Herkes gündemden söz ediyor bense eskilere gideyim dedim. (Bkz: konusu olmayan köşeci eski defterleri karıştırır)
Her seçimde bizim ailede kavga çıkardı. Yoktu yani bir rahat huzur içinde bir seçim dönemi geçsin.
Annem körü körüne bir partiye bağlı değildi. Parti programlarını okurdu, ona göre karar verirdi. Dolayısıyla Demirel ve Erbakan hariç hepsine sırayla oyunu vermiştir diye tahmin ediyorum. (Erbakan’a ideolojik nedenlerle, Demirel’i de (“Allah günah yazmasın ama..” diye diye) çok yakışıksız ve sevimsiz bulduğu için.. (Allah günah yazmasın ama kadıncağızın da hakkı yok değildi)
Babamın ise tek derdi iflasının nedeni olarak gördüğü ve benim bir türlü ne olduğunu anlamadığım “vurguncuların” cezalandırılmasıydı. Bu “vurguncu” denen canlı bir çeşit “üç harfli” gibi bir şeydi bizim ailede. Her şeyden onlar sorumluydu. Kanımızı da emen onlar, iliğimizi kurutan da onlar, vatanı satanlar da onlar, dünyaya rezil edenler de onlar.. Babamın bir paragrafı yoktur ki içinde “vurguncu” sözü geçmesin. Bir nevi leidmotiv bir nevi nakarat gibi bir şeydi. Bu arada her vurguncu dediğinde gözümün önüne nasıl iğrenç yaratıklar gelirdi anlatamam.
Neyse işte babam her seçimde “kurtarıcısını” arardı. Kendi için değil elbette millet için! (Ho ho ho. Yersen A.Ş.) Zira vurguncuların bir milletin kanseri olduğuna ve onlardan bir kurtulduk mu düze çıkacağımıza (bu arada herhalde onun borçlarının da silineceğine) inanırdı.
Uzun süre hiç bir adayı beğenmedikten sonra en marjinalinden bir parti başkanını gözüne kestirir “Aha işte bu!” derdi. “Kurtarsa kurtarsa bu kurtarır bizi vurgunculardan” deyip gönüllü propagandasına başlardı.
Ama öyle böyle değil. Yani adamın kendisi, kendinin o kadar iyi satamazdı. Sanırsın partinin bir irtibat bürosu da bizim evde kurulmuş.
Annem, kavga çıkmasın, gerilim olmasın da ne olursa olsun derneği has başkanı olduğu için “hı hı” derdi ama eve gelen komşular ve akrabalar harbi çileden çıkardı. Özal’ı savunur gibi yapan üst komşunun ne hırsızlığı, ne vurgunculuğu, ne ahlaksızlığı kalmıştı bir keresinde. “Ama o adam için de şöyle böyle diyorlar” diyen amcam da zavallı, evden kovulmadan beter olmuştu.
Fakat en güzel kavgalar babamla kapıcı arasında çıkardı. Tipik bir orta sınıf temsilcisi olan babam hesapta dibine kadar halkçı olup pratikte dibine kadar da halktan “nefret”çiydi. (Yoksa tanıdık mı geldi?) Halk nevinden gördüğü de önce çırağı sonra kapıcımızdı.
Çırak henüz oy verme yaşında olmadığından propaganda menziline girmiyordu fakaaat kapıcımız ve ailesinin hiç kaçarı yoktu. Önce tatlılıkla anlatırdı. Vurguncuların başta fakir halkı olmak üzere bütün milleti nasıl sömürdüğünü, onlardan kurtulmadan hiç bir şey olamayacağına, tek meselemizin bu olduğunu, hep beraber bunun üstesinden gelebileceğimizi (babam da farkında olmadan Marksistmiş ha!) anlatır da anlatırdı. Kapıcımız heyecanla “he ya!” “he valla!” dedikçe babam coşar, “vurgunculardan nasıl kurtuluruz” söylevini uzatır da uzatırdı. Bu da hep çöp toplama zamanına denk geldiği için eve fena halde çöp kokusu girerdi, annem delirirdi..
Babam, avının yeterince yumuşadığına karar verdiğinde hamlesini yapar, kapıcımızın oy vermesi gereken kişinin adını söyler ve coşkulu bir “ayıpsın ağbi” cevabını beklerken.. Olan olur kapıcımız adayı beğenmez ve “yoh yaa.. vermem ben ona” derdi.
Bir halkçının, halk düşmanına döndüğü an hakikaten izlenmeye değer bir andır sevgili okur. Bir kere çok kısa sürer. Ve çok çarpıcı bir dönüştür.
Üç beş beyhude ikna cümle daha edildikten sonra o eve leş bir çöp kokusunun girmesine neden olan propaganda çalışması “müstahaksın sen zaten.. layığını bulmuşsun sen zaten.. kapıcı kal, beter ol” cümleleri ve sert bir kapı kapanmasıyla sona ererdi. Bu arada çöp de verilemediği için o çöpü çöpe götürmek de bana kalırdı...Ah ah.. O zaman çöp torbası denen şey yoktu, söz konusu hadise hakikaten iğrenç bir şeydi.
Annem seçimlerde babama daime ihanet etti. Babamın adayları asla kazanmadı. Babam profesyonel bir müflis olarak hayatına devam etti. Kapıcımız bir araba ve daire sahibi oldu. Helali hoş olsun elbette..
İşte böyle..