Şampiy10
Magazin
Gündem

Hammadde fiyatları ve büyüme

Gelişen piyasalar cazibesini kaybetti mi? Son günlerde bu soru daha sık soruluyor. Mali piyasalarda “sürü içgüdüsü” yüksektir. Bir bakarsınız herkes iyimser; sonra aniden hepsi karamsar oluverir.

Küresel likidite bolluğunun bir yerlerde varlık fiyatlarını şişirmesi kaçınılmazdı. Ama her balon eninde sonunda patlar. Acaba gün o gün mü? Bildiğimi söyleyemem. Ben de sizler gibi saha kenarından bakıyorum.

Esas belirsizliğin nerede görüldüğünü gelen sorulardan anlıyorum. Şu sıralarda ağırlık euro/dolar paritesinde. Oynaklığın artması insanları tedirgin ediyor. Zamanında “euro bitti” çığlıklarını ciddiye almayın demiştim. Fazla yükseleceğini de sanmıyorum.

Üç gün yurt dışında Türkiye’yi izleyemedim. Dönüşte hoş bir sürprizle karşılaştım. IMF Türkiye Temsilcisi Mark Lewis “Hükümet bizimle anlaşma imzalamayarak akıllı bir iş yaptı” mealinde konuşmuş. Acaba “IMF lobisi” buna ne diyor?

Geçici mi? Kalıcı mı?

Son dönemin en önemli gelişmelerinden biri hammadde fiyatlarındaki tırmanıştır. Yeni eğilimin işaretleri mali kriz öncesinde gelmişti. Krizde mola aldı. Toparlanma güçlendikçe yeniden yükselişe geçti.

Petrol ve enerji fiyatları özellikle dikkat çekiyor. Ama sorun daha yaygın. Nitekim The Economist’in tüm hammaddeleri kapsayan fiyat endeksi kriz öncesi düzeyini aştı. Her gün yeni rekorlar kırıyor.

İki ana açıklama var. Bazıları spekülasyona bağlıyor. Sorumlusu likidite bolluğu ve düşük faiz diyor. Diğerleri arz-talep dengesizliğini öne çıkartıyor. Çin ve Hindistan’da hızlı büyümenin doğal kaynaklar üzerine kurduğu baskıyı sorumlu tutuyor.

Arada çok önemli bir fark var. Spekülasyonun etkisi geçicidir. Fiyatlar eninde sonunda uzun dönem trendine geri döner. Doğal kaynak yetersizliği ise yükselişin uzun süre devam edeceği anlamına gelir.

Hangisi? Maalesef elde kesin cevap için yeterli veri yok. Bu ise özellikle gelişmiş ülkelerde iktisat politikası açmazları yaratıyor. Gelecekle ilgili öngörüler yapmayı zorlaştırıyor. Piyasaların tedirginliğini artırıyor.

Büyümeyi yavaşlatır

Hammadde fiyatlarındaki artış ekonomiyi nasıl etkiler? Türkiye’de akla hemen enflasyon gelir. Çünkü 1974 sonrasının popülist politikaları toplumsal hafızada derin izler bırakmıştır. Petrol fiyatı ile birlikte enflasyonun patlaması beklenir.

Piyasa ekonomisinin olağan işleyişi ise çok farklıdır. İthalatçı ülke açısından enerji örneğine bakalım. Benzin fiyatı artınca tüketicinin benzin harcaması artar. Geliri değişmediğine göre, diğer mal ve hizmetlere harcaması azalır.

Dolayısı ile iç tüketimde reel bir düşüş ortaya çıkar. Reel iç talebin gerilemesi üretimi olumsuz etkiler. İç talep yetersizliği ekonomiyi yavaşlatır. Lafı uzatmayalım. Büyüme hızı düşer, hatta sıfırlanır. Resesyon ihtimali belirir.

Gerçek yaşamda döviz kuru, faizler, enflasyon, siyaset, vs. başka süreçler devreye girer. Ama işin özü budur. Hammadde fiyatlarının yükselmesi ithalatçı ülkelerde öncelikle büyümeyi vurur. Reel gelirleri düşürür. İşsizliğe artırır. Böyle biline...

Yazının devamı...

Ocak enflasyonu

Enflasyonu görmek için yazımı Perşembe’den Cuma’ya almıştım. Evdeki hesap çarşıya uymadı. Seyahat planım karıştı, yazamadım. Neticede Ocak enflasyonuna sıcağı sıcağına bakamadım. Okuyucularımdan özür diliyorum.

Mevcut konjonktürde iktisat politikaları açısından iki gösterge öne çıkıyor. Biri dış açıktaki tehlikeli seyirdir.

2010 yılı ödemeler dengesi bu hafta açıklanıyor. Cari işlemler açığının 50 milyar dolara yaklaştığı biliniyor.

Diğeri enflasyondur. 2010’da çok tartışıldı. Özellikle gıda fiyatlarında yaşanan ciddi oynaklık bir ara enflasyonu tırmandırdı. Buna mali kesimin faiz arttırımı umutları eklendi. Ardından para politikası değişti. Faiz indi, kur kıpırdadı. İşler iyice karıştı.

Bu koşullarda tüketici fiyatlarının yılın ilk aylarındaki davranışı özel önem kazandı. Soru basittir. İç talepte rekor büyümeye döviz kurunda artışın eklenmesi enflasyonu nasıl etkileyecek? Yeni para politikası için kritik bir sınav sayılabilir.

Tarihi rekor

Geçen yılla karşılaştırarak başlayalım. 2010’un ilk yarısında vergilerde ve gıda fiyatlarında yüksek oranlı artışlar enflasyonu yukarı çekmişti. Merkez Bankası bu olayın arz kökenli ve geçici olduğunu savundu. Ben de bu görüşe katıldım.

Çünkü diğer göstergelerde fiyatlama davranışlarını değiştirecek boyutta bir talep baskısı görülmüyordu. Merkez Bankası ÖKTG-I diye adlandırılan göstergeyi tercih ediyor. Ben kira artışlarını izliyorum.

Nitekim yılın son çeyreğinde gıda fiyatları sert bir düzeltme yaptı. Şaşırtıcı değildi; sonsuza kadar yükselemezdi. Onunla beraber tüketici enflasyonu hızla düştü. Yılı hedefin altında bitirdi.

2011 başında baz etkileri devreye girdi. Hükümet bu yıl maliye politikasını sıkma gereğini duymadı. Yani vergiler artmadı. Gıda fiyatları zirveden zaten dönmüştü. Dolayısı ile yıllık enflasyonda ciddi düşüş kaçınılmaz hale geldi.

Sonucu medyada izlediniz. Ocak’ta tüketici fiyatlarında yıllık artış yüzde 4.9’a geriledi. Tarihi bir rekordur. Son kırk küsür yılın en düşük tüketici enflasyonudur. 2011’e sakin bir enflasyon ortamında girildiğine işaretdir.

Eğilim olumlu ama...

Ayrıntıya inelim. Kira artış hızında yavaşlama Ocak’ta sürdü. Bir yılda 1 puan düşüşle yüzde 3.9’a indi. Fevkalade önemsediğim biliniyor. Kira artışı bu düzeyde kaldığı sürece talep baskısından söz etmek zordur.

Buna karşılık çekirdek enflasyon göstergesinde (ÖKTG-I) küçük bir artış belirdi. Sonbaharda yıllık yüzde 2.5’a kadar gerilemişti. Ocak’ta yüzde 3.2’ye yükseldi. Hala 2003 sonrasının en düşük değerleri arasındadır. Enflasyon hedefi ile tutarsız durmuyor.

Gelelim risklere. En önemlisi, Ocak verileri kur etkisini tam yansıtmıyor. TL’deki değer kaybının fiyatlara etkisi ancak Şubat ve sonrasında görülecektir. Diğeri enerji ve hammadde fiyatlarıdır. Petrolde 100 doların üstü mümkün duruyor.

Kur ve enerji fiyatları mutlaka maliyet baskısı yaratır.

Çekirdek enflasyonu etkiler mi? Ne kadar? Fiyatlama davranışlarının nasıl değiştiğine bağlıdır. Şu anda fazla bir şey söyleyemiyoruz. Önümüzdeki aylarda önümüzü daha net göreceğiz.

Yazının devamı...

2010’da kamu borcu

Küresel mali piyasalar haftaya tedirgin girdi. Japonya’da düşüş sürdü. Yazıya oturduğumda Amerikan borsaları açılmamıştı. Ama Avrupa’da (ve Türkiye’de) korkulan gerçekleşmedi. Borsalar az çok yatay seyretti.

Türkiye’de dikkatler döviz kuruna odaklanmıştı. Yukarı hareketin devam edip etmeyeceği merak ediliyordu. “0.5 dolar+0.5 euro” döviz sepeti 1.90 TL’de kaldı. Günü böyle bitirme ihtimali yüksek duruyor.

Haftanın kritik verisi Ocak enflasyonudur. Perşembe günü çıkıyor. Yıllık enflasyonun düşeceği kesin ama TL’nin değer kaybı ayrıntıları önemli kıldı. Bugün İstanbul Ticaret Odası ücretliler geçim endeksi açıklanıyor. Bir fikir verebilir.

Gönlüm para politikası tartışmasını sürdürmek istiyor. Ama sizin sıkılmış olduğunuzu düşünüyorum. İktisatçılar zaten para politikasını çok önemser. Bende takıntıya dönüşmesinden korkuyorum. Mesleğin cilvesi diyebiliriz.

Bütçeye “sağlama” yapıyoruz

2010 sonu itibariyle merkezi yönetim borç stoğu verileri açıklandı. AB tanımlı borç stoğu ile adeta özdeştir. Hazine’nin doğrudan borcunu kapsıyor. Diğer kamu kuruluşlarının borcunu ve kamu varlıklarını net borç stoğu yayınlandığında göreceğiz.

Kamu borcunun değişimi bütçe gerçekleşmesini kontrol etmek için kullanılır. Bir tür sağlama işlemidir. Hatırlatalım. Muhasebe gereği, bir dönemin bütçe dengesi o dönemdeki borç değişimine eşittir.

Maliye politikasında borç değişimi ile sağlama yapmanın ek yararları vardır. Bütçe dışı kamu gelir ve harcamaları borç stoğuna yansır. Keza, kamunun sermaye kazanç ve zararları da dâhildir. Dolaylı yoldan enflasyon muhasebesi denebilir.

2010’da maliye politikasının nispeten sıkı olduğu biliniyor. Bütçeyi değerlendirirken iki nedeni vurguladık. Bir: Özel tüketimde patlama vergi gelirlerini artırdı. İki: Hükümet bütçe disiplinini korumaya önem verdi.

Ne kadar sıkı? Kesin bir sonuç için net borç verileri gerekiyor. Ama brüt borç stoğu ile genel eğilimi saptayabiliyoruz. Sonuçlar aşağıdaki tablodadır.

Kamu borcundan al haberi

İlk üç sütün 2001, 2009 ve 2010’un fiili borç tutarlarıdır. Toplam, TL ve döviz cinsinden bakıyoruz. Borcun 2010’da ve 2001’e kıyasla reel değişim oranları son iki sütunda yer alıyor. Hesabı TÜFE ile yapıyoruz. Bilgi için dolar kurunu ve borç/milli gelir oranlarını da tabloya ekledim.

2010’da brüt kamu borcu artışı 31 milyar TL’dir. TL borcu 34 milyar TL artarken döviz borcu 3 milyar TL azalıyor. Nedeni dövizle iç borçtaki düşüştür. Kurdaki yükselişe dikkat çekelim.

Enflasyonu temizleyince, kamu borcunda reel artış yüzde 1 oluyor. 2009’un borç stoğu ile çarpınca 2010’da reel kamu açığının milli gelire oranı hesaplanıyor: Binde 5 (yüzde 0.5). Sıkı maliye politikası demektir.

Daha ilginci enflasyondan arındırılmış borcun 2001’le karşılaştırılmasıdır. Yüzde 1 düşüş çıkıyor. Bütçenin geçtiğimiz dokuz yıl toplamında küçük de olsa fazla verdiğine işaret ediyor. Bütçe fazlası büyüme ile birleşince borç oranı yüzde 74’den yüzde 43’e iniyor.

“Can çıkar huy çıkmaz” derler. Para politikası ile bitirelim. 2010’un yüksek TL faizlerini yabancıların neden bu kadar çok sevdiklerini tablo çok iyi özetliyor.

2010

2001 2009 2010 2010 2001

Yıl Yıl Yıl reel reel

Milyar TL Sonu Sonu Sonu değ. (%) değ. %

Toplam Borç 178 442 473 1 -1

Toplam TL Borcu 79 313 347 4 64

Toplam Döviz Borcu 99 129 126 -8 -53

Dış Borç 56 112 120 2 -20

Dövizle İç Borç 44 17 5 -70 -95

Dolar kuru (YTL) 1.44 1.51 1.55 3 7

Toplam Borç/GSYH (%) 74 46 43 -7 -42

Yazının devamı...

Rekor dış ticaret açığı

Küresel mali piyasalar haftayı kötü bitirdi. Borsalar heryerde düştü. Özellikle gelişen ülke piyasalarından çıkış eğiliminin arttığı gözleniyor. IMKB de karamsarlıktan payının aldı. Yükseliş dönemi bitti mi? Göreceğiz.
Yeni para politikasına Nobel ödüllü Joe Stiglitz’den destek geldi. Sıkı Keynesci’dir. Dün gazetelerde okudum. “Siz Bernanke’yi alın karşılığında bize Yılmaz’ı verin” diyor. “Yüksek faiz lobisini” kızdırmıştır.
İçeride ve dışarıda siyaset ısınıyor. Başbakan Erdoğan, başkanlık sistemi için kampanyayı açtı. İlk kez ayrıntıya girdi. İki meclisli ABD modelini savundu. Pek sevdiğim bir konudur. Bu topa mutlaka gireceğim.

Diktatörlükle yönetilen Arap ülkelerinde halk ayaklanmaları yaygınlaşıyor. Tunus’tan Mısır’a sıçraması zaten bekleniyordu. Değişime ayak uyduracak esnekliğe sahip olmayan rejimlerin kaderi budur. Bir fiske ile tuz buz olurlar. Geri döneceğim.

Türkiye’nin 2010 yılsonu nüfusu TÜİK tarafından yayınlandı. Adrese dayalı nüfus kayıtları artık oturdu. Hızlı ve güvenilir nüfus verilerine olanak sağlıyor. 73.7 milyon kişi olduk. 2012 başında 75 milyonu görürüz.

Rekor rekor üstüne

Aslında gene para politikası ile devam etmek istiyordum. Neticede Stiglitz’i bile etkileyen bir olayla karşı karşıyayız. Türkiye’nin düna kadar başka ülkelere kötü politika örneği gösterildiğini unutmayalım. Tersi galiba ilk kez oluyor.

Ama TÜİK 2010 dış ticaret verilerini yayınladı. Bir süredir dış açıkta rekorlara alışın diyordum. Bu kez birkaç rekor birden kırıldı. Merkez Bankası’nın neden yeni para politikası arayışına girdiği konusu da biraz daha aydınlandı.

Aralık sayıları ile başlayalım. İhracat yüzde 18 artışla 10.1 milyar dolar, ithalat yüzde 37 artışla 20.6 milyar dolar, dış ticaret açığı yüzde 75 artışla 8.7 milyar dolar çıktı. Rekor bir: Gelmiş geçmiş en yüksek aylık dış ticaret açıdır.

Yıllık sayılarla devam edelim. İhracat yüzde 12 artışla 114 milyar dolara, ithalat yüzde 32 artışla 185 milyar dolara, dış ticaret açığı yüzde 85 artışla 72 milyar dolara yükseldi. Rekor iki: Bir takvim yılında gerçekleşen en yüksek dış ticaret açığıdır.

Oniki aylık bazda resim biraz değişiyor. 2008 yazında (Haziran-Kasım arası) dış ticaret açığı bunun birkaç milyar dolar üstüne tırmanmıştı. Ama krizle Aralık’ta dış ticaret açığı düştü. Rekor bu yıla kaldı.

Parite dalgalarının etkisini izale etmek için dış ticareti de “yarım dolar + yarım euro” döviz sepeti bazında izliyorum. Sonucu etkiliyor. Sepet bazında oniki aylık dış ticaret açığı tüm zamanların en yüksek değerine ulaşıyor.

Eğilim değişti mi?

TÜİK’in dış ticaret verilerinde de takvim ve mevsim etkisini temizlemeye başladığını daha önce yazmıştım. Şimdilik sadece dolar bazında hesaplıyor. Daha gerçekçi bir analiz açısından aynı işlemi döviz sepeti bazında tekrarlamasında yarar görüyorum.

Düzeltilmiş seride ilginç bir bilgi var. Bir önceki aya göre Aralık’ta ihracat yüzde 11 artarken ithalat yüzde 6 azalıyor. Dolayısı ile dış ticaret açığı da yüzde 25 gibi yüksek bir oranda geriliyor. Dış dengede nisbi düzelmenin yeni para politikası öncesinde ortaya çıktığına dikkat çekerim.

Son olarak 2010’da cari işlemler açığının 50 milyar dolara çok yakın çıkacağını söyleyelim. Yeni bir rekora daha hazırlıklı olun.

Yazının devamı...

Para politikası ve dış açık

Ekonomi gündeminin zirvesine gene para politikası yerleşti. Dün gazeteler para politikasına asgari tam sayfa ayırdı. Merkez Bankası yönetiminin boy boy resimleri çıktı. Köşelerde kararlar tefsir edildi.

“Yetti artık hoca, sen de mi!” diyeceksiniz. Türkiye’de para politikasına bu kadar önem verilmesini yadırgayan çoktur. Mali kesimi ilgilendirdiği düşünülür. İşsizlik, gelir dağılımı, büyüme, dış denge, vs. esas reel ekonomik sorunlarla bağları küçümsenir.

Halbuki “kazın ayağı” hiç de öyle değildir. Çünkü para politikası bir piyasa ekonomisinin en kritik iki makro fiyatından birini doğrudan (faiz) diğerini dolaylı (döviz) belirler. Yani reel ekonomik sorunların üreten çerçevenin merkezine oturur.

Dış açık “yapısal” mı?

Herkesin şikayet ettiği dış açığa bakalım. Temel nedenin aşırı değerli TL ve özel tüketim harcamalarındaki hızlı artış olduğunu sanırım “sağır sultan” bile duydu. Ama açıklanmasına gelince işler karışır. En sık rastlanan yöntem sorunun “yapısal” ilan edilmesidir.

Türkiye’de “yapısal” adeta sihirli bir sözcüktür. İşlevi serinkanlı analizi engellemek, bu arada esas sorumluyu gizlemektir. Sayesinde tartışma eğitimden hukuk sistemine, kayıtdışından dolaylı vergilere, bambaşka alanlara yönelir. Para politikası unutulur.

“Yapısal” ne demek? Aşırı değerli TL’yi ve aniden patlayan tüketimi Türkiye’nin hangi doğal/kültürel/kurumsal özellikleri açıklar? Genetik mi? İslam dini mi? Genç nüfus mu? Demokrasi mi? Eğitim düzeyi mi?

Bunlar önemsiz demiyorum. Hiç süphesiz, “yapısal” sıfatı ile kastedilen özellikler uzun dönemde ekonominin performansında çok etkilidir. Ancak konjonktüre, yani kısa dönem gidişatına etkileri yok denecek kadar azdır.

Kısa döneme para politikası hükmeder. Olayın özü çok basittir. Aşırı değerli TL ve patlayan tüketim, daima ve her yerde, uygulanan para politikası ile iç ve dış koşullar/temeller arasındaki uyumsuzluğu yansıtır. Nokta.

Döviz kurundan al haberi

Son dönemin gelişmeleri bu analizi doğruluyor. Merkez Bankası dış açıkla mücadele etmek için para politikası bileşimini değiştirdi. Aynı anda faizi indirirken para arzını kısıtladı. “Düşük faizle sıkı para politikası” dedik.

Yeni politika bazı ezberleri bozdu, çıkarları zedeledi. Gürültülü itirazlara aldanmayın. Şimdiden görünmeye başlayan sonuçları para politikasının dış açığa karşı ne kadar etkili olduğuna somut kanıttır.

“Yarım dolar+yarım euro” döviz sepeti bazında kura bakalım. Bayram öncesi, 10 Kasım’da, sepet 1.68 TL ile 2010’un en düşük değerine gerilemişti (dolar 1.41 TL; euro 1.94 TL). Dün ise 1.87 TL ’ye yükseldi (dolar 1.58 TL; euro 2.16 TL).

Yani TL iki buçuk ayda yüzde 11.5 değer kaybetti. Geçen yazıda da göstermeye çalıştım. Kurun bugün geldiği düzey 2009’daki zirveye çok yakındır. Yeni politikanın tetiklediği kur hareketi dış açığa kesinlikle olumlu katkı yapacaktır. Niyetim 2011’in ilk Enflasyon Raporu’nu tanıtmaktı. Laf başka yerlere gitti. Gelecek yazıya kaldı.

Yazının devamı...

Döviz kuru dalgalanır

Pazartesinin gelişini perşembeden biliyorduk. Merkez Bankası yeni politika bileşiminin faiz-dışı önlemlerini dün devreye soktu. Geçen yazıda anlatmıştım. Hızlı kredi artışını denetim altına almayı hedefliyor.

Müdahale beklenenden sert oldu. TL mevduatta bir aya kadar vadede karşılık 4 puan artışla yüzde 12’ye, üç aya kadar vadede 2 puan artışla yüzde 10’a yükseldi. Üç ayın üstünde vadede ve döviz mevduatında oranlar değişmedi.

TL mevduatın ağırlıklı bölümünün bir-iki aylık kısa vadede yoğunlaştığını hatırlatalım. Merkez Bankası bu tedbirlerle şubatın ikinci yarısında piyasadan 9.8 milyar TL likidite çekeceğini hesaplıyor.

2011’in ilk Enflasyon Raporu bugün açıklanıyor. Son kararlar çerçevesinde Merkez Bankası’nın enflasyon analizi özel önem kazandı. Yeni para politikasının ayrıntılarına girmesi gerekiyor. Ama “yüksek faiz lobisini” tatmin edeceğini sanmıyorum.

Sönmeyen döviz aşkı

Türkiye’nin döviz kuru ilişkisi karmaşıktır. Sağlıklı olduğu söylenemez. Nedeni biliniyor. 1970’lerde başlayıp otuz yıl süren yüksek enflasyon TL’ye güveni sıfırladı. “Dandik para” demiştim. Vatandaş ne yapsın? Güvenceyi dövizde aradı.

Toplumsal hafızadan kötü günlerin izini silmek zaman alıyor. Koşullar değişse bile güvensizlik sürüyor. 2001 sonrasında enflasyon denetim altına alındı. Döviz kuru istikrar kazandı. TL’nin getirisi dövizin çok üstünde seyretti.

Ama döviz aşkı bir türlü sönmedi. İçeride ya da dışarıda, siyasi ya da ekonomik, ciddi sayılabilecek bir sorun belirince, döviz kurunun başını alıp gideceği korkusu hemen depreşir. Ortalıkta afaki sayılar dolaşmaya başlar.

Son örneğini küresel krizde gördük. Hiç unutmuyorum. 2008 sonbaharında doların kış aylarında 2.5 TL’yi göreceğini düşünenler vardı. Maalesef bazıları maalesef dayanamayıp döviz aldı. Sonuç üzücü oldu.

Normal olarak küresel krizin bu önyargıları kırması gerekiyordu. IMF’le anlaşmaya gidilmemesine rağmen TL nisbi istikrarını korudu. Rivayetlerin tersine, tekrar değer kazanmaya başladı. Kuru rekabetçi düzeye çekme gereği ortaya çıktı.

İstikrar ve dalgalar

Vatandaş parite oynamalarını dikkate almıyor. Dolar kuruna odaklanıyor. O nedenle uzun süredir yarım dolar + yarım euro’dan oluşan döviz sepetini öneriyoruz. Giderek yaygınlık kazandı.

Son altı yıl için döviz sepetinin seyrini grafiğe koydum. Aylık ortalamaları kullanıyorum. İlk dört yılda kur 1.40-1.60 TL bandında hareket ediyor. Eğilimi 2006 ilkbaharı bozuyor. Küresel krizin ilk provası TL’yi fena vurmuştu. Ayrıntıya girmiyorum.

2008 ilkbaharı ikinci provadır. Merkez Bankası faiz silahını çekince kur döndü. Ama sonbaharda asıl kriz TL’ye değer kaybettirdi. Sepet Mart 2009’da 2.00 TL ile zirveyi gördü. Ardından inişe geçti. Ekim 2010’da 1.70 TL’ye geriledi.

Ocak için dün geçerli kuru koydum: Sepet 1.85 TL (dolar 1.57 TL; euro 2.13 TL). Yeni bir zirve için sepetin 2.00 TL’yi aşması gerekiyor (dünkü parite ile dolar 1.70 TL, euro 2.30 TL). Bilginize...

Yazının devamı...

Para politikası gözlemleri

Çin Devlet Başkanı Hun Jintao’nun ABD ziyareti dünya ekonomisi açısından hayati önemdedir. Küresel dengesizliklere yumuşak çözüm iki ülkenin işbirliğini gerektiriyor. Yapacaklar mı? O yönde işaretler artıyor. Ayrı bir yazıda bakmak istiyorum.

Başbakan Erdoğan TÜSİAD konuşmasında yerli otomobil markası talep etti. Bence Türkiye geç kaldı. The Economist’e göre dünyanın yıllık otomobil üretimi 64 milyon, üretim kapasitesi ise 94 milyon. Yeni girenin işi çok zor duruyor.

Dün Hürriyet’in gazetesinin sol alt köşesinde eğitim ve işgücüne katılım grafiği dikkatimi çekti. Verilen internet adresine girdim (www.turkeybynumbers.com ). Özellikle eğitim, sağlık, vs. sosyal göstergelere kolayca ulaşmayı sağlıyor. Göz atmanızı öneririm.

Bankacılıkta şok

İçeride, haftanın şokunu bankacılık kesimi yaşadı. Perşembe günü toplanan Para Politikası Kurulu (PPK) politika faizini (haftalık repo) yüzde 6.5’dan yüzde 6.25’e (çeyrek puan) indirdi. Ayrıca bankaların mevduat karşılıklarının derhal artacağını açıkladı.
Bankaları gaza getiren Başkan Yılmaz’ın son iki konuşmasından cımbızla çekilmiş ifadelerdi. Metinlere baktım; bunları bulamadım. Herhalde soru-cevap kısmında söylendi. Ama bu bile sektörü faizin düşmeyeceğine inandırmaya yetti.

Bu konuya geçen hafta iki kez değindim. “Tavuk-darı” meselesini hatırlattım. “Yüksek faiz lobisi umutlandı” dedim. Merkez Bankası’nın yeni politikayı sürdürmesinden yana olduğumu ima ettim.

Anlaşılan gerçekten umutlanmışlar. Nereden biliyorum? Karar sonrasında gazete köşelerinden PPK’na ve Başkan Yılmaz’a yönelen eleştirilerin sertliğine bakıyorum. Beyhude; kıymet-i harbiyesi yoktur. Mağlup pehlivan güreşe doymazmış...

Yeni politika bileşimi

Salı günü (18 Ocak) Başkan Yılmaz, Euromoney Forum’un Viyana’daki toplantısında konuştu. Başlık konuyu özetliyor: “Yükselen Ekonomiler için Uygun Politika Bileşimini Ararken: Küresel Mali Kriz Sonrasında Türkiye’de Para Politikası.”

Metni çok beğendim. Sadece dört sayfa ama yeni para politikasının hangi ihtiyaçtan doğduğunu, neyi, neden ve nasıl yapmak istediğini çok net açıklıyor. Tek sorun İngilizce olması; tercümesi derhal internete konmalıdır.
Politika bileşimi ne demek? Yılmaz’dan okuyalım. “İç ve dış dengenin gerekleri farklı faiz hadlerini zorunlu kılıyorsa, para politikası birden fazla araca ihtiyaç duyar. Kısa vadeli sermaye girişleri ile beraber gelen TL’de değer artışı ve büyüyen dış açığın oluşturduğu makro-mali riskleri sınırlamak için biz iki araç kullanıyoruz.”
İlk araç faiz indirimidir. Amacı TL’nin dışarıda cazibesini azaltmaktır. İkincisi para arzını kısmaya yönelik faiz-dışı yöntemlerdir. Başta mevduat karşılıkları, kredi artışını denetleyecek tedbirlerdir. Yılmaz özellikle bu araçların ayrıntısına giriyor.

Yeni para politikası geçmişle kopuştur. Çünkü bir yandan faizi indirirken aynı anda para arzını kısıtlıyor. Merkez Bankası “yeni normal” diyor. Bence “düşük faizli sıkı para politikası” daha çok yakışıyor. “Yüksek faiz lobisi” nasıl sinirlenmez!

Yazının devamı...

Euro’nun gücü

Para Politikası Kurulu PPK bugün toplanıyor. Hafta başına kadar mali piyasalar politika faizinde indirim ve mevduat karşılıklarında artış bekliyordu. Ama Başkan Yılmaz’ın son konuşmaları havayı değiştirdi. “Yüksek faiz lobisini”ni umutlandırdı.

Doğrusu benim de kafam karıştı. Merkez Bankası’nın yeni para politikası yaklaşımını desteklediğim biliniyor. Faizin ve faiz-dışı araçların beraberce kullanılmasının intizamlı bir düzeltmeye giden yolu açabileceğini daha önce yazdım.

Bir aylık uygulama sonuçlarını da başarılı buluyorum. Döviz kuru arzulanan yönde hareket etti. Üstelik TL’nin değer kaybı (sepet bazında) yüzde 5 civarında kaldı. Yani döviz piyasasında sükûnet bozulmadı.

Velhasıl PPK’nın bugün alacağı kararlar kritiktir. Para politikasının (ve konjonktürün) nasıl seyredeceğinin ipuçlarını taşıyacaktır. Ben de piyasalar gibi nefesimi tuttum, bekliyorum.

Euro şaşırtıyor

Son günlerin ilginç gelişmesi euro’nun dolar karşısında tekrar değer kazanmaya başlamasıdır. Dün parite 1.35’e yükseldi. Çok uzak değil, geçen hafta 1.29’a inmişti. Haftalık değer artışı yüzde 5’e yakındır.

“Ne var bunda, parite hep böyle dalgalanıyor!” diyebilirsiniz. Doğrudur. Kurlarda aşırı oynaklık küresel döviz piyasalarının adeta tanımlayıcı özelliklerinden biri oldu. Küresel sorunlar çözülmeden oynaklığın azalması için bir neden de görülmüyor.

Gene de, euro’nun durumunda bir gariplik olduğu hissediliyor. Yunanistan ve İrlanda’ya Portekiz’in eklenmesi ile bölge içindeki sorunlu ülke sayısı üçledi. Medyada her gün euro’nun neden dağılacağını anlatan yazılar çıkıyor. Sonra euro değer kazanıyor!

Beni şaşırtmadığını söylemeliyim. Küresel kriz sonrasında oluşan euro-karamsar görüşlere bir türlü ısınamadım. Felaket senaryolarını abartılı buldum. İkna olmadım ve eleştirdim. Çünkü sorunun bölge-içi dengesizlikten kaynaklandığı çok belirgindi.

Dış dengeden al haberi

Somuta tercüme etmek kolaydır. Esas dengesizliğe, yani dış açığa bakarız. Euro Bölgesi’nin kayda değer bir dış açığı yoktur. Son sayılara göre yıllık dış açık Euro Bölgesi’nde 68 milyar dolar; ABD’de 460 milyar dolardır (Türkiye’de 45 milyar dolar).

Geçenlerde bir ülkenin siyasi gücü ile dış dengesi arasındaki ilişkiye değindim (9/1/20111). Dış açık küresel mali merkezlere bağımlılık getirir, siyasi gücü törpüler dedim. Mesajımı “dış fazlan kadar konuş” altbaşlığı ile pekiştirdim.

Bir ülkenin ekonomik gücünü ve parasının değerini aynı süreç etkiler. Başka ne sorunu olursa olsun, dış dünya ile ilişkisi dengeli bir ekonominin temelleri sağlamdır. Euro’nun gücü buradadır. Analizi Türkiye’ye uygulamayı size bırakıyorum.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.