Dün “neş’e” doldu içimiz, bugün de biraz “hüzün” dolsun.
Bugün 24 Nisan. Ermenilerin yas günü. Her yıl Türk Dışişlerini bir telaş alır, ABD 24 Nisan’ı soykırım günü ilan edecek mi etmeyecek mi.. Edilmeyince aman pek rahatlarız.
ABD “O.K.” demediği sürece “ak” mı olacağız?
Peki ne oldu 24 Nisan’da? Neden ille de 24 Nisan? Bilen var mı?
-1915 yılının 24 Nisan’ını 25’ine bağlayan gece, İstanbul’da aralarında gazetecilerin, şair ve yazarların, din adamlarının, doktorların, yayıncıların, gazetecilerin, öğretmenlerin, avukatların ve siyasetçilerin de yer aldığı 235 ila 270 arasında önde gelen Ermeni gözaltına alındı.
-Gözaltına alınanlar önce Sultanahmet’teki merkezi cezaevine konuldu. Oradan da Sarayburnu’ndan Şirket-i Hayriye’nin 67 no’lu vapuru ile Haydarpşa İstasyonu’na getirilip, trenle Ankara’ya yollandı.
-Ankara’ya varan tutuklular Ayaş ve Çankaya’ya sevk edildiler. Pek çoğu kısa sürede katledildi.
-İlk kafileyi diğerleri izledi. Tutuklamalar, daha sonra Anadolu’nun tüm kentlerine yayıldı. Tutuklananların hemen hepsi öldürüldü.
-29 Mayıs 1915’de çıkarılan Tehcir Kanunu’ndan sonra Osmanlı Devleti’ndeki TÜM Ermeni tebaası Suriye’deki Der Zor çöllerine sürüldü.
-Sanılanın aksine sürgünler savaş bölgelerinden yapılmadı sadece. İzmir ve İstanbul’dan da yapıldı. Yine sanılanın aksine sadece eli silah tutanlar değil, kundaktaki bebekler, hastalar ve yaşlılar da sürüldü.
-Sürgün 17 ay sürdü. 17 ay süren bu sürgün sonucunda Türkiye Cumhuriyet’i resmi tarihçisi diplomat Kamuran Gürün’a göre 300 bin, Osmanlı Dahiliye Nezareti Komisyonu’nun raporuna göre ise 800 bin Ermeni öldü. Kimi kurşunlanarak, kimi hastalıktan, kimi de gittikleri yerde açlıktan.
“Aman işte ne var sürülmüşler alt tarafı” diyenlere 1915 koşullarını hatırlatmak isterim. Sürüldükleri yerin ise Osmanlı’nın en ıslah edilmemiş bölgesi olarak kabul edilen Suriye çölleri olduğunu da. Hatta bütün bu operasyonun müsebbibi Talat Paşa’nın günlüğünde “Esas olarak askeri bir önlemden başka bir şey olmayan göç ettirme, vicdansız ve karaktersiz insanların elinde bir facia şeklini almıştır” dediğini de.
Bugün Taksim’de “bu acı hepimizin, bu yas hepimizin” anma günü düzenleniyor. Haberiniz olsun istedim.
Kimse bir millete katil falan da demiyor. “Bu olaylar oldu, inkar edip daha da insanların kalbini kırmayalım” deniyor sadece.
İnşaat maceraları-bir
4 aylık yıkım, döküm ve maşallah deve yükü para akıtmasından sonra ilk marangozluk ürünüm teslim edildi.
Dünden itibaren kütükkkk gibi bir merdivenim var. Nasıl iğrenç, nasıl çirkin, anlatmaya kalksam sütun santimler yetmez.
Bir merdiven konuşur mu? Bu konuşuyor! “Sonradan zenginim, çirkinim, zevksizim, hayvanım” diyen bir villa merdiveni! (Bu ülkede her şey villa hödüklüğüne göre mi olmak zorunda?) Oysa ben mini minnacık evime bembeyaz kuğu gibi bir merdiven hayal etmiştim. Üzerine basınca gıcırdayan ama hala sağlamım diyen.. (Bkz: Çakma Rum evi hayalleri)
Görünce o “şeyi”, yerine takılmayı bekleyen ama şimdilik sandalye niyetine kullanılan klozetin üzerine çöktüm. Önümde de masa niyetine kullanılan yalıtım malzemeleri vardı. Üzerinde de masa örtüsü niyetine kullanılan gazete. (İnşaat ortamı yaratıcılığı)
Şaşkınlık, sinir ve tiksintiyle merdivenime bakarken fark ettim: Ustalar da Hürriyet gazetesi üzerinde yemek yememişler mi? Ayşe Arman’ın “Bali’de ne kadar şendik, ay aman kızımla resimler yaptık, öldük geberdik çıldırdık mutluluktan” yazısı üzerinde durmuyor mu kurumuş çeyrek bir ekmek, boş bir kola şişesi ve LM marka sigara izmaritleri?
Manzara cidden trajikomikti. Ayşe, üzerinde kurumuş bir çeyrek ekmek, Bali, benim korkunç merdivenim ve “bi sus be kadın! Allah rızası için bir kerecik olsun çorabın kaçsın, topuğun kırılsın, lastiğin patlasın ama dünyanın en yakışıklı ve kibar Arabı da gelip sen kurtarmasın! Sana sevdanın yolları, romansların şahı, bana kütük merdivenlerden düşmeler olmak zorunda mı bu hayatta daima daima daima?!” demem.
Gazeteyle konuşuyordum.
Durum şimdilik böyle...