Şampiy10
Magazin
Gündem

Finansal harita mühendisliği...

Harita mühendisi, (daha modern doğru bir tanımla Jeodezi ve Fotogrametri Mühendisi) “arazi parçalarının biçim, konum, engebe v.b. yönlerden durumunu havadan çekilen fotoğraflarla belirleyerek elde edilen verileri harita dediğimiz şemada çizgiler halinde gösteren kişidir” diye tanımlanıyor.

Kullandıkları birçok teknik yöntemden biri de “eşyükselti eğrilerinden (izohips)” oluşan haritaların çizilmesidir. Deniz seviyesini sıfır kabul ederek, eş yükselikleri aynı çizgi üzerinde göstererek, yükselti ve çukurları gösteren haritalar bunlar. Bir çoğumuz görmüştür; iç içe geçmiş daireler, daha doğrusu durgun suya atılmış bir taşın yarattığı düzensiz dalgalar gibi görünen haritalar bunlar. Halkaların içinde rakamlar yer alır ve yükseklikleri gösterirler.

En yüksek nokta en içteki halka ile anlatılır. Halkaların dağılımından arazi yapısının “kuşbakışı görünümünü” de anlama şansına sahip olabilirsiniz.

Tüm bunların finansla, finansal piyasalrla ne alâkası var diyebilirsiniz. İlk bakışta pek yok görünüyor. Teknik analiz dersem? Bir şeyler çağrıştırmaya başladı sanırım. Teknik analiz, değişik matematiksel ve istatistiksel yöntemleri kullanarak, geçmişteki hareketlerden yola çıkarak, ileride gelinebilecek seviyeleri tahmin etmeye yarıyor.

Her ne kadar istatistiksel ya da maematiksel yöntemlere dayalı olsa da analizi yapanın yaklaşımına, tecrübe ve deneyimlerine, hatta analiz sırasında kullandığı parametrelere göre farklı tahminlere varılabilir. Değerlendirme öne çıktığından dolayı da sonuçlar kişiden kişiye değişebilir. Bu açıdan harita mühendisliğinden ayrılsa da; kör karanlıkta ilerlemeye göre çok daha avantajlı olduğu da kesindir. En azından elde bir referans noktası olması açısından kullanılabiliyor.

Bu köşede gelişmeleri değerlendirirken ben de teknik analizden yararlanıyorum. Ekonomideki gelişmeler, temel faktörler mutlaka öncelikli. Ancak bunların çizdiği ana yönün yanı sıra, “ara duraklar” ya da “katedilecek mesafeler” konusunda teknik analiz oldukça yardımcı oluyor. Tıpkı “eş yükselti eğrilerinin” çıkılacak ya da inilecek mesafeler konusunda yardımcı olduğu gibi.

Haritaya baktığınızda ne kadar yükseğe çıkacağınızı net olarak görüyorsunuz. Eğer kondüsyonunuz ya da ekipmanlarınız uygunsa, ya da cesaretiniz varsa ona göre karar veriyorsunuz.

Teknik analizden çıkan sonuçlar her ne kadar uydudan çekilen bir fotoğraf ya da bir harita kadar kesin olmasa da yine de hiç yoktan iyidir. Yani bir tür “finansal harita mühedisliğiyle” yükseltileri, çukurları ortaya koymakta fayda var.

Aksi takdirde zaman zaman bu denli hızlı değişen bir zeminde adım atmak bile korkutucu olabiliyor.


Yazının devamı...

Fidelity değil yerli!

Hazine’nin dün; yarısı dövize endeksli olmak üzere; yaklaşık 8.4 milyar liralık itfası vardı. İtfaları karşılamak için haftanın ilk iki günü yaptığı üç ayrı ihale ile toplam 11.1 milyar lira borçlandı.

Pazartesi günkü enflasyona endeksli (TÜFEX) 14 Ağustos 2013 vadeli tahvilden “ortalamadan alırım” diyenlerle birlikte 4.3 milyar TL, yüzde 12.05 “reel bileşik faizi” ile satıldı!

Salı günü yapılan değişken faizli 5 yıllık; 2 Nisan 2014 vadeli; üç ayda bir faiz ödemeli tahvilden ortalamadan alımlar da dahil olmak üzere 4.1 milyarlık net satış yapıldı. İskontolu; 2 Şubat 2011 vadeli yeni gösterge tahvilde ise toplam 2.7 milyarlık net satış, yüzde 13.35 bileşik faiz ile yapıldı.

Salı günü yapılan ihalelerde Hazine’nin “ortalamadan alırım (ROT)” diyenlerin taleplerinin sadece yüzde 10’unu karşılamış olması, talebin yüksekliğini gösteriyordu. Katılımcılar yeterince alamayız korkusuyla ipin ucunu biraz kaçırmış gibiydiler.

İhalelerin sonuçlarına bakıldığında; Hazine’nin Mart 2006’daki düşük faiz dönemindeki gibi uzun vadeli sabit faizli tahvil satamadığı sonucu çıkarılabilir, ki ben bu fikre daha yakındım. 11.1 milyar içinde sadece 2.7 milyarlık kısmının, sabit faizli olması da bu yargıyı haklı çıkarır görünüyor.

Ancak ihale süreci ile ilgili piyasa katılımcılarından edinilen bilgilere bakıldığında bu durumun Hazine’nin tercihi olmadığı anlaşılıyor. Pazartesi günkü TÜFEX ihalesine beklenin çok üzerinde bir talep gelmiş. Bir kurumun ihaleye 3 milyar liralık tek teklif gönderdiği anlaşılıyor. Piyasalarda konuşulduğu gibi bu kurumun Fidelity adlı bir yabancı yatırım fonu değil, yerli bir özel sektör bankası olduğu anlaşılıyor.

Hazine bu teklifi tek başına kabul etmek yerine “makul” bir fiyat oluşumu için diğer teklifleri de aldığında, satış rakamı 4.3 milyar lira olarak gerçekleşmiş. Ardından Salı günü yapılan değişken faizli 3 ayda bir kupon ödemeli tahvile de bir kamu bankası “özel ilgi” gösterince, Hazine’nin sabit faizli bonoda satabileceği miktar “mecburen” azalmış durumda.

TÜFEX ve değişken faizli bonolarda “toptan” alımların yapılmış olması, yeterince bono alamamış olan bankaların ikinci piyasaya adeta saldırmalarına neden oldu. Bu da; dün yüzde 13.35 bileşik faizle ihraç edilen yeni gösterge bonolarının rekor seviye olan yüzde 13.08’e kadar düşmesine sebep oldu.

Kurların 1.56’lara düşmesine neden olan hareketi Fidelity gibi bir yabancıya bağlayanlar, “diğer gelişmekte olan ülkelerde de Fidelity mi alım yaptı” diye bakmalarında fayda var. Tek bir blok talebin başlattığı hareketlere bakın!

Yazının devamı...

Uluslararası politikada bir şeyler oluyor!

2007’den başlayalım; Kerkük’te referendum yapılacaktı. Zamanın ABD Dışişleri Bakanı Rice, bizzat kendisi giderek, bu referandumun yapılmayacağını açıkladı. Araya küresel kriz girdi. Alınan önlemler şimdilik işe yaramasa da yangının “kontrol altına alınmasına” yardımcı oldu. Ve önemli aktörler yeniden “işlerinin başına” döndüler.

Bizim yerel seçimlerin hemen öncesinde ilk olarak IMF, Başbakanı adres göstererek (ki normalde ülkeyi ya da hükümetleri adres gösterirken) program için yeniden görüşebileceklerini açıkladı. Hemen ertesinde ABD’nin yeni Dışişleri Bakanı Bayan Clinton Türkiye’yi ziyarete geldi ve “müjdeyi verdi”. Obama ilk müslüman ülke olarak Türkiye’yi ziyaret edecekti. Çok önemli bir gelişmeydi bu.

Birbiri ardına yaşanan bu gelişmeler akıllara hemen bir soru getirmiyor da değildi hani... ABD bizden bir şeyler mi istiyordu? Batağa saplandıkları Afganistan’da işin taşeronluğunu bize mi yaptırmak istiyorlardı? Yoksa Irak’tan çekilecekleri zaman reddedilen ilk “tezkerenin” tersinin, yani çıkarken Türk topraklarını kullanmak mı istiyorlardı? Ya da Irak’ta ABD’nin bıraktığı boşluğun Türkiye tarafından mı doldurulmasını istiyorlardı?

Akıllara gelen bu sorulara yanıt bulunmamışken, son günlerde uluslararası politikada iki ayrı konuda hızlı gelişmeler yaşandı. İlki; Türkiye’nin NATO genel sekreterliği için aday olan Rasmussen’e karşı olmasıydı. Karikatür krizi ve Roj TV konularından dolayı Türkiye, Rasmussen’e “bir karşıydı, bir değildi”. Cumhurbaşkanı Gül adaylıkta sorun görmezken, Başbakan Erdoğan önce “kişisel olarak” karşı çıktığı adaylığa; Obama ve Merkel’in çabalarının yanı sıra Oli Rehn’in AB adaylığı konusundaki tehditleri ve Berlusconi’nin gayretleri sonrasında “ünvanıyla” evet demiş durumda.

Belki hatırlarsınız; yakın geçmişte Nato’nun askeri kanadına geri dönmeye hazırlanan Fransa için de Türkiye’nin çekinceleri olduğu ve “evet demesinin” koşulları olacağı konuşulmuştu. Fransa, Türkiye’de fazla yankı uyandırmadan sessiz sedasız Nato’ya geri dönüverdi.

Yakın zamandaki ikinci gelişme ise Ermenistan sınırının açılmasıyla ilgili söylentiler. Sınırın açılması için; Azerbeycan ile Ermenistan arasındaki Dağlık Karabağ sorunun çözümünü ön şart olarak öne süren Türkiye bundan vaz mı geçiyor? Üstelik bu “açılım”; “karındaşımız” Azerbeycan’ı küstürmek pahasına mı yapılıyor?

Uluslararası politika mutlaka çok karmaşık denklemlerle örülmüş durumda. Ancak bu denklemlerde Türkiye’nin taviz veren taraf gibi görünmesi, ya da pazarlık sürecini kontrol eder gibi görünüp sonrasında neden “iddialarından” ve savlarından vazgeçmesini anlamak hayli zor! Ya da ne adına? NATO Genel Sekreter Yardımcısı’nın ya da Afganistan’daki resmi temsilcinin Türk olması verilen tavizler için anlamlı bir karşılık mı?


Gelelim piyasalara...

Haftaya Obama’nın ziyareti ile başlayacağız. Tabii ki yeni seçilmiş ABD Başkanı’nın ilk müslüman ülke olarak Türkiye’yi seçmiş olması önemli. Hem Türkiye hem de müslüman dünya ile yeni dönemde izlenecek ABD politikaları adına vereceği mesajlar daha da önemli. Tabii ki bir misafir olarak; kamuoyunun hoşuna gidecek, gururlarını ve gönüllerini okşayacak mesajlar verecektir.

Bu hava piyasalarda yaşanmakta olan olumlu havayı destekleyecektir. Geçtiğimiz hafta içinde dolar/TL kurlarında 1.62 seviyelerinin tutacağını belirtmiştim. Ancak haftalık kapanışın 1.62’nin oldukça altında olması; 1.5660 seviyesi yeni hedef ve önemli bir destek seviyesi olarak karşımıza çıkarıyor. Yine de bunca olumlu havaya rağmen bu seviyenin aşağı geçilmesi zor olabilir.

Obama ve olumlu havanın katkısıyla; İMKB’de 27.400-27.750’ye kadar bir hareket olabilir. Dow Jones Endeksi’ndeki 7.990-8.275 arasına kadar yaşanabilecek bir hareket İMKB’deki böylesi bir yükselişi destekler. Kısa vadede hisse senedi piyasalarında yükseliş hareketinin hız kesmesi ve bu hafta içinde düzeltme benzeri geri çekilmeler görme ihtimali yüksek.

Dow Jones’ta 7.720 ve ardından da 7.560 seviyelerine; benzer bir şekilde İMKB’de de 26.025 ve ardından da 24.900’lere kadar devam edebilecek bir geri çekilme yaşanabilir.

Bu düzeltmelerin ya da geri çekilmelerin; yükselişin devamı açısından sağlıklı olduğunu akılda bulundurmakta fayda var.

Yazının devamı...

G-20 çığır açacak mı?


G-20’lerin Perşembe günü yaptıkları toplantıdan yepyeni bir dünya çıkmadı! En önemli kararlardan birisi; dünyanın “finansal bekçiliğinin” ilk aşamada IMF’ye verilmiş olması. Halihazırda var olan ve pek de bir işe yaramadığı anlaşılan “Finansal İstikrar Forumu” yerine “Finansal İstikrar Kurulu-Financial Stability Board (FSB)” adlı yeni bir kurul oluşturulacak! IMF ile birlikte çalışarak, dünyanın finansal sistemi ile ilgili olarak “erken uyarı sinyalleri” üretecek, alınması gereken önlemler ve finansal sistemin yeniden şekillendirilmesi konusunda öneriler hazırlayacak!

IMF’ye verilen yeni rol gereği; daha önce sağlanacağı konuşulan 250 milyar dolarlık kaynağın 750 milyara çıkarılmasına, kalkınma bankaları aracılığıyla başta gelişmekte olan ülkeler olmak üzere 100 milyarlık ek borç imkânı tanınmasına karar verildi. G-20’ler uluslararası dış ticaretin finansmanına destek sağlanması için 250 milyar dolarlık bir kaynağın da devreye alınması (ki bu konuda IMF’nin altın satışı bile söz konusu olabilecek, altın fiyatları için kötü haber!) konusunda mutabakata varmışlar.

Bu rakamlar piyasaların beklediğinin çok üzerinde. Coşkunun sebeplerinden biri “zoraki ortak mutabakat” ise diğeri de 1.1 trilyon doları bulan “küresel paketti”.

Zirveden ayrıca çevreye daha duyarlı, “daha yeşil” olma kararı ve merkez bankalarının faizleri düşürerek aldıkları önlemlere “övgü” çıktı.

G-20’lerin sonuç bildirgesinde yer alan; kamu finans sistemini korumak adına her türlü önleme hazırız ve buna bağlı olarak “bankacılıktaki gizlilik artık bitmiştir” en önemli vurgulardan birisi olsa gerek! AB’nin baskısıyla hedge fonlara, vergi cennetlerine “daha fazla kontrol” de sonuç bildirgesinde “daha fazla” yer buldu.

Toplantıdan Türkiye ve gelişmekte olan ülkeler kârlı çıkmış görünüyor. Aslında aralarındaki sosyal güvenlik ve kriz çözüm yöntemleri konusunda G-20’de de anlaşamamış olan ABD ile AB, açıklanan paket ile gelişmekte olan ülkeleri “ayak altından” kaldırdılar. Onların “arıza çıkarmalarını” engelleyip, kendi aralarında bu meseleyi çözmeye karar verdiler.

Bu arada maalesef ABD; kendi krizini tümüyle dünyanın geri kalanına “ihraç” edebilme şansını elde edememiştir.

Aylardır beklenen bu toplantıdan toksik varlıkların nasıl çözümleneceğine dair bir yaklaşım çıkmadı. Bu sorun çözülmeden krizin nasıl çözüleceğini birisi lütfen dünyaya anlatsın da anlayalım.

Yine para “saçarak”, likidite vererek bir çözüm aranıyor. Sahi bu kriz fazla likiditeden çıkmamış mıydı?

Bu haliyle G-20 toplantısı çığır falan açamaz! Üç-beş buluşma sonra belki...

Yazının devamı...

Küresel plan işe yarar mı?

Bugün G-20’ler toplanacak ve “küresel bir plan” için mutabakat arayacaklar. Ev sahibi İngiltere Başbakanı Gordon Brown muhtemel bir planın (büyük ihtimalle kabul edilmiş olan) ipuçlarını verdi.

Küresel ticaret, finansal düzenlemeler, yeni istihdam yaratma ve ekonomik büyümenin temini için 100 milyar dolarlık bir “küresel paket” açıklanacak. IMF’ye; gelişmekte olan ülkelere açacağı krediler için 250 milyar dolarlık ek kaynak sağlanacak. (Bu arada G-20 üyesi olarak Türkiye, IMF’ye bir taraftan kaynak sağlayacak, diğer yandan IMF’den kredi kullanacak!)

Brown’un bu açıklamaları kıta Avrupası’nın iki lideri Sarkozy ve Merkel’den pek destek bulmadı. Başta “vergi cennetleri” olmak üzere önceliklerini finansal piyasaların yeniden düzenlenmesi olarak belirlemiş olan Avrupa ile piyasalara para vererek çözüm arayan ABD’nin henüz daha anlaşamadığı görülüyor. G-20’nin önemli aktörlerinden Japonya’nın Başbakanı Taro Aso da Almanya’nın “destek paketlerinin” ne kadar önemli olduğunu anlamadığını söyleyerek bir anlamda ABD’yi destekliyor. (Bu arada 10 yıldır kendi toksik/batık kredi sorunun çözemeyen ve bu süre zarfında “sıfır” faiz politikası izleyen Japonya, neden yine bir teşvik paketinden söz eder anlamıyorum!) Yeni bir rezerv para önerisini yapan Çin de bugün yapılacak toplantıdaki farklı seslerden bir diğeri.

Bu toplantıdan şöyle ya da böyle bir sonuç çıkacağına inananlarla, Brown’un zikrettiği rakamları duyan piyasalar yine “olumluyu” satın almayı tercih etti. Borsalar toparlarken, özellikle gelişmekte olan ülke para birimleri değer kazandı. Üstelik euro/dolar cephesinde çok da büyük bir değişiklik yokken...

Gün içinde 1.6750’ye kadar yükselen dolar/TL kurları, gün sonunda önemli teknik seviyelerden biri olan 1.6250 seviyelerine kadar değer kazandı. Bunda Başbakan Erdoğan’ın IMF’le ilgili açıklamaları da etkili oldu. Bugün 1.6150-1.62 bandının da test edilmesi mümkün.

Gelelim asıl soruya; G-20’den yukarıdaki parasal “teşvikleri” içeren bir paket çıkarsa bu işe yarar mı? Trilyonlarca dolarla çözülemeyen kriz; toplamı 350 milyar doları bulacak bir paketle mi çözülecek? Hiç sanmam. Bana göre “kavramsal tartışmada” AB haklı. Paranın çarçur edilmeyeceği yeni bir düzen kurulur, ya da bunun kararları G-20’de içinde ortak mutlak bir mutabakatla alınır ancak o zaman konuşulan paralar işe yarar. Haa bir de korumacılık ve “rekabetçi devalüasyonlar” meseleleri var ki, bundan sonraki dönemde “küresel barış” için hayati önem taşır hale gelen iki konu.

G-20’lerin bu konuları ne yazık ki zaman içinde ele alma şansları yok, tümü konusunda bir mutabakata varıp, hepsini bir seferde “küresel teşvik paketinin” içine koymaları şart!


Yazının devamı...

Piyasaları seçim sonuçları mı bozdu?

Kim ne derse desin “halk doğrusunu biliyor”. Kimse bunu göz ardı etmemeli, hele ki politikacılar...

Yerel seçimlere dair birçok yorum yapılacak. İlk gözlem; belki Başbakan’ın sert üslübu, belki Ergenekon, belki ekonomik kriz ve dolayısıyla işsizlik, belki de belirlenen adaylar nedeniyle; iktidar partisinin çok yönlü propagandasına rağmen “beklendiği” kadar yüksek oy alamadığıdır.

İl Genel Meclisi bazında bakıldığında oy düşüşünün, muhalefetin başarısından çok halkın “sağduyusundan” kaynaklandığını düşünmek daha yerinde olacaktır.

Seçim sonuçları piyasalara ne getirir?

1- IMF ile anlaşmanın yapılması artık kaçınılmazdır.

2- Hükümet; AB ve IMF “çift çıpasını” yeniden oluşturacaktır.

3- Kabinede ciddi bir revizyon yapılacaktır.

4- Tek parti, tek adam; beklentileri/korkuları yeniden sorgulanacaktır.

Kabine revizyonu mu yoksa IMF anlaşması mı yapılacak piyasalar açısından önemli. Zira önceliğin hangisine verileceği, başbakanın önceliklerini de ortaya koyacaktır. IMF anlaşmasına öncelik verilmesi, heleki “çift çıpanın” yeniden öne çıkması; dikkatin en kısa zamanda yeniden ekonomiye kaydırılacağını göstermesi açısından önemli, piyasaları rahatlatacaktır.

Uzun vadeli sonuçlarını bir yana bırakırsak dünün ilk saatlerinden itibaren yerel seçimler yerini hemen “küresel gelişmeler” geri aldı. 2 Nisan’daki G-20 toplantısından ABD-Avrupa mutabakatı çıkamayacağından endişe eden küresel piyasalar yeniden “kriz havasına” büründüler. Başta Almanya ve Fransa olmak üzere, daha sıkı kontrolden ve yeni düzenlemelerden yana olan AB; bu krizin çözümü konusunda; sürekli olarak yeni paketler açan ABD’den çok farklı düşünüyor.

Halbuki “küre” artık bir mutabakata varılmasını ve krize radikal çözümler üretilmesini istiyor. Bunun ol(a)mayacağı fikrinin güçlendiği anlarda; başta gelişmekte olan ülke paraları olmak üzere; önce pariteler, ardından da borsalar bozuluyor. Dünkü yaşananlarda seçim sonuçlardan çok bu “anlardan” birini yaşıyor olmasının önemi büyüktü.

Piyasaların ne yöne gideceği; seçimin yarattığı toz duman yatıştıktan ve de G20’den “net bir karar” oluştuktan sonra açıklığa kavuşacak.

Herkesin dikkatle izlediği kur cephesinde dün yaşananlarda bu konuların netleşmemiş olması ve de euro/dolar paritesinin 1.3250’nin altına inmesinin payı vardı. Ne olacak derseniz, pariteden 1.6890’nın üzerinde kalındığı sürece 1.7125 seviyesi önem kazanacaktır. Hele ki parite 1.2950’lere doğru hareket ettiği takdirde üst bant daha da önem kazanacaktır.

Kurların ne olacağı bile; seçimlerden çok; G-20’lere, yani küresel kararlara bağlı artık!

Yazının devamı...

Reform olmadan trilyonlar yeter mi?

Yerel seçimlerin resmi sonuçları ne olursa olsun; piyasalara etkisi kısa vadeli olacaktır. Seçim öncesi; önceki seçimleri en iyi tahmin eden iki kurumun tahminlerindeki gibi iktidar partisi ister yüzde 40 ister 48 almış olsun, hemen yarın küresel gelişmlere geri döneceğiz.

Bu hafta 2 Nisan’da G20’ler, Kasım toplantısından sonraki ikinci toplantılarını yapacaklar. Bu toplantının illâki başarılı olmasını isteyen ev sahibi İngiltere’nin Başbakanı Brown’un yapmış olduğu “turlar” sonrasında 2 trilyon dolarlık bir “canlandırma paketi” üzerinde anlaşıldığı haberleri çıktı. Alman Der Spiegel’in haberi sonrasında hafta sonu İngiliz Dışişleri Bakanı Miliband bunu yalanladı.

Şu ana kadar küresel kriz için açıklanan “paketlerin” toplamı 12 trilyon dolara ulaşmış. Yine de dip bile bulunamamış?! ... G20’lerden gelecek 2 trilyon mu bu işe “dur diyecek, dibi bulduracak?”

Diyelim ki evet. Bu parayı kim verecek G20’lerden? IMF, Japonya’nın sağladığı 100 milyar dolarlık kaynak için “bayram ederken” yeni paket için gerekli fonları kim sağlayacak? En iyi canlandırma paketi, maliyetini “komşunun ödediği” pakettir diye düşünüldüğünde peki “komşu” kim olacak? ABD mi yoksa Avrupa mı? Başta Almanya ve Fransa olmak üzere, daha sıkı kontrolden ve yeni düzenlemelerden yana olan AB, bu krizin çözümü konusunda; sürekli olarak yeni paketler açan ABD’den çok farklı düşünüyor.

Alman hükümet yetkililerinin “sızdırdığı” ileri sürülen 2 trilyonluk paket haberi, Fransa ve Almanya’nın; Brown ve Obama cephesine karşı bir tavrı mı? G20’lerden; dünyanın bugünkü finansal mimarisinin şekillendiği 1944’teki Brettonwood benzeri önemli sonuçlar bekleyenler ya bu zirveden umduklarını bulamazlarsa?

1945’ten bu yana ilk kez küresel olarak küçülecek dünya ekonomisinde yeni reformlar yapılmaksızın saçılacak paralar krizi sadece kısa bir süre için öteleyebilirler. 2 trilyon dolarlık yeni paket kısa bir süreliğine “coşku” yaratır, sonrasında yeniden hayat “normal” düşüş seyrine geri döner! Tıpkı Fed’in ilk faiz indirimleri sonrasında Dow Jones’un yeni zirve görmesi gibi...

Kısaca seçimler ve bu hafta...

Genel olarak seçim sonuçlarında dramatik değişimlerin olmasını beklemek hata olur. Detaylar mutlaka önem taşıyacaktır ancak piyasaların bunları ilk aşamada “fiyatlaması” hayli güç. Piyasalar açısından ilk ve en önemli gösterge IMF anlaşması olacaktır. Seçimin tozları yatıştıktan, G20’den gelecek haberlerden sonra bu konudaki resim daha netleşecektir.

IMF ile bir anlaşmanın yapılmayacağı herhangi bir şekilde fiyatlara yansımış değil. Netleşene kadar dolar/TL kurlarında bu hafta boyunca 1.62’nin üzerinde kalınma ihtimali hayli yüksek. Daha dikkatli izlenmesi gereken taraf, bono faizleri olacaktır.

Yarın hem ay sonu, hem de çeyrek sonu. Gerek yurt içi gerekse yurt dışındaki piyasalarda “yumuşak” bir seyri izlenebilir. Ancak sonrasında özellikle ABD hisse senedi piyasalarında aşağı yönlü bir düzeltme ihtimali artacaktır. İMKB de benzer yönde etkilenebilir.

Yazının devamı...

Plan işe yarayacak mı?

Geithner’in açıkladığı plana dair beklentiler ne olursa olsun, elde bir planın olması piyasaların hoşuna gitti. Planda iki ana yöntem benimseniyor.

Halen daha bankaların bilançolarında bulunan toksik kredileri alacak bir fon kurulacak. Bu fonun kurucuları dört beş yönetici aday arasından seçilecek. Fon sermayesinin altı katı daha borçlanabilecek ve bu borçlanma için FDIC (ABD’nin TMSF’si) garantör olacak. İlk sermayenin yarısını özel sektör, yarısını da devlet koyacak. Planın bu kısmı, özel sektör “kılıfı” ile devletleştirmenin ta kendisi. Özel sektör 12 birimlik riskin sadece birini alıyor, 11 birimi devlette kalıyor.

Planın ikinci bölümündeyse varlığa dayalı, ancak kendisi toksik hale gelmiş menkul kıymetlerin devralınması var ki burada 1 birimlik özel sermayeye karşın devlet 2 birim fon koyacak. Gerekirse de özel sektörün 1 birim daha para koymasını isteyebilecek.

Her iki fon yapısında da yönetim özel sektörden gelenlerden olacak. Özel sektör de sermaye koyduğu için fiyatlamanın daha adil yapılacağı “varsayılıyor”.

Planın net olmayan kısmı; yeterli tahsilat yapılamadığında; tahsil edilen kısmın devlet ile özel sermaye arasında nasıl paylaşılacağı. Eğer ilk payı devlet alacak olursa, özel sektör bu işe yanaşmaz. Aksi takdirde de bu plânı senatodan ve “kamuoyunun vicdanından” geçirmek hayli zor olabilir.

Yine de elde daha iyi bir plan olmadığından; “daldaki iki baykuştan dahi iyi olan eldeki bir kuş” misali piyasalar bu planı satın almayı tercih ettiler. Senatodan aksi bir haber gelmedikçe de olumlu hava devam edecektir.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.