinliğinde, üç başarılı sanatçımızın eserlerini görmekti.

Benim için bu ayın en heyecan verici olayı geçtiğimiz hafta gittiğim Londra’daki Art Night etkinliğinde üç başarılı sanatçımızın temsillerine tanıklık etmekti. Bölgenin önemli küratörleri ve sanat kurumları ile ortak yürütülen festivalde çağdaş sanata doyduk diyebilirim. Asıl gurur verici olan ise Halil Altındere ve Özge Topçu’nun bu özel etkinliğe davet edilmiş olması elbette. Başarılı güncel sanatçılarımızdan Banu Cennetoğlu’nun Chisenhale Gallery’deki sergisini de bu vesile ile izleme fırsatı bulduğuma memnun oldum.

Bu seneki edisyonun küratörlüğünü üstlenen Ralph Rugoff ve Hayward Gallery’nin, Türkiye’deki sanat üretimine kayıtsız kalmamış olmaları ülkemiz adına önemli bir gelişme. Etkinlik akşamı yapılan konuşmanın içeriği ve izleyenlerin soruları, oldukça ses getiren Space Refugee işi vesilesiyle Halil Altındere’ye duyulan yoğun ilgiyi göstermeye yetti. Geçtiğimiz yıl Sadık Paşa Konağı’ndaki kişisel sergisinde olduğu gibi orijinal versiyonuna uygun şekilde 3D gözlüklerle izlediğimiz video yerleştirme, 1987’de uzayda yedi gün geçiren ve 2012’de sığınmacı olarak İstanbul’a yerleşen Halepli astronot Muhammed Ahmed Faris’in etkileyici hikâyesini konu alıyor. Yapıtın gösterildiği mekânın niteliği ise yine özenli bir küratoryal çalışmayı gözler önüne seriyor. Dünyadaki en eski uzay bilimleri topluluğu olan ve kuruluşu 1933 yılına dek uzanan The British Interplanetary Society’de gerçekleşen gösterim, gecenin en çok konuşulanları arasına girdi diyebiliriz. Güzel haber ise tek günlük Art Night etkinliğinin dışında, 15 gün boyunca işin gösterilmeye devam edilecek olması.

Art Night kapsamında izleyiciyle buluşan diğer proje ise SAHA Derneği’nin de desteğini alan mekâna özgü bir enstalasyon. Özge Topçu’nun, ilhamını en doğal kamusal alanlardan olan pazar yerlerinden aldığı Agora isimli yerleştirmesi, kentin ana sebze-meyve hali New Covent Garden Market’teki atölye çalışmasıyla görünürlük kazanıyor. Ahşap sebze-meyve sandıklarını üst üste ve yan yana dizerek kurguladığı alanla sanatçı, sosyo-kültürel bir etkileşim ortamı olarak pazarları ve agora denilen buluşma/toplanma noktalarını zihnimizde canlandırıyor. Tarih boyu bu meydanların işlevini kaybetmesi, mahalle sakinlerince kullanımının azalmasına dikkat çeken Topçu, Art Night gecesinde izleyicilerinin katılımıyla interaktif bir kamusal paylaşım noktası tasarlamaya bizleri davet etti. Bu keyifli deneyimi, yerleştirmenin bulunduğu terastan görünen Battersea Elektrik Santrali’ne karşı yaşamak; hem kentsel dönüşüm hem de şehir silüetinin ve kültürel belleğin yeniden yapılanması adına düşündürücüydü. Gerilla sanat etkinliklerine ev sahipliği yapan Meclisi Mebusan No: 25 adresinde geçtiğimiz yıl ziyaret ettiğim karma sergide, “ Peninsulian” isimli büyük ebatlı enstalasyonuyla dikkatimi çeken Özge Topçu’yu bir kez de bu vesileyle izlemek heyecan vericiydi. Siz de takibinize alın derim.

Art Night kapsamında olmasa da Banu Cennetoğlu’nun Chisenhale Gallery’de açılan kişisel sergisi kesinlikle başarılı bir yapım. Çok parçalı yerleştirmesinde, hafıza, bilgi tüketimi ve dağıtımı konularına dair sorularını; biriktirme, haritalandırma ve arşivleme pratiğiyle yönelten Cennetoğlu’nun sergisi 26 Ağustos’a dek devam ediyor.

Yazının devamı...

Temmuz’da öne çıkanlar

Elgiz Müzesi’nin geleneksel hale gelmiş Teras Heykelleri sergisine bir yenisi daha eklendi. Bu sene 10. edisyonu ile izleyici karşısına çıkan müze, “Başka Bir Tepeden” isimli sergi ile sahip olduğu mimari ayrıcalıklarını sanatın hizmetine sunuyor. Gençleri desteklemek amacıyla düzenlenen etkinliğin bu yılki teması, tam da manzaraya uyumlu şekilde İstanbul olarak seçilmiş. Kültürel ve tarihi çekim merkezi niteliğinin ötesinde son yıllarda büyük bir dönüşüm geçiren ve halen değişimin son hızla devam ettiği şehri, genç heykeltraşların gözünden izlemek keyifli bir deneyimdi benim için. Bir taraftan kentin silüetini seyredip diğer taraftan farklı bakış açılarına ve İstanbul’un zihinlerdeki imgesine tanık olmak, serginin izleyiciye sunduğu önemli bir fırsat. İsmini Yahya Kemal Beyatlı’nın şiirinden alan sergi, edebiyattan müziğe kadar pek çok alanda yaratılan eserlere ilham kaynağı olan İstanbul’un; çağımızın yapılaşma eğilimi, bireyin şehirle olan ilişkisi ve kentin ruhu gibi konular etrafında nasıl ele alındığını gösteriyor. Kalabalığın, giderek göğe yükselen silüetin, artan betonlaşmanın, azalan yeşil alanların toplumda ve bireyde bıraktığı psikolojik izlerin heykeller aracılığıyla somutlaştığı sergi, hepimizin ortak bir duygusuna dokunuyor. Kimi simgesel, kimi soyut, kimisi de gerçekçi bir üslupla çalışmalarını üreten sanatçılar, bir metropolün kolektif bellekte oluşan resmini başarıyla çizmişler diyebilirim. Seçici kurulunda; Seyhun Topuz, Rahmi Aksungur, Nilüfer Ergin, Haşim Nur Gürel ve Can Elgiz gibi değerli isimlerin bulunduğu “Başka Bir Tepeden”, 28 Ekim tarihine dek görülmeli.

Kadıköy Yeldeğirmeni’nde bulunan Bayan Yanı Art Project’e henüz uğramadıysanız bu sergi vesilesiyle mutlaka gitmelisiniz. Küratörlüğünü Firdevs Kayhan ve Ece Balcıoğlu’nun üstlendiği “Yüz Körlüğü” sergisi; benim de severek takip ettiğim, feminist üretim pratiğinin başarılı temsilcilerini bir araya getiriyor. Şiddete ve tanık olunan mağduriyet durumlarına müdahale etmek yerine uzaktan izleyerek bir çeşit vicdani körlük sergileyen toplumsal yığınlara yönelik eleştiriyi barındıran sergi, eril zihniyetin soğuk ve duyarsız bakışını görünür kılıyor. Sergide eserleri bulunan 13 sanatçı arasında; Ece Eldek, Ezgi Tok, Ekin Kano, Güneş Terkol, İrem Tok, Müge Yıldız, Neriman Polat ve Nurcan Gündoğan gibi isimler yer alıyor. 21 Temmuz’a dek ziyarete açık.

Karaköy’de bulunan Mixer ise her yıl gerçekleştirdiği Mixer Sessions sergilerinin 3. edisyonunu izleyiciyle buluşturdu. Sanat eğitimi veren fakültelerin son sınıf, yüksek lisans ve doktora öğrencilerine yaptığı açık çağrı yoluyla bir seçki oluşturan galeri, gençlere çalışmalarını gösterebilecekleri bir alan açmaya yönelik misyonunu yine başarıyla yerine getiriyor. Fotoğraftan videoya, tuvalden neon yerleştirmeye kadar geniş bir disiplin çeşitliliğinde üretilen işlerin odağı ise parça/bütün, mekân, birey, kimlik, yalnızlık, bellek gibi kavramlar. 4 Ağustos tarihine kadar görülebilir.

Yazının devamı...

Parfümün dansı

Tüm dünyada sanatın elinin değmediği sektör neredeyse kalmadı diyebiliriz. Bana göre en dikkate değer olanı ise parfüm sektörü. Koku, insan zihninin en derin noktalarına hapsolarak ömür boyu bilinçaltı düzeyinde de olsa varlığını sürdüren, en etkili fenomenlerden biri. Kokunun, hisleri harekete geçiren, psikolojik bağlamda uyandırıcı niteliği; onu tıpkı resim, müzik gibi ruhsal ve bilişsel düzeyde etkin bir öğe haline getiriyor. Parfüm ise yapım sürecinin zihin ve burunlardaki başlangıcından üretimine dek tıpkı bir sanat eseri gibi özenle işleniyor. Tasarımcısının elinden çıktıktan sonra kullanıcısının duyularına hitap edene kadar bu niteliğini koruduğunu söylesek yanılmış olmayız.

Beni bu düşüncelere yönelten ise son dönemde koku ve çağdaş sanat arasındaki ilişkiye dair örneklerin çoğalması oldu. Bunlardan en sonuncusu, kişiye özel koku tasarımı ve niş parfüm üretimi konusunda önde gelen markalardan Niche & Co.’nun 42 Maslak’taki şubesinde açılan Barış Sarıbaş sergisi. Ürünlerini, Türkiye’de ilk defa esansı ön plana çıkaran bir galeri anlayışıyla sunan firmanın; farklı sanat dallarının koku ile arasındaki etkileşimi destekleyerek parfüm algısına katkı sağlama motivasyonuyla başlattığı bu proje daha çok ses getirecek. Her yıl en az beş kez sanatçılara ve Güzel Sanatlar Fakültesi öğrencilerine vitrinlerini teslim etmeyi planlayan Niche & Co., böylece kokuyu somutlaştıran eserler aracılığıyla, genç jenerasyonun da parfüm algısını yeniden şekillendirmeyi hedefliyor. Bunu yaparken avangart ve sürrealist çizgide bir konsept üzerinden ilerlemeyi seçen firmanın ilk sanatçı seçimini oldukça beğendim. Barış Sarıbaş; işlerini takip ettiğim, en son Piramit Sanat’taki sergisinde de oldukça başarılı bulduğum isimlerden biri. Bu işbirliği ile açtığı “Parfümün Dansı” sergisinde yer alan çalışmaları da yine kendine has üslubunu yansıtmakla birlikte projenin içeriğine uyumlu bir görsellik sunuyor. Koku hafızasının beyindeki en güçlü izlerden olduğunu düşünürsek, tıpkı kokunun ölümsüzlüğü gibi insanın da ebediyete dair arzusunu bu fenomen ile ilişkisi üzerinden eserlerine aktaran Sarıbaş, canlı renklerin, dinamik kompozisyonların göz doldurduğu sergisiyle izleyenleri oldukça etkiledi.

Özellikle desen ve çizimlerindeki görsel dilini çok beğendiğim sanatçının; başlığını, ünlü yazar Tom Robbins’in ikonik kitabından esinle seçtiği sergisi; fonda, duyuları ele geçiren muhteşem kokular eşliğinde izleyenlere sıra dışı bir deneyim yaşatıyor. Daha önce İstanbul 74 gibi alternatif platformların düzenlediği etkinliklerin yanı sıra geçtiğimiz yıl Koç Üniversitesi Anadolu Medeniyetleri Araştırma Merkezi’nin (ANAMED) İstanbul’daki galerisinde izleyiciyle buluşan “Koku ve Şehir” sergisini de bu alandaki odaklanmanın örnekleri olarak gösterebiliriz. Sarkis’in Ariel Sanat’taki sergisine eşlik eden, gül yapraklarından mekâna dolan koku yerleştirmesi de unutamadığım bir başka deneyim.

Aynı içerikleri kullanarak bambaşka bileşimler yaratan parfümörleri de yeni çağın sanatçıları gibi görmememiz için hiç bir neden yok bana göre. Fırsatı olanlar hem göze hem buruna hitap eden eşsiz anlar yaşamak için 42 Maslak’ta bulunan Niche & Co. mağazasındaki sergiyi, 15 Eylül tarihine dek görebilirler. Hatta vaktiniz varsa sanatçının aynı katta bulunan atölyesini de mutlaka ziyaret edin derim.

Yazının devamı...

Sarsılan imge

Pera Müzesi, artık gelenek haline getirdiği, eğitim kurumu işbirliğiyle gerçekleşen sergilerine bir yenisini ekledi. Şimdiye dek biz İstanbullu sanatseverlere, hem yurt içi hem de yurt dışından pek çok eğitim kurumunda öğrenim görmüş mezun ya da öğrencilerin yapıtlarını tanıştıran müze, bu kez Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nden Lisansüstü ve Sanatta Yeterlik öğrencilerine görünürlük tanıyor.

Pera Müzesi bu anlamda, kariyerinin henüz başındaki gençlere şans vererek bir yandan sanat piyasasına katılımlarına dolaylı yoldan destek olmuş diğer yandan sanat pratiklerini gündeme entegre etmelerine doğrudan kapı aralamış oluyor. Yapılan seçki sonucu sergilenmeye hak kazanan 54 sanatçının 100’e yakın üretimi, “Sarsılan İmge” başlığı altında müzede izleyicinin beğenisine sunuluyor. Benim de büyük bir merak ve heyecanla ziyaret ettiğim sergiden, gelecek nesile dair oldukça olumlu düşüncelerle ayrıldığımı söylemeliyim. Yazılarımı uzun süredir takip eden okurlarım bilirler ki benim için, çağdaş sanat ortamını izlemenin en önemli yanı gençlerin yer bulduğu etkinliklere odaklanmaktır. Güncel sanat adına önümüzdeki yıllarda bizi nelere bekliyor, uluslararası bir kıstasla bakıldığında gençlerimizin eğilimleri ne derece umut vadediyor gibi soruların peşinden gitmek ve yeni isimler keşfetmek benim bu alandaki en temel motivasyonum. Gündelik hayatının belli bir kısmına sanatı dahil eden siz sanatseverlere de tavsiyem, ilginizi ve vaktinizi bu türden sergi ve etkinliklere de ayırmanız.

Küratörlüğünü Dilek Karaaziz Şener’in üstlendiği sergide, doktora düzeyinde eğitimleri devam eden sanatçıların; resimden heykele, yerleştirmeden videoya, baskıdan seramiğe uzanan geniş bir yelpazedeki teknik ve disiplinlerde ürettikleri işleri, oldukça dengeli bir bütünlük gösteriyor. Fikirsel malzemenin görselliğini kazandığı imge kavramının, zihinden yüzeye aktarılırkenki somutlaşma sürecini ve bu sürecin dinamikleriyle olan ilişkisini irdeleyen sanatçılar, yetkin materyal kullanımı ve zengin ifade biçimleriyle beni şaşırttı diyebilirim. Yapıtların kavramsal zeminini oluşturan temalara baktığımızda; mekân, birey, beden, toplum, kültür, bellek, doğa, kent, görüntü gibi çağımızı ve gündelik yaşamımızı ilgilendiren pek çok temanın işlendiğini görüyoruz. Sergide benim asıl dikkatimi çeken; farklı görsel dil ve bakış açılarıyla masaya yatırılmış olan bu konuların, seçkinin toplamına yansıyacak denli bir kavramsal derinlikte birleşmesi sonucu tüm eserlerin birbirleri ile sağlam bir diyaloğa girmiş olmasıydı. Grup sergilerinde çoğunlukla karşılaştığımız ve zaman zaman doğal gördüğümüz kopukluk, bu seçkide yerini ortak bir söyleme bırakmıştı. Bu söylemin yapay olarak kurgulanmamış ve tamamen kendiliğinden gelişmiş olması hem öğrencilerin hem de küratörün başarısı bana göre. Video işlere özel ilgisi olan bir izleyici olarak bu alanda da dikkate değer çalışmalar olduğunu söylemeliyim. Onun dışında seçkinin bana göre öne çıkan çalışmalarından bazılarına; Esra Koruç’un “Hafıza Deposu” ve Aydan Kılınç’ın “Benliğe Dokunmak” videoları, Hasan Doğan Yılmaz’ın duvar kilimi işi, Sultan Burcu Demir’in “Kartotek” isimli kitap sayfalarından çalışması, Hasan Numan Suçağlar’ın “Günümüz Dekapolisleri” heykelini örnek verebilirim.

“Sarsılan İmge”, sanatçıların yaşadığı ülke ve dünyaya karşı olan kaygıl arına, umutlarına ve arzularına ışık tutarak, güncel sorgulamalarını aktardıkları çok katmanlı bir seçki ortaya koyuyor. 26 Ağustos tarihine dek mutlaka görülmeli.

Yazının devamı...

Haziran’da öne çıkanlar

Sezonun hareketli gündemi geride kalırken galeriler de yaz sergileriyle İstanbul’un nabzını tutmaya devam ediyor. Çukurcuma’dan Balat’a uzanan sanat rotasındaki Haziran sergilerini ajandanıza eklemenizi öneririm.

Bağımsız ve alternatif yapısıyla her daim takibimde olan Depo İstanbul, Sena Başöz’ün “Hafiflemeye Dair” başlıklı kişisel sergisine ev sahipliği yapıyor. Sanatçının, geçtiğimiz yıl katılım hakkı kazandığı Cité Internationale des Arts misafir sanatçı programı süresince yaptığı araştırmalar ve odaklandığı konular etrafında şekillenen sergi; ölüm, yenilenme, iyileşme ve özgürleşme kavramlarını ele alıyor. SAHA Derneği’nin prodüksiyon desteği ile hayata geçirdiği sergisinde Başöz, geçmişimizde yatan travmaların çözümlenmesine yönelik arayışında, hatırlama ve dile getirmeden farklı daha deneysel yöntemler üzerinde duruyor. Başöz’ün üretimlerinde kullandığı çeşitli materyal ve medyumlar benim oldukça dikkatimi çeken bir nokta. Bu sergisinde de desenden videoya uzanan geniş bir yelpazede yapıtlar görmek mümkün. Söylemini yalın ve sembolik bir dil ile ifade etmeyi tercih eden Sena Başöz’ün sergisi mutlaka ziyarete değer, 1 Temmuz’a dek vaktiniz var.

Pi Artworks, soyut dışavurumcu sanatçılarımızın öncülerinden Kemal Seyhan’ın kişisel sergisini izleyiciyle buluşturdu. “Adsız / Poetics of Inner Space” başlığını taşıyan sergi, Seyhan’ın malzeme konusundaki yetkinliğinin göstergesi olan resimleri ile ilk kez görücüye çıkan heykel çalışmalarını içeriyor. Çıkış noktasına, Fransız filozof Gaston Bechelard’ın kitaplarının kaynaklık ettiği sergi, Seyhan’ın rafine edilmiş soyut ifadeciliğini, öğrencilik yıllarından itibaren üzerine zihin yorduğu mekân kavramıyla birleştiriyor. Seyhan’ın izleyinin algısında, mekâna dair yeni olanakların resmini çizdiği yapıtlarını ilgiyle izleyeceğinize eminim. 30 Haziran’a kadar görülmeli.

Çukurcuma’daki Pg Art Gallery’de devam eden, Elsa Ers’in “Yokluğunda” başlıklı kişisel sergisi sanatseverleri bekliyor. Üretimlerinde çoğunlukla kültürel kimlik, aidiyet, yer değiştirme gibi konuları masaya yatıran Ers, bu kez ölü doğa tabirinden yola çıkarak doğanın ölümünü odağına alıyor. İnsan eliyle zarara uğratılan doğanın en görkemli parçalarının, gerçek anlamıyla öldüklerinde bile yaşamın değerini hatırlatan büyüleyici bir görsellik sunduğunu tuvallerinde betimleyen Ers’in, bu resim dizisi oldukça etkileyici. 20 Haziran’a dek devam edecek olan sergiyi görmenizi öneririm.

SANATORIUM’da ise Çağla Köseoğulları’nın “Karanlık Dönerken” isimli kişisel sergisi devam ediyor. Sanatçının, aşina olduğumuz kâğıt üzerine mürekkep işlerinin yanı sıra video çalışmasının da yer aldığı sergi, hafızamızda yer etmiş silik ve soyut görüntülerin zamansızlıkla birleşiminin resmini çiziyor. 1 Temmuz tarihine dek izlenebilir.

Balat’a yolu düşenler ise Apolonia Sokol’un İstanbul’daki ilk kişisel sergisine ev sahipliği yapan The Pill’e uğramayı ihmal etmesinler. İlgi çekici renk ve tonlarla kendine özgü bir imza attığı resimlerinde, zamansız ve mekânsız bedenlerin özgürlük arayışını konu ediniyor. 31 Temmuz’a dek görülebilecek sergiyi, rotanıza ekleyebilirsiniz.

Yazının devamı...

K.E.K. sever misiniz?

Çağdaş sanat sahnemizin çok yönlü gelişimi için bağımsız girişimlerin, yenilikçi inisiyatiflerin ve alternatif işbirliklerinin önemini her daim vurguluyorum. Benim de geçtiğimiz günlerde haberdar olduğum ve büyük bir heyecanla keşfetmeye koyulduğum K.E.K. Sevenler grubu, ilgiye değer bir sergiyi izleyicilerle buluşturuyor.

Kısaca K.E.K. olarak adlandırılan Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi yararına düzenlenen sergide; Nancy Atakan, Neslihan Başer, Hera Büyüktaşçıyan, CANAN, Aslı Çavuşoğlu, Gözde İlkin, Gülsün Karamustafa, Yasemin Özcan, Huo Rf, Sena, Hale Tenger, Güneş Terkol ve Bahar Yürükoğlu gibi isimler yer alıyor. Sanatçıların eser bağışlarıyla bir araya getirilen seçkiyi, açılışına katılamayacağım için Merve Elveren eşliğinde gündüz ziyaret ettiğim mekânda hazırlık yapmakta olan Neslihan Başer ve Huo Rf ile izlemek daha bir keyifliydi. Bizans dönemine ait etkileyici mimarisiyle göz dolduran kütüphane, Osmanlı’dan günümüze kadar kadın temalı her türden yayın ve kaynağa ev sahipliği yapıyor. Türkiye’nin ilk ve tek kadın kütüphanesi olma niteliği taşıyan kurum; 1990 yılında, Jale Baysal, Aslı Davaz, Şirin Tekeli, Füsun Ertuğ Yaraş ve Füsun Akatlı öncülüğünde, “kadınların geçmişini iyi tanımak, bu bilgileri bugünün araştırmacılarına derli toplu bir şekilde sunmak ve bugünün yazılı belgelerini gelecek nesiller için saklamak” amacıyla resmiyet kazanıyor. Serginin temel motivasyonunu ise; bağışlanan işlerin satışıyla, kurulduğu günden bu yana kadın hareketi konusunda önemli çalışmalar yürüten kütüphaneye uzun süreli destek sağlayabilmek olarak özetleyebiliriz. Bu bile tek başına ne kadar değerli bir girişim olduğunu anlatmaya yetiyor. K.E.K. sevenler kim diyecek olursanız; kütüphaneyi görünür kılmak, genç kullanıcılar ile tanıştırmak ve kütüphanenin sahip olduğu bilgi ve birikimi paylaşıp çoğaltmak hedefiyle 2018 yılında bir araya gelmiş yazar, araştırmacı, editör, küratör, tasarımcı ve akademisyenlerden oluşan bir grup diyebiliriz. Burada düzenlenecek etkinlikler vasıtasıyla kütüphanenin gelişimine ve arşivin dijitalleştirilmesine katkıda bulunmayı amaçlıyorlar.

Sergiyi gezmek için taş binadan içeri girince şaşkınlığımı gizleyemedim. Yüksek tonozlu tavandan zemine kadar inen raflardaki binlerce kitap, yayın ve gazete kupürleri, tez, makale ve efemeralarla dolu dosyalar muhteşem bir arşivin göstergesi. Bu büyüleyici atmosfere, Güneş Terkol’un tavandan sarkan kumaş işi eşlik ediyor. Rafların arasından göz kırpan eserler, hem oranın organik bir parçası hem de kütüphaneye zenginlik katan öğeler gibi durmayı başarıyor. Bireysel ve toplumsal düzlemde kadınlık halleri ve varoluş mücadelesi ile kadın ve çocukların mağduriyetine dair konularda görsel ve işitsel her türden materyalin de envanterinde bulunduğu kütüphanenin, çağa uygun bilgi ve belge teknolojilerine uyumlanması için biraz desteğe ihtiyacı olduğunu söyleyebiliriz.

Her zaman geçiş rotamda olmasına rağmen ilk kez farkına vardığım bu binanın, bir yanda mis kokulu iğde ağaçları bir yanda kiraz ve incir ağaçlarıyla çevrili amfisinde kızımla kahvemizi yudumlarken; 1938’de, kadınlara seçme ve seçilme hakkını ilk veren bir ülkede yaşamanın gururuyla, kadın hareketinin güçlenmesi ve varolan aktivist yapının geliştirilmesi için bu tür çabaların eşsiz olduğunu düşündük. Sergiyi 23 Haziran’a dek mutlaka görün derim.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.