Bir olaya bakarken herkesin ilk tepkisi, ilk aklına gelenler farklıdır, mesela şu yeni bavul olayı gibi.. Yüzlerce insanın somut delil sayılamayacak, bir plandan söz eden iddialar ve varsayımlarla hapse atılmasına ve hayatından yıllar çalınmasına neden olan bavulcu gazeteci yeni bir bavulla ortaya çıkmış. 2004’de yapılan MGK toplantısında “Gülen Cemaati’ni bitirme kararı alındığını, İçişleri, Dışişleri Bakanlıkları ile MİT görevlendirildiğini” gösteren belgeler var bavulda..
Hükümet olayı reddetmiyor, tam aksine kabul ettiğini anlatan şu açıklama twitterdan Başbakan’ın Başdanışmanı Yalçın Akdoğan’dan geliyor “Hükümet 2004’teki MGK kararlarını yok hükmünde kabul etmiş, hiçbir Bakanlar Kurulu kararı alınmamış, hiçbir işlem yapılmamıştır” ..
Neden karar alındı?
Toplumun hemen sorma hakkı var; bu takdirde neden o kararları alma gereği duydunuz? Demek ki “o günün şartlarında” böyle bir sorun olduğu düşünüldü ve çözüm üzerinde MGK’da anlaşmaya varıldı. Demek ki her olayda “o günün şartları” gözetilmeli ve siyasetçilerin sık sık yaptığı gibi “geçmişteki olaylar bugün olmuş ve o günkü şartlar hiç önemli değilmiş” suçlamalar yapılmamalı, öncelikle bu sonuç çıkıyor..
Sonra altında “Başbakan ve Bakanlar Kurulu’nun imzaları” olan bir karar için sonradan yalanlama yapılabiliyorsa bugüne kadar hapis cezaları verilen son yıllardaki tüm davalar için de yapılabilir. “Islak imza” bulunan belgeler için “mazeret” kabul edilebilirse “bu belgede ıslak imza vardı” denen diğer davalar için de edilmelidir. Hele de altında imza bile bulunmayan ve mahkemelere “gerçek belge” gibi sunularak “belgeymiş gibi” kabul edilen sahte belgeler için davalar yeniden açılmalıdır.
Hükümet uygulamasaydı..
Gelelim 28 Şubat MGK kararlarına.. Bu durum ışığında; 28 Şubat’ta o günkü hükümetin, özellikle Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller’in bir tepki göstermeden, hatta “tam bizim beklediğimiz karar, işimize yarar” diyerek (ıslak!!) imzaladığı kararlar için yıllar sonra yüzlerce askeri hapsetmek olacak şey değildir. Demek ki MGK’da tartışılan kararlar “HÜKÜMET İSTEMEZSE” uygulamaya konmayabiliyor. Bu takdirde “28 Şubat MGK kararlarının uygulanmasının bir numaralı sorumlusu” benim bugüne kadar bu konudaki tüm yazılarımda belirttiğim gibi o günün hükümetidir.
Büyük çelişki!
Eğer onlar “biz altına imza atmıyoruz” deseler veya uygulamaya koymasalar ve ordu o zaman bir müdahalede bulunsa ancak o takdirde bir darbeden söz edilebilirdi.
Kısacası, eğer bir tarafta “Hükümet ile Fethullah Gülen’i bitirme planı yaptılar” diyerek veya “28 Şubat darbeydi” diyerek insanlar ömür boyu hapis cezalarına mahkum edilirken “Fethullah Gülen’i bitirme planı” sayılacak başka kararlar için “yok hükmünde saydık” demek esaslı bir hukuk çelişkisidir!
Elbette ‘yüzmeye’ gitmemişlerdi!
Mahkeme Gezi eylemleri davasında 23 kişiyle ilgili olarak “Deniz gözlüğü, kask ve sirke silah değildir” kararı vermişti, Savcı Nazmi Okumuş “Eylemciler Taksim’e yüzmeye gitmediler” cevabını vermiş.
Tabii, nasıl ki deniz gözlüğüyle yüzmeye gitmedilerse kaskla “motorsiklete binmeye”, sirkeyle de “salata yapmaya” gitmemişlerdi. Süslü ve popülist cümleler yanlış kararları gizlemeye yetmez. O günlerde Taksim tarafında oturan veya bir iş için o semtten geçmek zorunda olan birinin, Alman Yeşiller Partisi Lideri Claudia Roth, yaşlı insanlar veya bebekler dahil herkesin; polis tarafından sıkılan biber gazıyla, içinde vücutta yaralar açan kimyasallar bulunan gazlarla, kafasına alacağı cop darbeleriyle veya sıkılan tazyikli sularla beyin üstü düşerek hastanelik olması son derece mümkündü. Ve yüzlerce kişi bu nedenlerle hastaneye kaldırıldı, 5 genç hayatını kaybetti, çok sayıda insan “gözünden” oldu.
Onun için Savcı’nın deniz gözlüğü veya kask takanlara, biber gazı için sirke taşıyanlara “yüzmeye gitmediler ya” gibi bir neden bulması komiktir, çocuklar bile bunun açıklamasını yapabilir. Bir çocuk çağırıp sorsun isterse! “Devlet, yargı cinayette bile suçlunu değil, mağdurun yanında yer alıyor” diyenler haksız mı, bu soruyu da kendisine sorsun!
Şu ‘Alevi’ hikayesi!
Emniyet biliyorsunuz “Gezi’deki şüphelilerin yüzde 78’i Alevi’ydi” gibi akla ziyan, laik devlete ise hüsran bir açıklama yaptı biliyorsunuz. Hemen diğer tarafta “bir militan kadar taraf” olduğu herkesin malumu bir kadın gazeteci görev çıkarıp veya ortaklık edip “Gezi protestoları Alevi ayaklanmasıdır” demiş.
Diyanet başta..
Gerçek, tarafsız, dünya standartlarında gazetecilik yapan Aslı Aydıntaçbaş ise twitterda “Bu iddiayı ortaya atanlar oradaki öğrenciyle, solcuyla, Kürtle konuşmadılar, zahmet edip girmediler bile” demiş ve eklemiş “Ve bunun adı gazetecilikse ben herhalde başka iş yapıyorum”.. Gazeteciliğin “kendisinin yapmakta olduğu” iş olduğuna hiç şüphe yok ama bir ekleme yapmak istiyorum.
Gezi gösterilerini sadece Park’taki öğrenci, solcu veya Kürtlerle sınırlamak da doğru değil.. Günler boyu tüm illerde “polis şiddetine ve baskılara, öldürülen gençlere tepki olarak” sokaklara sel gibi akan, diğer ülkelerde bile destek veren yüz binlerce vatandaş arasında “her görüşten, her yaştan, her meslekten, her inançtan, her kökenden, hatta yabancı” sayısız insan vardı.
Bu da, artık “Diyanet’in TÜİK’e yaptırdığı anketteki mezhep soruları başta olmak üzere” arka arkaya çeşitli ağızlardan ve kurumlardan “mezhep ayırımcılığı ve toplumda bu konuda tepki yaratma gayretleri” görülmesi de son derece önemli. Mezhep kavgaları yaşayan ülkelere dönmemek için çok dikkatle izlenmesi gerekiyor.