Kendi ülkemde olan olayları bazen çok uzaklardan izliyormuş gibi hissediyorum kendimi.. Son zamanlarda gündemi meşgul eden “3 kadın milletvekilinin Meclis’e türbanla girecek olması” konusu da böyle..
“Devlet” deyince akla gelen ilk kurum TBMM değil mi? TBMM deyince de devletin üç erkinin ikisi; “yasama ve yürütme” yani “meclis ve hükümet” akla geliyor. Demek ki, her ne kadar “herkes kendi tercihini giysin” açıklamalarıyla yapılsa da kadın vekillerin “pantolon giymesine” kısa süre öncesine kadar (11 Nisan 2013’te izin çıkmış, ne yakın bir tarih?) izin verilmeyen Meclis’te bizzat vekillerin “dini kıyafet” giymesi “devlete giydirilmiş gibi” görünecek.
Haydi diyelim ki artık laik devletin “tüm dinlere eşit mesafede” olması kuralı da buradan başlayarak bozuluyor. Burada not etmek lazım ki son zamanlarda laikliği de “laik kibir” benzeri laflarla aşağılama modası çıktı.. Bunu yapanlar önce laikliğin anlamını ve dünyada “demokrasiyi (kör topal da olsa) korumayı başarmış, din-mezhep çatışmalarına da düşmemiş tek Müslüman çoğunluklu ülke” olabilmeyi laik rejime borçlu olduğumuzu, “laiklik” olmadan demokrasinin olamayacağını, olmadığının da Arap ülkelerinde görüldüğünü öğrensin, sonra yerin dibine batırmaya çalışsınlar. Bilgisizce gazel okumak olmuyor. Bugün Suriyeliler de, bütün Arap alemi de “Türkiye’nin kendini korumasının nedeninin laik rejimi olduğunun” farkındalar.
Onlar geri dönerken..
Diyelim ki laikliği Meclis’te de esnetiyoruz ve kadın milletvekilleri “parti yönetimi”nin daha çok hoşlanacağını bildikleri için giderek artan sayıda “türbanlı” olacaklar. Bunda “çok büyük iş başarmış gibi” sevinecek ne var? İran bizden çok önce geldi bu noktaya, orada her yer türbanlı da değil, kara çarşaflı doluydu İslam devriminden sonra yıllarca (buna rağmen gariptir İran’da bizde yaratılan moda şeklinde, alından şeritli bir başörtüsü şekli olmadı)..
Arap ülkelerinin çoğunda ve son olarak Suriye’de El Kaide’nin yönetimi ele geçirdiği illerde de “burka” benzeri çarşaf giydiriliyor kadınlara.. İran’da “reformcu” Hasan Ruhani, baskıdan bunalmış halkın, özellikle kadınların oyunu alarak seçimi kazandı ve şimdi İranlı kadınlar saçlarının yarısını açıkta bırakan şal benzeri renkli eşarplar takıyor, araba kullanırken başlarını açıyor ve Ruhani döneminde eski özgürlüklerine kavuşacaklarını umuyorlar. Yani “biz giderken onlar dönüyor” , bu kadar sevineceğimize “neden dönüyorlar” onu sormak lazım.
Eskiden dindar değil miydi?
Çok soru var aslında ve her ne kadar tartışanların neredeyse tamamı erkek ise de özellikle kadınların bu soruları merak etme hakkı vardır.. Mesela bizim Meclis’te kısa süre öncesine kadar başı açık, normal gömlek giyen, boynunu da kapatmayan bir kadın milletvekili Hacca gittikten sonra başını ve boynunu örttü.. Herkesin kendi tercihidir, böyle daha dine uygun davrandığını düşünüyorsa istediği gibi giyinir ama acaba örtünmeden önceki yıllarında “dindar” değil miydi ki şimdi çok önemli bir evrim geçirmiş havası yaratılıyor, röportajlar filan yapılıyor? Hep başörtüsünü “dindar kadının şartı” gibi gösterdiklerine göre bugünden sonra o gerçek dindar , eski haline benzeyen kadın milletvekilleri ise “dindar sayılmaz” mı olacak? Ne garip çelişkiler bunlar..
Aynı çelişkinin devamı; madem ki sürekli olarak “Nur Suresi 31’inci Ayet” nedeniyle başörtüsü konuşulmakta, aynı Ayet’te “gözlerini haramdan sakınsınlar, süslerini yakınlarından başkasına göstermesinler” de diyor. Burada “süsler” in anlamına farklı tarifler yapıldı ama genel olarak “yabancı erkeklere bakmamak ve dikkatlerini çekmemek” kastedildiğine göre türbanlı olup da erkeklerle konuşup şakalaşan, birlikte çalışan-yemek yiyen, yüzüne sanatçılar kadar makyaj yapıp dar kıyafetler giyen kadınlar Nur Suresi ’ne tamamen uymuş mu sayılıyor?
Sadece İstinye Park ’ta dolaşmak ve televizyonları izlemek bile son soruyu düşündürmeye yeter, deneyin isterseniz.
(NOT: Bu konuları irdelemeden, yine komik ve kestirme genellemelerle “size ne, isteyen istediğini giysin” deyip duran yüzeysel yorumlara, hele de kadınları ilgilendiren bir konuda-erkeklerden gelenlere bayılıyorum peşinen söyleyeyim. Sadece onların keyfine gelen konuları mı tartışacağız?)
Tomris Oğuzalp’in kaybı!
Tanıdığım, izlediğim, sanatını da insanlığını da takdir ettiğim, Türkiye’nin yetiştirdiği en büyük tiyatro-sinema ve seslendirme sanatçılarından biri olan Tomris Oğuzalp’in vefatını Pazartesi günü derin bir üzüntüyle öğrendim. Aynı zamanda aşağıdaki olayı duymak ise üzüntümü katladı.
2010 yılında Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde safra kesesi ameliyatı sonrasında doktoru kendisinden “bölüme bir cihaz bağlatmasını” isteyince biriktirdiği 20 bin TL’nin üstünü kredi kartıyla tamamlamış. Borcunu ödeyemeyince emekli maaşına el konmuş ve sonunda borcu sanatçı arkadaşlarının topladığı parayla ödenmiş. Geçimi bile duyarlı sanatçı dostları tarafından sağlanmış son günlerinde..
Bu ülkede Tomris Oğuzalp gibi tüm toplumun gurur duyduğu yeteneklere sık sık rastlanmıyor, parmakla sayılacak kadar az olmalarına rağmen son yıllarında hep sıkıntı çekmeleri tesadüf olamaz.
Dünya starları klasında olan, hayatını sanata hizmetle geçirmiş, operamızın en değerli isimlerinden birinin hastalandıktan sonra “hastane masraflarını ödeyemez halde” vefat ettiğini de yeni duydum. Devlet “yıllar boyu başarılarıyla bu ülkeyi onurlandıran” sanatçılarını yaşlandıklarında da koruyup kollamak zorundadır. Suriyeli göçmenlere 4 milyar TL harcamadan önce bunları düşünmek gerekir!