Geçtiğimiz haftalarda Abu Dabi’deydim. Laureus Vakfının verdiği yılın sporcuları ödül törenini izlemek için.
Bu vakfın “Dünyayı spor kurtarabilir” şeklinde özetlenebilecek bir amacı var. Başkanlığını efsanevi 400 metre engelli koşucusu Edwin Moses yapıyor.
Sözünü ettiğimiz spor, pizza ve kola ile ekran başına geçip Fenerbahçe-Beşiktaş derbisini izlemek değil.
Mehmet Öz işi haftada üç kez seks, dört kez egzersiz yapın türü zengin işi spor da değil. O ancak sizin hayatınızı kurtarabilir (veya karartabilir.)
Laureus, dünyanın en fakir, en geri kalmış ülkelerinde çocuklara spor yoluyla ulaşıp medeniyet götürmeye çalışıyor. Duvarları spor yoluyla yıkmaya, insanları spor yoluyla bir araya getirmeye, sosyal hastalıkları spor yoluyla iyileştirmeye ve bir umut yaratmaya çalışıyor.
Mayınlar yüzünden sakat kalmış Ruandalı çocuklara futbol, AİDS yüzünden anasını babasını, kaybetmiş Ugandalı çocuklara basketbol, hayatlarında hiç ilgi görmemiş ve suça bulaşmaya mahkum Güney Afrikalı çocuklara kriket, sakat doğdukları için şeytan işi kabul edilip toplum dışına itilmiş çocuklara atletizm..
Basın toplantısı sırasında oralarda çekilmiş filmler gösterdiler. Düşündüğün zaman nedir ki diyorsun. Alt tarafı spor yapan çocuklar.
Ama işte öyle değil Diyarbakırspor’un ligde kalması için ne kadar çaba gösterildiğini düşünürsek (umut devam etsin diye değil miydi?) aslında yapılanın ne kadar yüce bir niyeti olduğu ortaya çıkar.
Amaç yetenek avcılığı değil ama aralarında yetenekli olanlar varsa onlara spor bursu bulup veya verip yurt dışında okumalarını sağlıyor.
Laureus Vakfının büyük sponsorları Vodafone, Mercedes Benz, IWC. Büyük paralar veriyorlar. Abu Dabi Emiri ise iki yıldır Laureus Vakfının verdiği yılın sporcusu ödül törenini düzenliyor. En az Oscar töreni kadar coşkulu bir tören hazırlıyorlar ki sadece sunucuların isimleri bile bunu kanıtlamaya yetiyor: Kevin Spacey ve Morgan Freeman.
Beyrut veya Hakkari maratonu
Abu Dabi’de tanışmaktan en çok mutluluk duyduğum kişi Lübnanlı May Al Khalil oldu. May El Khalil, 2001’de Beyrut sokaklarında yürürken araba çarpması sonucu ağır bir kaza geçiriyor. Vücudunda kırılmadık yeri kalmıyor. 1 yıl boyunca hastanede yatıyor. Yürümesi ancak bir mucizeye bağlıyken o kendi mucizesini yaratıyor. Lübnan’da yatağa mahkumken ve 30 ameliyat geçirirken aklına bir maraton yaratmak geliyor. Lübnan’nın yıllardır içinde bulunduğu “yürüyememe” halini bir maratonla aşmak. Bu fikir ona büyük bir güç veriyor. Ayağa kalkabildiğinde Beyrut maratonunu düzenlemek için yetkililerle konuşmaya başlıyor. Önce yapamazsın diyorlar. O direniyor. 2 yıllık bir mücadeleden sonra 2003 yılında 6000 koşucunun ve binlerce gönüllünün katıldığı ilk Beyrut maratonunu düzenlemeye başarıyor.
Sonraki yıllarda kendi de koşmaya başlıyor. Sonraki yıllarda elçiler ve siyasetçiler de katılıyor. Üstelik korumasız!
2010 yılındaki maratona her dinden, her milletten, her politik görüşten 20 bin kişi katılıyor. Ve May El Khalil, sporla dünyaya verdiği bu müthiş berberlik mesajıyla bu yılın sporcusu ödülünü alıyor.
Ödül töreninden sonra konuştuğumuzda böyle bir dev maratonu, yine aynı amaçlarla tüm dünyada ama başta Türkiye’de yapmak istediğini söylüyor bize. Davet eden olursa seve seve geleceğini söylüyor. Türkiye’deki durumu da gayet yakından biliyor.
Sonra kendi aramızda konuşuyoruz. Bu maraton nerede yapılmalı. İstanbul’da olmamalı bu maraton. İçi boşalmış bir Avrasya koşumuz zaten var. Bu seferki ülkenin en gidilmeyen, savaştan en çok acı çekmiş bir yerinden başka bir yerine doğru olmalı diyoruz
Ne müthiş olur düşünsenize! Diyarbakır’da, Hakkari’de, Şemdinli’de böyle bir maraton.. Aynı acıları çekmiş Lübnanlı güzel bir kadının bize ilham vermesi gerek.