Haberin Devamı
Kendisini ifade edemeyen bir millet olduğumuzdan yakınırız sık sık. Ermeni tezlerinin dünya ölçeğinde genel kabul görmeye başlaması üzerine, aynı yeise kapıldık yine.
“Anlatamamışız kendimizi demek ki dünyaya” dedik, gem vuramadığımız kederler içinde.
Bunları söylerken, geçtiğimiz kasım ayında ülkemizin ilk ve tek edebiyat festivalinin, üstelik “İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali (İTEF)” adıyla düzenlendiğini çoğumuz bilmiyorduk.
“Ne ilgisi var?” demeyin: Bir kültürün kendisini ifade etmesinin en sağlam yollarından birinin edebiyat olduğu, günümüz dünyasında tartışılmaktan çoktan vazgeçilmiş bir kabul. Belki yüzeyde sinema kadar hızlı yol almıyor ama derin etkisiyle birleştiriyor ufukları.
Bugün İrlanda’yı Joyce olmadan, İtalya’yı Pavese, Arjantin’i Borges, Japonya’yı Murakami olmadan “sahiden” anlamak mümkün mü? Değil kuşkusuz... Tıpkı, Tanpınar’ı okumuş bir dünyalının Türkiye’ye karşı olumsuz yargı beslemesinin kolay olmayışı gibi.
Ama tanınmak, öncelikle “tanımayı” gerektiriyor: Enis Batur, vaktiyle Kitap-lık dergisine edebiyat ve konvertibilite üzerine bir yazı yazmıştı. “Karşılıklılık ilkesi esastır” demeye getiriyordu: “Tanınmayı ne kadar istiyorsak, o kadar tanımak zorundayız.”
İTEF, işte bu amaçla tekrar yola çıktı. Edebiyatımızı dünyaya tanıtmak ve dünya yazarlarını İstanbul’da bir araya getirmek için. Şu anda da zorluklar karşısında bir kurumsallaşma mücadelesi veriyor.
Festivalin önemi, gelişkin ülkelerde karşılaştığımız türden bir girişim olmasından değil yalnızca; süreklilik kazandığı takdirde, insanlığın bilincini inşa edecek yazarlara ülkemizi ve kültürümüzü gerektiği gibi tanıtacağı için. Sonraki girişimlere cesaret vereceği için.
Bu yüzden desteklenmesi, hatta yatırım aracı olarak görülmesi gerektiğini düşünüyorum İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali ve benzeri açılımların. Kaçıncı ligde oynadığımızı gösteren, biraz da böyle şeylerdir.