Başta Genelkurmay eski Başkanı İlker Başbuğ olmak üzere yüzlerce insan “Balyoz, Ergenekon, 28 Şubat” gibi siyasi davalarla ilişkilendirilerek cezaevlerine tıkılıp unutturuldu.. Bu insanların yalnız kendileri değil aileleri, çocukları da yıllardır bin çeşit sıkıntıyla yapayalnız uğraşıyor. Onların gece yarıları evleri aranarak alınıp kabuslara itildiği günlerde gazeteler, TV’ler korkutucu manşetler ve senaryolarla çıkıyor, olaylar bir saat bile gündemden düşmesin ve “inanmayanlar da inandırılsın” diye bir kısım gazeteci ile bir kısım akademisyen TV programlarında masal ve suçlama yarışına giriyordu.
Delil, tanık, gemi...
“Fransız İhtilali” dönemindekine benzer bir hava öyle ustalıkla yayıldı ki yüzünün kızarmamasıyla, hiç utanmamasıyla ünlü bazı isimler ekranlardan “Bu darbe iddialarına inanmayanlar da darbecidir” suçlamaları yapacak cesareti buldu. Yıllar geçtikçe tutuklama ve mahkumiyetlerde kullanılan “delil”lerin sahte olduğu, “gizli tanık” denilen isimlerin çoğunun tanıklıkla alakası olmadığı, iddianamelerde en önemli kanıt sayılan CD’lerin “sonradan hazırlandığı” ve daha birçok önemli olay ortaya çıktı.
Dünya devi MİCROSOFT firmasının artık “kimsenin red edemeyeceği font açıklaması” dahil bunların hepsi göz ardı edildi, o gazete ve TV’lerin, kadrolu gibi hiç susmadan senaryo yazanların cevvalliği bitti, hepsi birden susuverdi.. Milli Savunma Bakanı’nın kendisi bir önergeye cevaben yaptığı açıklamada kumandanın hapsedilmesi için “suç konusu olan geminin o tarihte Yassıada ve İmralı’da olmadığını” söyledi (ki diğer iddialarda da neler olduğuna örnektir), bu da hiç söylenmemiş sayıldı.
28 Şubat ve Cindoruk!
28 Şubat’ta MGK kararlarının altına dönemin hükümeti imza atmış, bu kararlardan sonra hükümet aylarca göreve devam edip sonra “Erbakan’la Çiller arasındaki ‘sırayla başbakanlık’ sorunundan dolayı” değişiklik yapılmış. Erbakan da Çiller de o sıralarda “her şey teamüllere uygun, hiç sorun yok” demişler. Yani ortada yıllar sonra insanları hapsedecek “HUKUKİ BİR NEDEN” yok ve bunu Hüsamettin Cindoruk dahil DYP’de görev yapmış birçok siyasetçi açıkladı.
Deneyimli hukukçu Cindoruk “Ben olaya tamamen hukukçu olarak bakıyorum. Hükümet ‘o bildirgeyi kabul etmiyorum, istifa ediyorum’ deseydi ve asker bunun üstüne yönetime el koysaydı o zaman bir suç ortaya çıkmış olacaktı. Şimdi darbe teşebbüsü laf olarak var, maddi bir delil yok. Örneğin İsmail Karadayı’nın ifadesini alacaklarmış. Ne diyecek adam? Biz bir bildiri hazırladık, sivil hükümet de kabul etti diyecek” açıklamasında hukuken haksız mıdır? Açıkça ortada, değildir.
Darbe teşebbüsü ne demek?
Ve sonra “darbe teşebbüsü” denerek tutuklanan insanlara yapılan haksızlığı teşebbüsün ne demek olduğunu açıklayarak anlatıyor: “Teşebbüs fiili hukukta net olarak açıklanmıştır. Teşebbüs edenler, beklenmedik bir engelle karşılaşıp fiili tamamlanmayanlardır. 28 Şubat’ta ne gibi bir engelle karşılaşılmış da asker darbe yapamamış.”
Şimdi bu durum tabak gibi net şekilde ortadayken hangi hukuka göre Tansu Çiller mağdur sayılıyor ve onlarca kişiye “suçlu” denerek cezaevinde 14 ay mahkeme bekletiliyor ve tam günlük duruşmalardan sonra tutukluluklar devam ettiriliyor? Hangi hukuki nedene dayanarak?
Tam aksine Erbakan da, Çiller de “sivil hükümet”i yönetenler olarak görevlerini yapmamışlardır, ortada suç da yoktur.
Asıl sorumlular dışarda!
Ve tabii, Balyoz’dan 28 Şubat’a, 27 Mayıs’tan 12 Eylül darbesine, 27 Nisan muhtırasına kadar her dönemin “genelkurmay başkanları”nın, asıl sorumluların “sorumlu tutulmaması” ayrı bir hukuk skandalıdır. Hala cevaplanmayıp unutturulan skandal..
Katillere ‘iyi hal’..
Adaletsizliğin diğer tarafında en büyük trafik cinayetlerini işleyenlerin; mesela gencecik Dilara Sarıkaya’yı kanlar içinde bırakıp kaçan ve ‘tam kusurlu’ bulunmasına rağmen serbest bırakılan kamyon şoförü, 2012 yılbaşı gecesi Yasemin ve Seyit Turan çiftine çarparak ölümüne neden olan ve cezası 3 yıla düşürülen çöp kamyonu şoförü, çocuk yaşta kızlara (son örneklerden biri Diyarbakır’da bir korucunun kızına tecavüz eden 8 sanığın hepsi birden tutuksuz yargılanıyor) toplu tecavüz suçlularının “duruşmalardaki iyi haline” bakarak hafif cezalarla salıverilmeleri var.
Katiller, tecavüzcüler “duruşmada iyi hali görüldü” diye nasıl bırakılabilir, bu ne kabustur? Onlar bile bırakılıyorsa nasıl oluyor da sadece özel yetkili hakimler-savcılar “yıllardır somut bir suçu bulunamayan” gazetecilerin, bilim adamlarının, rektörlerin, askerlerin ve elbette İlker Başbuğ’un “iyi hal”ini bir türlü göremiyorlar? Güler misin, ağlar mısın bile diyemiyorum bu şaşkınlığa!
Donizetti ödülleri!
Salı akşamı klasik müzik dergisi Andante’nin Çiğdem Simavi tarafından kurulan KÜSAV (Kültür ve Sanat Vakfı) ve Beyoğlu Belediyesi işbirliğiyle düzenlediği “Donizetti Klasik Müzik Ödülleri” törenindeydim. Bu yıl 4’üncüsü yapılan ödül törenine Osmanlı Sarayı’na bando şefi olarak gelip hanedana müzik dersleri veren ve hayatının geri kalanını sarayda geçirerek “paşa” ünvanı alan İtalyan besteci Guiseppe Donizetti’nin adının verilmesi baştan beri bana çok hoş bir buluş olarak gelmişti. Bu kez hikayesini daha dikkatle dinledim ve İstanbul’u çok seven, hayatını Beyoğlu’nda kaybeden, mezarı da İstanbul’da olan bu ünlü bestecinin adının gerçekten en iyi seçim olduğunu düşündüm.
Ödül kazananların hepsinin yüzlerinden okunan heyecanını onlarla birlikte yaşadım ama “Yılın Opera Solisti” seçilen Mardinli soprano Pervin Çakır’ı dinlerken gözlerime, kulaklarıma inanamadım. “Benim hikayem Diyarbakır’dan başlayıp İtalya’ya gider” diyen, “operanın ne olduğunu bilmezken kendini içinde bulduğunu” söyleyen Pervin Çakır’ın sesi, tekniği, aryaları tamamen hissederek söylemesi kusursuzdu.
Bu ödüllerin başlaması için çalışmış olan Monik İpekel ve arkadaşlar , onlara destek veren kurumlar çok doğru bir iş yapmışlar. Osmanlı’da bile takdir edilen klasik müzik ve opera, bale gibi sanat dalları bugün geri plana itilme dönemindeyken, bunları yaşatmaya çalışan müzisyenleri teşvik etmekten daha doğru bir girişim olamazdı!