Dün sabah ben de eşi Cemre Birand ve oğlu Umur Birand’a başsağlığı dilemek üzere Mehmet Ali Birand’ın evindeydim. Beklenmedik bir zamanda bu büyük kayıplarına rağmen onları gayet metin ve sakin görmek (halen şoku atlatmamış olmaları da büyük ihtimaldi ama) takdir edilecek bir durum olmanın yanında memnunluk vericiydi, zira ben bile gözyaşlarımı tutmakta zorlanıyordum..
Sadece çok değerli bir dostu ve yıllarca aynı çatı altında, aynı yayın gruplarında gazetecilik ve televizyonculuk yaptığım, birbirimizin programlarına katıldığımız, beni de meslektaş olarak takdir ettiğini defalarca belirterek gurur duymamı sağlamış bir medya ustasını kaybetmenin acısı değildi hissettiğim.. Bütün ülkemiz adına bu kadar iyi yetişmiş, gerçek bir aydının kaybına üzüntüm sonsuzdu.. Hiçbir ülkede olmadığı gibi Türkiye’de de Mehmet Ali Birand gibi “boşluğu doldurulamayacak, eksikliği her zaman hissedilecek” insanlar kolay yetişmiyor, onlara sık rastlanmıyor. Hayat boyu “kendini adamak ve dört dörtlük hale gelmek”le oluyor bu!
NE ÇOK SEVİLMİŞ!
Oradan çıktıktan sonra gün boyu rastladığım herkesin ilk sözü bana başsağlığı diledikten sonra “onu ne kadar sevdikleri” oldu.. Bir gün önce onun ölüm haberini TV’den duyup bana bildirirken hüngür hüngür ağlayan ve gece boyu gözyaşları durmayan kızım Yasemin’in ve karşılaştığım diğer gençlerin üzüntüsü Mehmet Ali Birand’ın her yaştan izleyicisine kendini aynı şekilde sevdirdiğini gösteriyordu..
Bir okuyucum ise yorumunda şöyle yazmıştı; “Zaman zaman ona kızdığım da oluyordu ama şimdi, ölümünden sonra içimde ne kadar yer kaplamış olduğuna kendim bile şaşırdım”.. İşte gerçek gazeteci, iyi gazeteci olmak böyle bir şey, size kızanlar bile değerinizi takdir etmekten, bıraktığınız boşluğun doldurulamayacağını hissetmekten kendilerini alamazlar. Ki bu söylediklerimi bugün “onu uğurlamaya gelen büyük kalabalıklar” da açıkça ortaya koyacaktır zaten!
HER ŞEYİ SÖYLEYEBİLİRSİNİZ
Kanal D Haber Müdürü Salih Selçuk çok güzel anlatmış Birand’ı, diyor ki; “Hiçbirimizin beklemediği bir ölümdü. Aslında o da hiç beklemiyordu. Hastaydı ama o hiçbir zaman hastalığı kendine yakıştıramadı. Mehmet Ali Birand için her şeyi söyleyebilirsiniz, duayen, gazeteci, belgeselci, programcı, yazar, her şey (muhabirliğe olan tutkusunu unutmayalım) diyebilirsiniz ama ona en yakışan sıfat insanlığıydı. Mehmet Ali Birand gerçekten insan gibi bir insandı”..
İşte budur, sıfatının “insan” olması herkesi “iyi insan, arkasından ağlanacak insan” yapamaz, yapamıyor ama Birand “insan gibi insan”dı. Hayatı “yaşanmaya değer” bulan ve en iyi, en verimli şekilde yaşayan ve başkaları için de “yaşanmaya değer” olduğunu her haliyle gösterebilen, pozitif duygular veren, nazik, düşünceli bir insan.. Tanıyanlar için aynen böyle ve onun için de katlanmak daha zor..
Dün ben de rastladığım herkes gibi kendimi onu düşünmekten bir an bile alamadım, bu nedenle yine onu yazıyorum. Bu kayba duyduğum üzüntünün çok uzun süreceğini, onun gülen yüzünü, renkli ve sıcak kişiliğini hep hatırlayacağımı biliyorum. Nur içinde yatsın.
Bir kez daha “başsağlığı” dileklerim hepimize..
Şiddet uygulayan şiddetten vazgeçmez!
Bu nedenledir ki ABD’de ve Avrupa ülkelerinde “şiddete yatkınlığı görülen” 18 yaş altı gençler ve çocuklar bile toplumdan derhal uzaklaştırılarak ıslah evlerinde tutulur, uzun süre tedavi edilir ve ancak tümüyle iyileştiğine inanılırsa, o zaman bile görevliler tarafından sık sık ziyaret edilmek şartıyla evine, normal yaşama döndürülür. (Şu sıralarda Türkiye’de vizyonda olan Oscar adayı “Umut Işığım” filminde de psikolojik sorunlu bir genç adama yapılan bu klinik sonrası takibi görüyorsunuz.)
Türkiye’de ise psikiyatri kliniklerinden çok daha fazla hasta dışarıda.. Hasta oldukları ise ancak birini, çoğu kez de karılarını, eski karılarını, boşandıkları eşlerini, ayrıldıkları sevgililerini veya kendilerini daha baştan istemeyen kadınları öldürdüklerinde ortaya çıkıyor..
Bu uyarıları aslında “TV’lerden, uzman psikologların açıklamaları eşliğinde devletin yapması” lazım ama tüm çağrılarımıza rağmen yapmıyor.. Eğer yapsa; örneğin boşanmak üzere mahkemeye başvurmuş ve anne-baba evine dönmüş kadınların hasta ruhlu kocaları tarafından öldürülmeleri büyük ölçüde önlenebilirdi.
Bu cinayet haberlerine baktığınızda çoğunun ortak noktasının “boşanmak üzere evi terk etmiş kadınların ‘eşlerden gelen barışma teklifine inanması’ bu nedenle bir kez daha buluşmayı kabul etmesi” olduğunu görüyorsunuz. Demek ki şiddet nedeniyle eşinden ayrılmak isteyen kadınlar “boşanmayı düşündürecek kadar ağır şiddete maruz kaldığı halde, bunu yapanın düzeleceğine inanarak” ona yeniden görüşme fırsatı vermeseler, buluşmasalar (bu şekilde davranmalarının doğru olduğu konusunda uyarılsalar), o süre içinde ve boşanmadan sonra da uzunca bir süre devlet korumasında, “gizli bir sığınma evinde” tutulsalar çoğunu kurtarmak mümkün olabilir.
YA TUTUKLA, YA İZLE..
-Bu şekilde “ölüm tehlikesi altında” olan ve hatta son zamanlarda sık rastlandığı gibi “öldürüleceğini kesin şekilde söyleyen kadınlar”ın kesinlikle bir polis tarafından yakın mesafeden izlenmesi gerekir.
-Oysa bizde bu durumdaki kadınlara çoğu kez koruma verilmediği gibi karakola başvurduklarında “kocandır, evine dön” gibi (“ölüm haktır” diyen ve kadının öldürülmesine sebep olan vali bile duyduk) olmayacak müdahalelerle karşılaşıyorlar.
-Sığınma evlerinin çok sayıda olması ve kadınların gazete ve TV’lerle bu konuda bilgilendirilmesi gerekir, o da yok..
-Şiddet uygulayan hasta kocaların şikayet üzerine “tutuklanması” gerekir, kadınlar “tutuklanmayacağına o kadar emin ki gidip savcıya ifade veriyor, gelip daha beter dövüyor” diyor.
-Kadının ve eğer yanına almışsa çocuklarının “kimlik bilgilerinin gizli tutulması” gerekir, bu da yok. Kolayca ulaşılıyor.. Peki tablo böyleyken kadınları öldürülmekten koruyabilir misiniz? Cevap “hayır” ve zaten böyle olduğunu her gün görüyoruz.
TERÖR KADAR ÖNEMLİ!
Öldürülen kadınların hemen hepsi genç ve hepsinin küçük çocukları var. Onların da hayatı annelerininkiyle birlikte mahvoluyor. Artık kadın cinayetlerini, kadına karşı her tür şiddeti “sıradan bir olay” gibi görmekten, bu şekilde yansıtmaktan, duyarsızlıktan vazgeçmek zorundayız.
Sadece kadınlar, kadın örgütleri, Kadın Bakanı değil, toplum olarak bu konuyu öne çıkarmak, ülke çapında bir “kadına şiddete hayır” kampanyası başlatmak gerekiyor ve öncelikle medyaya “sorunu gündemden düşürmemek” konusunda büyük görev düşüyor.
TBMM’ye düşen görevi söylemeye bile gerek yok; bir yandan cezaları ağırlaştırıp, suçluları affetmekten vazgeçilmesini sağlamak, diğer yanda “kadınlara, çocuk yaşta kızlara uygulanan haksızlıkları ve tüm eşitsizlikleri, ayırımcılığı” ortadan kaldırmaya çalışmak. Topluma gerekli eğitimi her yolla ulaştırmak.
Daha ne söylenebilir bilmem ki.. TBMM’ye davet etsinler ve tüm vekiller dinlesin de kadın kuruluşları anlatsın kendilerine ne yapılacağını! Zaman kaybetmeden, cinayet kurbanı kadınların sayısı (ve cinayet hızı) terör kurbanlarına yetişti neredeyse, konu terör kadar önemli !