Şampiy10
Magazin
Gündem

Ekim enflasyonu

Bayramın üçüncü günü ekonomi yazmakta tereddüt ettim. Pazar yazıma çok iltifat aldım. “Hoca bırak artık ekonomiyi, böyle genel konular yaz” teması hâkimdi. Doğrusu, ekonomi yazılarım artık ilgi çekmiyor mu diye şüphelendim. Neyse, huylu huyundan vazgeçmezmiş...

Euro krizi, sonunda Yunanistan’ın siyasi coğrafyasına yansıyor. Papandreu’nun referandum resti planları bozdu. Muhalefet elini taşın altına koymak zorunda kaldı. Gündeme önce geniş tabanlı bir hükümet, ardından erken seçim geldi.

Yunanistan’ın siyasi yapısı ilginçtir. Ülkeyi az sayıda güçlü aile yönetir. Aradaki kavga çok kanlı geçer. Neticede bir hanedan gider, öbürü gelir. Yaşanan kriz bu oligarşik düzeni kökten hırpalıyor. Tamamen dağıtması ihtimali bile belirdi. Merakla izliyorum.

Beklendiği gibi, euro krizi İtalyan siyasetine de sıçradı. İtalya aslında batık değil; ama büyük ekonomi yani hazmı zor. Niteliği Yunanistan’dan farklı olsa da, çok ciddi siyasi sorunları var. Krizin İtalyan siyasetinde de bir dönemi bitireceğini söyleyebiliriz. Göreceğiz.

Ekim’de yüksek enflasyon

Ekim enflasyonu manşetlere çıktı. Vergi artışı ve kur etkisi ile tüketici fiyatlarının tırmanacağı biliniyordu. Merkez Bankası da kamuoyunu uyarmıştı. Piyasa Ekim’de yüzde 2.8 bekliyordu. Yüzde 3.3 geldi. Böylece yıllık enflasyon yüzde 7.7 ile 2011’in en yüksek değerine ulaştı.

Yılın ilk aylarında enflasyon ekonomi gündeminde geri plana düşmüştü. Ocak-Nisan arasında yıllık TÜFE artışının yüzde 5’in altında seyrettiğini hatırlatalım. Mayıs’ta ani bir sıçrama ile yüzde 7.2’ye yükseldi. Haziran-Eylül arasını yüzde 6.5 civarında geçirdi.

Son dönem enflasyon tekrar ilgi odağı oldu. İki neden öne çıkıyor. Biri, maliyet yükselten gelişmelerdir. Ekim’de ortalama sepet kur 2.17 TL ile tarihi zirvesini gördü. Aynı anda hükümet maliye politikasını sıkma kararı aldı. Dolaylı vergilere zam yaptı.

Diğeri “düşük faiz-yüksek kur” politikasına güvensizliktir. Sert kur hareketi ve Merkez Bankası’nın müdahaleleri yeni politikaya muhalifleri heyecanlandırdı. Özetle, enflasyondaki yükselişin kalıcı (ve tehlikeli) olduğunu savunmak kolaylaştı.

Daima böyledir. Enflasyon tartışması döner dolaşır para politikası ve faizlerde düğümlenir. Fiyatlardaki yükseliş geçici ve arz kökenli ise faiz değişmez. Kalıcı ve talep kökenli ise faiz artışı gerekir. Olayın özü budur.

Yükseliş geçici

Bu konuyu geçtiğimiz aylarda epey işledim. Merkez Bankası’nın enflasyon artışını “geçici ve arz kökenli” gördüğünü anlattım. Nitekim son Eflasyon Raporunda Merkez Bankası’nın 2012 için yıl sonu enflasyon tahmini yüzde 5.2’dir. Katılıyorum.

Dolaylı vergi zamlarına bakalım. Kısa dönemde mutlaka enflasyonu yükseltir. Ama bütçe açığını azaltır. Yani orta dönemde toplam talebi daraltıcı etki yapar. O nedenle enflasyonu azdırmaz, bilakis söndürür.

Gelelim kira kalemine (onsuz olmaz!). Grafiği hazır ama bayram günü koymak istemedim. Yıllık kira artışı Eylül’de yüzde 4.5’ten Ekim’de yüzde 4.6’ya çıktı. O kadar. Lafı uzatmayacağım. Mevcut verilerde enflasyon üzerinde bir talep baskısı işareti görülmüyor.

Okuyucularımın berber fiyatlarını da merak ettiğini biliyorum. Bugünlük bu kadar; nasıl olsa enflasyon ve para politikası konularına geri döneceğiz.

Yazının devamı...

Nerede eski enginarlar!

Pazar yazım Kurban Bayramı’nın ilk gününe denk geldi. Ortalama yedi yılda bir olur. Canım gene ekonomi yazmak istemedi. Yunanistan krizi, enflasyon, dış açık, para politikası, vs. hiç biri acil durmuyor. İki gün daha beklemelerinin ne mahzuru olabilir?

Dün bayram yazıları arşivime göz attım. Ben de artık kıdemli yazar kategorisine girdim. Arada sırada eski yazılarımı tekrar yayınlama lüksüne sahibim. Şeker Bayramı’nda 1995’e geri dönmüştüm. Bu kez daha yakına geldim. 1 Şubat 2004’de Kurban Bayramı’nın ilk günü çıkan yazımı beğendim.

Genç okuyucularım için bu yazıların bir anlamı var mı? Sanmam. Fazla ilgilenmediklerini öğrencilerimden biliyorum. Ama benim neslimin duyarlılığımı paylaştığına eminim. Dolayısı ile onlar için yazıyorum diyebilirim.

Geçmiş özlemi

“Her geçen yıl dini bayramlarda bendeki geçmiş özlemi dozunun yükseldiğini izliyorum. Sadece dini bayramlar mı? Eski günleri olağan zamanlarda da daha çok hatırlamaya başladım.

Şu sıralarda özellikle eski İstanbul resimleri görünce çok duygulanıyorum. Hemen dikkatle inceliyorum. O hali ile kenti tanımaya çalışıyorum. Resimdeki mekanlarda anılarımı arıyorum. Kafamda geçmişle bugün arasındaki farkların listesini yapıyorum.

Sonra elimde olmadan bir hayal dünyasına kayıyorum. Ankara’dan geldiğim 1948 sonbaharında İstanbul’da sadece 800.000 kişi yaşıyordu. Sur dışında tarlalar, Vatan Caddesi’nin yerinde bostanlar vardı. Boğaz sırtları bomboştu.

Geri dönüşün imkansızlığı adeta bir karabasan gibi üstüme çöküyor. Evler, tarlalar, Rumlar, vapurlar, tramvaylar, meyhaneler, hepsi bir daha gelmemek üzere gitti. Bazılarının resimleri beni avutacak. Çoğunun hafızama nakşedilenler dışında resmi bile yok.

Giden sadece onlar mı? Esas gençlik gitti. Hep önümde sonsuz gibi duran bir gelecek var zannetmiştim. Meğer yokmuş. Aniden, heyecanla beklenen bir geleceğin yerini özlemle anılan bir geçmiş alıvermiş.

Son dinazorlar

Benim neslim, yani 1940’ların ilk yarısında doğanlar, aslında ilginç bir kopuş anının çocuklarıdır. Çünkü Türkiye’de bir tarım toplumu medeniyetinin durağanlığına birinci elden tanık olan son nesildir.

Örneğin İstanbul 1920’lerden 1950’ye kadar çok az değişmişti. Birkaç yeni bina, tek tük yeni yol, üç-dört yeni şehirhattı vapuru, hepsi o kadar. Kente göç yoktur. Nüfus artışı düşüktür. Yaşam her yıl bir önceki yıl gibi tekrarlanarak sürerdi. Yozgat, İzmir, Edirne, Konya, vs. Türkiye’nin bütün kentleri ve köyleri de aynı durumdadır.

1950’de o durağan dünya aniden hareketlendi. Çok değil, dört-beş yıl içinde İstanbul’da her şey değişmeye başladı. Eski düzen bir daha geri gelmemek üzere bizi terketti. Bizden sonraki nesiller büyüyen, kentleşen, değişen, dalgalanan, çalkalanan, velhasıl sinirli bir Türkiye’de gözlerini açtılar.

Bu süreç elektrik, buzdolabı, çamaşır makinesi, hipermarket, televizyon, otomobil, uçak, doğal gaz, okul, hastane, vs. bugünkü refahı getirdi. Bunları o gün hayal etmek bile mümkün değildi. Ama karşılığında enginarların eski lezzetini de götürdü.

Neyse ki, o lezzeti hatırlayan son dinazor nesli bizimki. Sonraki nesiller yaşlanınca neye özlem duyacak acaba? Çok merak ediyorum. Okuyucularımın Kurban Bayramı’nı kutlar, sağlık, refah ve huzur dolu günler dilerim.”

Yazının devamı...

Yeni politikayı beğenen var

Yunanistan sorunu tam anlamı ile yılan hikâyesine dönüştü. Her gün yeni bir olay oluyor. Mali piyasalar bir uçtan diğerine savruluyor. Son haftaya bakın. Zirveden anlaşma çıktı; borsalar uçtu. Papandreu’dan referandum açıklaması geldi; borsalar çöktü.

Referandum kararı ertesinde CNBC-e’de Servet Yıldırım’ın sabah programına misafir oldum. Konu sıcaktı; doğal olarak ona yoğunlaştık. İlginç teorik ve pratik sorular içerdiğini gördüm. Normal olarak birden fazla yazı çıkar. Başlıkları kısaca paylaşmak istiyorum.

Kavramsal düzeyde temsili demokraside referanduma yer yoktur. Adı üstünde; halk iradesini meclise seçtiği temsilcilere devrediyor. Beğenmediği takdirde ilk seçimde değiştiriyor. Halbuki referandum vatandaşın doğrudan karar almasını içeriyor.

Pratik düzeyde, halk kendisini fakirleştirecek bir politikayı (kemer sıkma) duygusal davranıp reddedebilir. O zaman ne olacak? Seçkin temsilciler bu tatsız kararı daha serinkanlı alabilir. Referandum sorumluluktan kaçmaları anlamına gelir. Öyle mi?

Türkiye’nin 2001’de yaşadıkları ile de bağlantı kurabiliriz. IMF anlaşmasını hükümet imzaladı ve uyguladı. Referanduma götürmedi. Acaba gitse ne olurdu? “Hayır” çıkar mıydı? Rivayetler muhtelif. İşte size ilginç bazı sorular.

Londra’dan destek

Enflasyon raporuna yeterince yer ayıramadım. Genelde yeni para politikasını olumlu karşıladığım ve Merkez Bankası’nı başarılı bulduğum biliniyor. Dış dünyayı kasıp kavuran çalkantıya rağmen sepet kurun 2.12 TL’yi aşamadığına dikkat çekerim.

İyi haber, mali piyasa analistleri arasında yeni politikayı anlayan ve destekleyenlerin sayısında gözle görülür bir artış var. Aklı başında yorumlar çıkıyor. En büyük yatırım bankalarından birinin Londra menşeli 26 Ekim tarihli raporunun yönetici özetini aşağıya aldım (Tercüme ve alt çizme benim).

“Görüşümüze göre: Merkez Bankası’nı temsilen Başkan Başçı fiyat istikrarını sağlama ve mali istikrarı sürdürme açısından bütün doğru konulara değindi. Özünde, olağanüstü zamanlar olağanüstü tedbirler gerektirir.

Yaratıcı ve yenilikçi davranışları ile Merkez Bankası şu zor görevleri gerçekleştirme potansiyeline sahip duruyor: Enflasyonu düşürerek güvenilirliğini pekiştirmek; döviz kurunda ve mali kesimde istikrarı sağlamak; önümüzdeki dönemde sert inişi engellemek.

Neden zor görev diyoruz? Merkez Bankası’nın bu tedbirleri uygulama irade ve yeteneğinden şüphe duyduğumuz anlamına gelmiyor. Tek başına olmadığı gerçeğini vurguluyoruz. Dış faktörler, örneğin Avrupa’da politika hataları ya da uygulamanın gecikmesi Türkiye’nin varlık fiyatlarına ve akımlarına doğrudan etki yapabilir.

Buna rağmen, mevcut para politikasının geniş bir manevra alanı var ve Merkez Bankası’na çok esneklik sağlıyor. Aynı ölçüde önemli bir başka husus, başarılı bütçe performansının Merkez Bankası’nı kamu maliyesi açısından rahatlatmasıdır.

Son olarak belirtmemiz gereken bir husus daha var. Fiyat istikrarı hedefine güçlü sadakat piyasanın tedirginliğini hafifletiyor. Ayrıca, çok önemlidir, Merkez Bankası’nın bağımsızlığı konusunda kafalarda oluşabilecek soruları cevaplıyor.

Görüşümüze göre: Merkez Bankası tümü ile bağımsızdır, siyasileşmemiştir (not politicized) ve bir dizi hedefe en az hasar bırakacak şekilde ulaşmaya çaba göstermektedir.”

Raporun mevcut duruma gerçekçi teşhis koyduğunu düşünüyorum. O nedenle sizlerle paylaşma istedim.

Yazının devamı...

Euro’yu kurtarma paketi

Geçen hafta Londra’da yararlı bir konferansa katıldım. Konusu: Türkiye’nin 1980 sonrası neoliberal politikalar deneyimi. Düzenleyen: LSE’nin Çağdaş Türkiye Araştırmaları kürsüsü ve New Perspective on Turkey dergisi.

Perşembe akşam açılışı LSE’nin tarihi salonunda (Old Theater) kürsü başkanı Şevket Pamuk yönetti. ODTÜ’den Fikret Şenses ve ben iki farklı açıdan baktık. Cuma tam gün devam etti. Kadro zengindi: Dani Rodrik, İzak Atiyas, Çağlar Keyder vs.

O arada sevgili dostum Sedat Kâhya ile buluştuk. 1968’in savaş karşıtı gösterilerinde beraber yürümüştük. O günlerin anısına St. Paul katedraline gittik. Doğrusu “Londra’yı İşgal Et” hareketi sönük geldi. Nerede eski muhalefetler!

Bir gözlem: İngiliz gazetelerinde hiç inşaat ve gayrimenkul ilanı yok. Tefsirini size bırakıyorum. Bir özür: Pazar yazımı yollayamadım. Otelde bilgisayarı şarj için fişe takmak yetmedi. Düğmesi de varmış. Trafiği ters yönden akıtan milletten ne beklenir?

İflas ve likidite sıkışıklığı

Euro bölgesi kurtarma paketinin genel hatları belli oldu. Ayrıntıları medyada gördünüz. Yunanistan’ın özel kesime borcunun yarısı (gönüllü!) siliniyor. 100 milyar euro tahmin ediliyor. Bankalara o kadar sermaye konuyor.

Bu kısmı aslında basitti. Çok yazıldı çizildi. Yunanistan’ın borcunu ödeme ihtimali yoktu. Durumu tescil edildi. Zararın nasıl paylaşılacağı kararı çıktı. Bence Almanya’nın dediği oldu.

Sonrası ise çok karışıktır. Biraz açmak istiyorum. Krizi Yunanistan’ın tetiklediği doğrudur. Ancak küçük Yunanistan’ın zararını hazmetmek kolaydı. Fakat çözüm gecikti. Mali piyasanın tedirginliği büyük ülkelere bulaştı. Sorun içerik değiştirdi.

Kritik olan İtalya’dır. Kamu borcu yüksek ama İtalya müflis değil. Çünkü bütçesi faiz dışı fazla veriyor. Yani düşük faizde borcunu çeviriyor. Dengeyi faizin yükselmesi bozuyor. Literatürde de yeri var. İflas (insolvency) ve likidite sıkışıklığı ayrımı yapılıyor.

Likidite sorunu Merkez Bankası’nın bizzat varlık nedenidir. Mali piyasa kuruyunca parayı basıp Hazine’ye veriyor. Böylece faiz-borç sarmalını engelliyor. Mali piyasa tekrar açıldığında parasını geri alıyor.

Yapay çözümler

Euro bölgesinde işler tam burada karışıyor. Avrupa Merkez Bankası’nın bu görevi üstlenmesini Almanya istemiyor. Nedeni hakkında rivayetler muhtelif. İtalya’nın da müsrifliğinin cezasını çekmesi arzusu olabilir.

Geriye şöyle bir yapay çözüm kalıyor. Bölge ülkeleri ve IMF 440 milyar euro koyup fon kuruyor. Bu fon piyasadan aynı miktarda borçlanıyor. İtalya (İspanya vs.) gereğinde bu kaynağı kullanıyor. Kulağını ters taraftan gösterme muadilidir.

En belirgin zafiyetine değinelim. Fona kim borç verir? Çin, diye yeşeren umutlar çabuk söndü. Hak veriyorum. Fona borç vermenin riski yoksa, neden bölge ülkeleri tümünü karşılamıyor. Varsa Çin bu riski neden alsın?

New York Times’ta Paul Krugman’ın harika bir yazısı çıktı. Sabah Gazetesi Pazar ekinde yayınlandı: “Avrupa’nın Kovasında Delik Var”. Öğretici ve eğlenceli; okumanızı tavsiye ederim.

Yazının devamı...

Para politikasında neler oluyor?

Dün para politikası açısından yoğun bir gün oldu. Yılın son Enflasyon Raporu ve Ekim Para Politikası Kurulu toplantı özeti yayınlandı. Aynı anda Başkan Başçı TL’yi güçlendirecek beş maddelik “eylem planını” tanıttı. Bir gözlemle başlamak istiyorum. “Eylem planı” ifadesini abartılı buluyorum. Sunulan, bir tedbirler kümesi değildir. Merkez Bankası’nın döviz kurunda oluşan sert hareket karşısındaki tavrı ve müdahale gerekçeleri özetleniyor. Kararlılığı vurgulanıyor.

Enflasyon Raporu 110 sayfa. Grafik ve tablolara ek olarak güncel sorulara ek “kutular” açılmış. Başçı’nın konuşması 15 sayfa. Raporu özetliyor artı eylem planı var. Toplantı tutanağı ise kısa ama öz; 4 sayfa.

Malzeme böyle bol olunca, iktisatçılara tartışacak çok konu çıkıyor. Tek yazıda hepsine giremem. Doğrusu raporun kutularını daha okuyamadım. Bugün genel bir değerlendirme yapıyorum.

Para politikası sıkıldı

2003 sonrasında uygulanan para politikasına kamuoyu alışmıştı. Politika enstrümanı Merkez Bankası’nın gecelik borçlanma faizi idi. Faiz artınca para politikası sıkıldı, inince gevşedi deniyordu. 2010 sonuna kadar böyle devam etti. Sonra para politikası köklü bir değişim geçirdi. Politika enstrümanı haftalık fonlama faizi oldu. Gecelik borçlanma ve fonlama faizleri arasındaki aralık (faiz koridoru) genişledi. Zorunlu karşılıkların aktif kullanımı başladı.

Para politikası bu şekilde “ezber dışına” taşınınca tefsiri de zorlaştı. Birden fazla araç işleri karıştırıyor. “Sıkma” ve “gevşeme” kavramlarının eski basitliği kalmıyor. Ayrıntılara gizlenen şeytanı bulup çıkartmak gerekiyor.

Aslında iç içe üç soru vardır. Ne yaptı? Neden yaptı? Doğru mu yaptı? Sağlıklı analizin önkoşulu ilkinde hata yapmamaktır. Ben de oradan başlıyorum. Dünkü resme göre para politikası sıkıldı mı? Evet sıkıldı diyorum.

Mali piyasanın algılayışı da böyledir. Zaten belli olmuştu. Kur aşağı ve faiz yukarı dönmüştü. Dün eğilim sürdü. Sepet kur 2.10 TL’ye geriledi. Gösterge tahvil faizi yüzde 10’a tırmandı.

Zor tercihler

Denizciler iyi bilir. Sert havada dümen tutmak zordur. Ekonomi yönetimi de zor işe soyundu. Olumsuz küresel konjonktürde dış açıktan kaynaklanan kırılganlığı asgari hasarla düzeltmeye çalışıyor. Kim demiş “yumuşak iniş” kolay diye? Karşısına bir dizi tatsız ödünleşme (trade-off) çıkıyor.

Kurla başlıyalım. TL’nin değer kaybetmesi gerekiyor. Ama çok değer kaybederse zarar veriyor. Enflasyon tırmanıyor. Döviz borçlu özel kesimin bilançoları bozuluyor. Kısa dönemde büyüme ve mali istikrar etkileniyor.

Faizin açmazlarına gelelim. Kısa dönemde iç talebi kısarak enflasyonu ve dış açığı olumlu etkiliyor. Buna karşılık büyüme düşüyor ve TL’nin değer kazanması dış dengede kalıcı düzeltmeyi öteliyor.

Bence yapılan bir orta yol arayışıdır. Fonlama faizinde artış hem dövizde spekülasyonu, hem kredi kanalını hedefliyor. Aynı anda borçlanma faizinin düşük tutulması sıcak paranın keyfini kaçırıyor. Bilmem anlatabildim mi?

Bugünlük bu kadar; tartışacak çok şey kaldı. Devam ederim.

Yazının devamı...

İktisada eleştirel bakışlar

Pazar günü Enflasyon Raporunun dün yayınlanacağını söylemiştim. Kendimce iki gün öne almışım. Yani yazısı perşembeye kaldı. Okuyucularımdan özür dilerim.

Dün Merkez Bankası’ndan şaşırtan bir hamle geldi. Başkan Başcı’nın Enflasyon Raporu ile birlikte döviz kuruna yönelik yeni bir eylem planı açıklayacağını duyurdu. Metin iyi ifade ediyor; aynen alıyorum (altını ben çizdim).

“Türk Lirası’nın değerini önemli ölçüde güçlendirecek fiyat istikrarı, faiz politikası, döviz rezerv politikası, zorunlu karşılık politikası ve finansal istikrardan oluşan beş maddeli bir eylem planı hakkında bilgi sunulacaktır.”

Döviz piyasasına hemen yansıdı. Son baktığımda sepet kur 2.17 TL’ye gerilemişti. Tahmin edileceği gibi, eylem planının ayrıntısını çok merak ediyorum. Yarın göreceğiz.

Kriz sonrası muhalefet

Küresel kriz ABD kökenli hâkim iktisat teorisini çok hırpaladı. Neoklasik makro iktisat özellikle ağır darbe yedi. Para politikasının teorik zeminini oluşturan mali piyasaların mükemmel işlediği hipotezi batan bankaların altında kaldı.

Bu olay iktisada farklı yaklaşımların işine yaradı. Örneğin Keynes ve Minsky gibi, mali krizi piyasa ekonomisinin içsel dinamiğine bağlayan iktisatçılara ilgi arttı. Yeni muhalif kitaplar yayınlandı. Bazıları Türkçeye çevrildi.

Cambridge Üniversitesi’nden Koreli iktisatçı Ha-Joon Chang, ocakta yayınlanan kitabına çok hoş bir başlık atmış: Kapitalizm Hakkında Size Söylenmeyen 23 Şey (çev. B. Tupal; Say Yay. İstanbul 2011). Kolay okunuyor ve güncel konuların tümünü kapsıyor.

Harvard öğretim üyesi Dani Rodrik’e sık sık referans veriyorum. İngilizcesi şubatta çıkan son kitabında küreselleşmenin içerdiği siyasi paradokslara bakıyor: Akıllı Küreselleşme (Çev. B. Aksu; Efil Yay. Ankara 2011).

Mali kesimde yüksek kâr uğruna ahlaki değerlerin ayaklar altına alınması çok konuşuldu ve yazıldı. Columbia Üniversitesi’nden R. Fisman ve Kaliforniya Üniversitesi’nden E. Miguel yolsuzluk ve şiddeti ele alıyor: Ekonomi Haydutları (Çev. T. Öncel; Efil Yay. Ankara 2011; İngilizcesi 2010).

Kriz öncesi eleştiriler

İlk baskısı kriz öncesine giden önemli kitaplar da var. Kriz kamuoyunun onlara bakışını da etkiledi. Eleştirilerini görmezden gelmeyi zorlaştırdı.

Boston Üniversitesi’nden Julie Nelson “Feminist İktisat” dergisini yönetiyor. 2006’da basılan kitabına “İnsanlar İçin İktisat” adını vermişti: Hayatımızdaki Ekonomi (Çev. D. Kirzen, Yapı Kredi Yay. İstanbul 2011). Piyasa sisteminin özellikle ahlaki sorunlarına ağırlık veriyor.

Kapitalizmin eleştirisi denince akla hemen Marksizm geliyor. London School of Economics’ten kadim dostum (Lord) Meghnad Desai’nin iki kitabı çıktı. Biri teorik; 1980’de (benim önsözümle) Birikim yayınlamıştı: Marksist İktisat Teorisi (Çev. N. Satlıgan; Eflatun Yay. Ankara 2007). Bildiğim en kapsamlı teori kitabıdır.

Diğeri Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra yazıldı (2002): Marx’ın İntikamı (Çev. G. Özgür; Efil Yay. Ankara 2011). Krizle anlamı güçlendi. Son küreselleşme dalgasının gerçekçi bir sol eleştirisidir.

Yazının devamı...

Kriz sonrası siyaset

Avrupa ve Amerika borsaları haftayı güçlü bir artışla kapadı. New York son iki ayın en yüksek değerine ulaştı. Frankfurt bir günde yüzde 3.5 yükseldi. Anlaşılan mali piyasalar euro krizinin çözüleceğini düşünüyor.

Yunanistan’ın borcu ne kadar silinecek? Sızan haberlere göre yüzde 50, hatta yüzde 60 olabilir. Ancak zararı alacaklılar arasında paylaştırma pazarlığı zorlu geçiyor. Bu hafta bir karar çıkabilir. Görmeden inanma derler.

Perşembe günü toplanan Para Politikası Kurulu, ilginç kararlar aldı. Borçlanma ve haftalık fonlama faizi değişmedi. Diğer fonlama faizleri ise 3.5-5 puan yükseldi. Para politikası sıkıldı mı? Rivayetler muhtelif. Yarın çıkacak Enflasyon Raporunu bekliyorum.

Cuma günü TL değer kazandı. Sepet 2.19 TL’ye geriledi. Yani Merkez Bankası bu raundu da aldı. Faturası da biliniyor. Ekim’de 4.5 milyar dolar, Ağustos’dan bu yana 7.5 milyar dolar döviz sattı.

İki temel çelişki

Büyüyen ekonomi siyaseti rahatlatır. Çünkü vatandaşın gelir ve refahı artar. Kolay iş bulur. İşini kaybetmekten korkmaz. Dolayısı ile kurulu düzeni sorgulama gereği duymaz. Siyasi seçkinlerin yönlendirmesini kabullenir.

Ekonomik kriz bu denklemi bozar. İşsizlik yükselir. Geleceğe güven kaybolur. Toplum yaşadığı kabusun faturasını kurulu düzenin seçkinlerine keser. Mevcut siyasi yapıların dışına çıkma arayışları başlar.

ABD’de ortaya çıkan “Wall Street’i İşgal Et” ve “Çay Partisi” hareketleri iyi örneklerdir. İkisi de statükoya tepkidir. Fakat çıkış noktası ve siyasi-ekonomik sonuçları birbirinin zıttıdır. O açıdan derinlemesi analizi gerekiyor.

İlki kapitalizmin temel çelişkisini yansıtıyor. Siyasi rejim meşruiyetini eşit vatandaşlar ilkesinden alıyor. Herkesin tek oyu var. Halbuki piyasa ekonomisi gelir ve servet dağılımını sürekli bozuyor. Ekonomide eşitsizlik kural oluyor.

İkincisi modern toplumun bu çelişkiye getirdiği çözümden kaynaklanıyor. “Refah devleti” diyoruz. Gelir dağılımı piyasaya bırakılmıyor. Kamu aktif müdahale ediyor. Siyaset ekonomiye hakim oluyor. Devlet piyasa aleyhine hızla büyüyor.

Yüzyılın kritik sorunu

Başarıya ulaşır mı? “Çay Partisi” ile başlayalım. Sağ muhalefetin çıkış noktası sağduyuludur. Ama özlem duyduğu “altın çağ” gerçeklerden kopuktur. Bireyin piyasa güçleri karşısında tek başına bırakıldığı dönem bitmiştir. Geri dönüşü yoktur.

Sol muhalefetin çıkış noktası meşrudur. Ama “Wall Street’i İşgal Et” içi boş, duygusal slogandır. Piyasa-özel mülkiyet ikilisi yerine makul alternatif örgütlenme biçimi önerileri getirmiyor. Bu yönde bir çaba da görülmüyor.

Hepsi bu kadar mı? Ateş olmayan yerden duman çıkmazmış. İki uç (uçuk?) hareket refah devletinin girdiği çıkmaz sokağa ışık tutuyor.

Bir: gelir dağılımı düzelmedi. İki: piyasanın etkin işleyişi engellendi. Üç: özgürlükle bireysel sorumluluk bağı koptu.

Böylece kritik soruna geldik. Modern toplumun üç temel talebi, özgürlük, etkinlik, ve ekonomik eşitlik birbiri ile çelişebiliyor. Nitekim geçen yüzyıl aradaki ödünleşmeyi beceremedi. 21.inci yüzyıl daha başarılı olur mu? Bence zor ama mümkün, iyimserim.

Yazının devamı...

Dövize müdahale

Euro krizinde belirsizlik mali piyasaları tam “manik-depresif” yaptı. Bir beyanat, hatta bir gazete haberi birinden diğerine geçmeye yetiyor. İki gündür iyimserliğe dönüldü. Euro dolar paritesi tekrar 1.38’i aştı. Borsalar yükseldi. Her an tersine dönebilir.

Euro bölgesinin dağılacağı rivayetlerini ciddiye almadığım biliniyor. Avrupa Birliği insanlık tarihinin en büyük siyasi projesidir. Euro’yu tesis eden iradenin kaybolduğuna dair bir işaret yoktur. Bir şekilde çözüm bulunacaktır. Hatırlatmak istedim.

Eylül bütçe sonuçları yayınlandı. İlk dokuz ayda bütçe 300 milyon TL fazla verdi. Sayı küçük ama simgesel değeri büyüktür. Bütçenin son hangi tarihte fazla verdiğini kimse hatırlamıyor. 2011 hedefi (22 milyar TL) mutlaka tutacaktır.

Olumlu bütçe ve borç sayıları tahvil piyasasına da yansıyor. Hazine yurt dışında 10 yıl vadeli 1 milyar dolar tahvil ihalesi açtı. Üç katı talep geldi. Faiz yüzde 5.3 oldu. Yeni bir rekordur. Vadeyi kısaltması halinde faiz daha da düşecektir.

Neden satıyor?

Türkiye’de döviz kuru heyecanı sürüyor. Salı günü yeni bir gelişme yaşandı. Merkez Bankası önce 1.4 milyar dolar satış ihalesi açtı. Yarısı kadar satış yaptı. Sonra piyasaya ayrıca döviz satma gereği duydu. Beş yıl aradan sonra ilk kez oluyor.

Ayrıntıları gazetelerde yer aldı. Döviz piyasası gerilince sepet kur bir ara 2.23 TL’ye kadar tırmandı. Merkez Bankası müdahalesi sonrasında sakinledi. Sepet kur 2.20 TL civarına geriledi. Dün de yatay seyretti.

Merkez Bankası bir açıklama yayınladı. Müdahalesini üç nedene bağlıyor. Bir: Sermaye çıkışı sistemde döviz likiditesini azaltıyor. İki: Piyasaya satıcı gelmeyince derinlik kalmıyor. Üç: Spekülatif davranışlar sağlıksız fiyatlara yol açıyor.

İlk ikisi eldeki diğer bilgilerle örtüşüyor. Yeni kriz korkusu döviz arzını olumsuz etkiliyor. Kur hareketi reel kesimi açık pozisyon kapatmaya itiyor. Neticede az satıcılı bol alıcılı işlem hacmi ve likiditesi düşük bir piyasa oluşuyor.

Üçüncüsü için rivayetler muhteliftir. Bu koşullar spekülasyon ve manipülasyona müsait bir ortam yaratır mı? Evet. Ancak koşulların varlığı, yapıldığı anlamına gelmez. Gerçekten oldu mu? Bilmiyorum. Çok da önemsemiyorum.

Politika başarılı

Döviz satışı, uygulanan yeni para politikası bileşiminin sonucudur. “Düşük faiz-yüksek döviz” dönemi dedik. Merkez Bankası TL’nin değer kaybına faizi yükselterek tepki vermiyor. Öte yandan çeşitli nedenlerle kurda sert hareket istemiyor. Döviz satıyor.

Bu politika bileşimi başarılı olur mu? Başından itibaren iki zıt “tarz-ı iktisat” çarpışıyor. “Sıcak paracılar” eleştiriyor. “Kurcular “ destekliyor. Ben ikinci gruptayım. Uygulamayı kendi içinde ve ekonominin gerçekleri ile tutarlı buluyorum.

Bir eleştiri döviz rezervlerinin kuru kontrol için kullanılmasına yöneliktir. Bence gerçekçi değildir. Döviz rezervi bir amaç değil araçtır. Kötü gün için biriktirilir. Dışarıda yangın var. Bugün değilse ne zaman kullanılacak?

Diğeri döviz satarak kurun yukarı hareketinin durdurulamayacağıdır. Doğru olabilir ama başlangıç koşullarına bağlıdır. Örneğin bugün dolar 1.50 TL’de döviz satarak tutulamaz. Ama 1.90 TL’de durum farklıdır. Gereksiz dalgalanma pekâlâ engellenebilir.

Velhasıl yeni politika şu ana kadar başarılıdır. Ancak, bu aşın daha çok su kaldıracağı açıktır. Geri döneceğime eminim.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.