#diren koruyucu anne

Haberin Devamı

Sevgili oğlum

Uzun zaman oldu sana yazmayalı. Kusura bakma. Ortalık çok karıştı, ondan.

Hatırlarsan sana en son mektuplarımı barış sürecine girdiğimizde yazmıştım. Nevruz’dan sonra, içimin umut dolduğu bir pazar sabahı, seni edinmeye karar vermiş, ertesi gün de başvurmuştum.

Kaburgalarımı kırdığım için başvurumun geri kalan belgelerini bir türlü tamamlayamıyordum, geçen gün tamamlayıp teslim ettim. Perşembe günü Sosyal Hizmetler’deki ablaların gelip yeni evine bakacaklar. Benim de bir an evvel merdivenlere kaydırmazlık bandı yapıştırmam gerek. Aldım da elim değmedi bir türlü. Ortalık da seni beklerken fena halde karıştı. Yeni nesil, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk ayaklanmasını gerçekleştirdi! Hani şu bir halttan haberleri yok denilen Y kuşağı!

Gerçi itirazım var! Ben de oradaydım. Ta başından beri. Oturma eyleminde gazlananlar Y kuşağı falan değildi çünkü onların o vakit bundan haberi yoktu daha. Onlar cici bici üniversitelerinde derslerine giriyorlardı o saatte. Orta yaşlılar hiç yokmuş gibi yapılıp duruluyor, bırak orta yaşı bildiğin yaşlı kuşak bile vardı bu sefer. Onlar da kalabalık yarattılar, onlar da bağırdı, onlar da biber gazı ve su yedi. Ama nöbeti anında devralanlar gençler oldu doğruya doğru. Taşan enerjileri ve heyecanlarıyla (ve de bilinçsizlikleriyle) çadırını, yastığını, yorganını kapan Gezi Parkı’na gitti. Başıboşluğunu düzenini, anarşinin armonisini yarattılar.

Şimdi düşünüyorum da bu ayaklanma bilerek gençlere hediye edilmek istendi galiba. Hani bir nevi 20. Yaş hediyesi gibi. “Tebrikler kızım/oğlum, al sana bilinçlendin hediyesi: Gezi Direnişi” Buyur omzunda güzel bir yük. Artık sorumlusun!

Kavuşmamıza az zaman kala kara kara düşünüyorum: Senin kuşağın nasıl bir şey olacak acaba? Geçen i-Pad ile oynayan 3 yaşında bir çocuk gördüm. Her dokunuşunda bir şeylerin patladığı bir bebek aplikasyonu mu ne yapmışlar... Geberiyordu mutluluktan! Bu yazıyı sabahın köründe yazıyorum. Dün gece sabaha kadar gene Taksim’deydim. Şehir dışından gelen ablama ve arkadaşına her noktasını dolaştırdım. Gümüşsuyu barikatlarını, Taşkışla barikatlarını, pembeye boyanmış patlak dozerleri, Gezi Parkı’nı, oradaki çadır alanlarını, bostanı, her tür ihtiyacın ücretsiz giderildiği “sivil inisiyatif” bölümünü, sahra sinemasını, reviri, kütüphaneyi... Göremeden anlamak mümkün olmayan o şahane, ucube, ütopik, çapul “Gezi İnsanat Bahçesi”ni...

İtiraf edeyim her gün gittim oraya. Çünkü her gün “bu sondur, bir daha göremeyeceksin” dedim kendime. Türkiye’de bir daha böyle bir şey olmaz. En azından İstanbul’un göbeğinde, bu kadar geniş katılımlı ve heyecanlı olmaz.

Sabah, gün doğmuş, Lale’de çorbamızı içmiş, son çayımızı da trafiğe kapatılmış Sıraselviler caddesindeki barikat önünde içmiş ve son fotoğraflarımızı çekmişken evlerimize döndük. Ben Beşiktaş’a doğru giderken, karşı taraftan da içi polis dolu onlarca otobüs geliyordu. Anladım ki parti bitti... Bir buçuk saat sonra da Taksim operasyonu yapılmaya başlandı. Gezi’ye dokunmayacağız dedi Vali ama adım kadar eminim ki parkın iki, bilemedin üç günü kaldı.

İşte ben Gezi Parkı’nda yarı gazeteci yarı direnişçi olarak çapuldarken telefon geldi ve kavuşmamıza az zaman olduğunu öğrendim .

“Bu dünyaya çocuk getirmek istiyorum #direngezi” diye bir duvar yazısına değdi gözüm dönerken. O yazı orada kalmayacak bugünden itibaren. Ümitte TOMA tazyikli suyu ve Çevik Kuvvet biber gazı bulaşacak.

Annen, seni işte böyle bir haliyeti ruhiye içinde büyütülecek. Hazır mısın?

DİĞER YENİ YAZILAR