Havaalanındayım. Pasaport kontrolünde sırada bekliyorum. Sabahın erken saati. Çok fazla insan yok, mutluyum..
Tam önümde yaşlı bir karı koca. Ne yapacaklarını bilmez halde, endişe ve korkuyla sıralarını bekliyorlar.
Onları izliyorum. Paltoları içinde kuru erik gibi büzüşmüşler. Ufacık kalmışlar. Amca takkesiyle bir olmuş, çıkarsan sanki ölür gider. Kadın, kocasının kolunda, ayırsan sanki o da ölür gider.
Arkamdaki sarı saçlı sevimsiz uzun, öfleyip pufluyor. Yaşlı karı koca, kızın zaten fazlasıyla olan sabah aksiliğini azdırdıkça azdırıyor.
Fakat yaşlı karı koca da o kadar zavallı ki, insan acımakla sinirlenmek arasında gidip geliyor. Yardım etmek istiyorsun ama yardım edebileceğin sınıra bile gelememişler. Ne anlatsan boş. Elinle uçağın kapısına kadar götüreceksin, tek yapabileceğin bu.
Herkes onları izliyor.. Çoğunluk sabırsızlıkla, azınlık merhametle.. Onlar izlendiklerinin bile farkında değiller. O kadar kayıplar.
Adam ne kadar biliyormuş numarası çekiyorsa kadın o kadar şeffaf. Korkusu, zavallılığı olduğu gibi yüzünde. Üstü başı her yeri kapalı ama ruhu çırılçıplak. İnsanın içini acıtan bir duygu müstehcenliği.
Dönüp dönüp arkasına bakıyor. Nereye baktığına bakıyorum. Uğurlayanı yok. Bir yere veya kimseye bakmıyor. Boşluğa bakıyor.
Sonra anladım ki o aslında “ileriye” bakmak istemiyor. Geriye bakmasının nedeni ileriye bakmak istememesi. Çünkü gitmek istemiyor. İleriye bakarsa bu topraklardan ayrılmasını onaylıyor olacak. Yolunu bulmak zorunda kalacak. Çocuğunun berbat karnesine veya suç dosyasına bakamayan babalar gibi. Bakmadığın sürece bilmemiş, bilmediğin sürece “bulaşmamış” olursun. Baksa bir şey yapmak zorunda kalacak. İşte teyze de bulaşmamak adına, gitmek istemediği yerin yoluna bile bakmıyor. Reddin en şiddetlisi.
Kadının yüzünde öyle bir acı ve keder var ki sandım bir Rönesans tablosuna bakıyorum. Çarmıha gerilmiş İsa’nın altında, kaşsız bembeyaz yüzüyle dua eden bir azize sanki. Veya az sonra Roma kılıcıyla can verecek, ağzı acıyla açılmış bir martir.. Başörtüsü acısını çerçevelemiş, bir tabloya dönüştürmüş.. Dişsiz ağzı daha bir karanlık, daha biçare.
Yaşlı karı koca pasaport polisine soru üstüne soru sordukça ve o über sevimsizlikleriyle meşhur pasaport polisi cevap üstüne cevap verdikçe (bizlerden bir merhabayı, iyi günleri esirgerler) arkamdaki güneş gözlüklü çakma sevimsiz sarışın çıldırıyor!
Hadiamaamcacımyaa.. Offfteyzemyaaa...
“Amcacım” diyen o dilini sabah sabah koparıp dışarıdaki aç köpeklere atasım geliyor. Sevgi sözcükleri arkasında çırılçıplak bir nefret! Başı bağlı kadının müstehcen duygusallığı gibi yine müstehcen bir nefret.
Yurd-um insanı.. Amca-cım.. Teyze-m.. Son on yılın lafları bunlar. Bu laflardaki iyelik eki çok önemli! (bkz: İyelik. Dilbilgisi dersi orta bir. Var mı hatırlayan?) Bu sefer inkar yok! Aksine sahiplenme var. Nefret ettiğim “onlar”dan nefret ettiğim “benim amcam”a evrilme. Hem sahiplenirim hem kızarım.
Buna da şükür mü demeli?
Sabahın köründe karışık duygular içindeyim. Kendimi hangisine daha uzak hissediyorum? Havaalanlarında ne yapacağını bilmediği için sistemi tıkayan amcaları, teyzeleri inkar eden ve tam da bu nedenle oralarda olmasını istemeyen laikçi, kırmızı hat röfle ablalara mı, hadiamaamcacımyaaa’layan, offyaateyzem’leyen, full oryal, dövme kaşlı, şişirilmiş dudaklı, artık nasıl bir gece geçirilmişse kapalı alanda güneş gözlüğü takmak durumunda kalan, sonradan bile görememe (ama öyle sanma) çakma sarışınlara mı, pasaport kontrolünde onuncu zafer dakikalarını dolduran ve sordukları yüz soruya rağmen yollarını yine bulamayacak olan, komple kayıp amca ve teyzelere mi?
Ne istiyorum bilmiyorum. Herkes havaalanında ne yapacağını nasıl bilebilecek?
Okullarda nasıl çek-in yapılır, uçağın kapısına nasıl gidilir öğretiliyor mu? Hayatında ilk defa uçacak olan yardımsız nasıl yolunu bulabilir hiç düşündünüz mü?
Ben düşündüm. Rönesans tablolarındakiler gibi. Acı çeke çeke. Utana utana.
Bizlerden merhabayı, iyi günleri cömertçe esirgeyen pasaport polisi, amcayla teyzeye 206 nolu kapıya nasıl gideceklerini göstermek için sonunda kulübesinden çıkmak zorunda kalıyor.
Amca, yaşlılıktan mavileşmiş gözleriyle hiç ama hiç anlamadan dinliyor. Teyze, acıyla açılmış ağzıyla yine geriye bakıp duruyor.
Sonra kalabalığın içinde kol kola kayboluyorlar. Aklıma Everest’e tek başına tırmanan ve bir daha geri dönmeyen bir dağcının sisler içine girerken çekilmiş son fotoğrafı geliyor. Gördüğüm en acıklı fotoğraftı.
Amcayla teyze de gördüğüm en acıklı canlı foto oldu.
Biraz Türkiye almaz mıydınız?