Yani gerçekten insanın “duydukça küçük dilini yutası gelen” olaylar yaşanıyor bu ülkede.. Sadece bununla da kalınmıyor, toplumun hukuk, demokrasi, insan hakları, güven duygusu gibi temel tüm değerleri, hayatı “yaşanmaya değer” kılan tüm duyguları yok oluyor. Göz göre göre bir “düşüş”, bir “erozyon” yaşanıyor.
MIŞ GİBİ..
Nasıl yaşanmasın ki? “Demokrasiye, düzene karşı bir suç işlemişsem kendimi Taksim’in ortasında yakarım” diyen “zeybekçi Paşa”dan, bilgisayarlarına dışarıdan gönderilen virüsleri “bilirkişi raporlarıyla, TÜBİTAK raporlarıyla belgelenmiş” gazetecilere, subaylara, iddianamelerde yer alan ve “2003 yılına ait” denen bilgilerin “aslında o tarihte mevcut olmayan” veriler içerdiğinin belgelenmesine kadar neler duyuluyor ama sanki “duyulmamış gibi” yapılıyor..
Düşünün, “2003’te yazıldı” denen raporda “kriptolu (emniyetli) telefon” geçiyor, Genelkurmay “bu telefonlar 2008’de dağıtıldı” diyor ama yargı dinlemiyor. Belediye “İddianamede ismi geçen sokak ve caddelerin adı o tarihte farklıydı, 2007’de değişti. Eminönü-Vezneciler hattında o tarihte söz edilen tramvay mevcut değildi” diyor, mahkemenin umurunda bile değil.. Belgelerde “normal şartlarda olması imkansız imla hatalarının benzer şekilde tekrarlandığı” ispatlanıyor, hiç fark etmiyor.. Bunca hata ve bilgisayar saldırısından sonra mahkeme hala en ağır suçlamalarla ya “tutukluluğun devamına” veya 16 yıl, 18 yıl hapis cezalarına karar veriyor.
BASKI VAR MI?
Balyoz davası isimli davaya bakan mahkemenin başkanı “kimse bize baskı yapamaz, telefonum yanımda bile değildi” demiş. Bu baskının “kimler tarafından” yapıldığı öne sürülüyor bilmiyorum, hemen karar anında telefonla mı yapılmalıdır, önceden olamaz mı ve hatta “sadece hissedilmesi” yetmez mi bu da tartışılır ama asıl mesele bu kararların “adalete güven”i iyice sarsmış olduğudur. Ve sanıyorum, “toplumun büyük çoğunluğunun kesinlikle aynı fikirde olduğunu, toplum vicdanının rahatsız olduğunu” da görmemek mümkün değil. Bu rahatsızlığa bir de “Hilmi Özkök ile Aytaç Yalman’ın nedense ısrarla mahkemede konuşmaya davet edilmeme-si”ni ekleyin, o da unutulacak gibi değil.
Balyoz’da da, Odatv davasında da çok fazla ihmal ve hata göze çarpıyor. Ve hepsi o kadar önemli, gözden kaçmayacak gibi olmasına rağmen “kaçırılan” hatalar ki Türkiye aynen yıllar sonra 27 Mayıs darbe döneminde olanları, 12 Eylül darbesini, 27 Nisan muhtırasını tartıştığı gibi yargının bu davalardaki “görme bozukluğu”nu, yaptığı haksızlıkları asla unutmayacaktır.
Bakın mesela, Odatv davasında diğer görevli gazeteciler “bilgisayarlarına virüsle dışarıdan gönderilen dosyalar” anlaşıldığı için tahliye olmalarına rağmen aynı nedenle tutuklanmış olan Soner Yalçın bırakılmıyor. Yalçın’ın avukatları TÜBİTAK’a özetle, tahliye olan “Müyesser Yıldız ve Barış Pehlivan’ın bilgisayarlarına ‘aynı tarihte, aynı kaynaktan, aynı yöntemle, aynı virüsle, aynı kabiliyete sahip zararlı yazılımla (uzaktan yönetim ve dosya atma) özel hedefli sosyal mühendislik saldırısı yapılması.. Ve bu dosyalar üzerinde ilgili bilgisayar kullanıcıları (Yıldız ve Pehlivan) tarafından hiçbir işlem gerçekleştirilmemiş olması toplu olarak düşünüldüğünde ilgili dosyalardaki tüm delil bilgilerinin zararlı yazılım aracılığıyla gönderilme ihtimalini güçlü kılar mı” sorusunu sormuşlar. Toplam 6 soru içinde bu da var.
ÇELİŞKİLİ ADALET
Dava devam ettiği için sanıyorum açıkça “Odatv davasından tutuklanıp uzun süreler sonunda serbest bırakılan Yıldız ve Pehlivan’ın bilgisayarlarına dışarıdan gönderildiği ispatlanan virüsle ne yapılmışsa diğerlerine de aynı şey yapılmış. O zaman Soner Yalçın neden hala tutuklu” diye sorulamıyor ama görülen o ki durum aynen böyle.. Peki düpedüz mantıkla, fazla kafa yormadan bile bu nasıl adalet, nasıl çelişkidir diye sormaz mısınız?
SİZE DE ÇIKABİLİR
Eğer bu adalet diye kabul ettirilecekse “bundan sonra bilgisayar kullanan hiç kimse kendini güvende hissedemez, piyango gibi kim istenirse ona da çıkabilir” demez misiniz? “Tak diye virüsü gönder, şak diye tutukla, fazla kolay değil mi” diye sormaz mısınız?
Toplumun aydın ve adil insanları bu soruları sormak ve “adalet”i istemek zorundadır. Hiç vazgeçmeden!
TDH şu soruyu sorsun!
Mustafa Sarıgül’ün “Türkiye Demokrasi Hareketi”nin Genel Sekreteri Hasan Aydın “AB devleti oluyorsa, Türkiye Birliği Devleti de olur. Federal Almanya oluyorsa Federal Türkiye de olur. Türkiye Birleşik Devletleri olsun” demiş. Kürtlerin yaşadığı bütün sınırları içine alarak Türkiye’nin büyümesinin mümkün olduğunu da söylemiş.
Herhalde son cümleyle de Irak Kürdistanı ve şimdi Suriye’de PKK’nın ele geçirdiği (ilerde Batı Kürdistan diyecekleri) illeri filan kastediyor. Tabii buna gelecekteki İran planlarını da dahil etmesi mümkün.
Ama aslında bu teklifi getirmeden önce Hasan Aydın’ın PKK’ya “Türkiye’de nereden nereye kadar bir bölgeyi istiyorsunuz? Hangi sınırlar için binlerce Türk vatandaşını öldürdünüz” diye sorması lazım. Her şeyi eksik yapmakta üstümüze yoktur ama artık burada olmaz değil mi?
VATAN’ın 10. yaşı!
Sevgili VATAN gazetemizin 10’uncu yaşı İstanbul Boğazı’nda “Suada”da kutlandı. 10 yıl önce onu kurmak için yola çıkıldığında neler yaşadık, ne zorluklarla bunu başarıp o günden bugüne geldik.. Okuyucu bunların çoğunu bilmez, sadece gördüğüne göre karar verir ve bence gazeteciliğin zor taraflarından biri de budur..
VATAN gecesindeki Erol Evgin konseri de her konseri gibi unutulmayacak kadar güzeldi. Adeta “zamanla alay eden” Evgin aynı gençlikle (sevgili Melek Baykal’ın deyimiyle “buza yatırılmış gibi”), aynı enerjiyle en sevilen şarkılarını aralarda esprilerle, fıkralarla süsleyerek söyledi ve kalabalık bir davetli korosu da ona eşlik etti. Sizi bilmem ama ben onu dinlemeye doyamıyorum.
Müzik yeteneği kadar “fıkra anlatma” yeteneği de var Erol Evgin’in.. Karadenizliler’den söz ederken anlattığı fıkra mesela. Temel’e sormuşlar; “Türk kadınları mı, Rus kadınları mı” diye.. “Hiç düşünmeden Türk kadınları” demiş. Ve eklemiş “Düşünürsem Rus kadınları”..
Ülkemizin içinde bulunduğu sıkıntıları, teröre verdiğimiz şehitleri düşündükçe insanın canı eğlenmek filan istemiyor. Ama VATAN’ın yıldönümü gecesi gayet ölçülü, sakin ama hoş bir kutlamaydı. Daha nice yıllara (ve umarım daha özgür bir toplum ve basın olarak) siz sevgili okurlarımızla inşallah!