Haberin Devamı
Önceki gün Çağlayan Adliyesi’nden eş zamanlı çıkan ‘mahkumiyet’ ve ‘tahliye’ kararları bir kez daha gösterdi ki; toplum olarak ‘adalet’ kavramı ve yargı mekanizması ile ilişkimizi gözden geçirmemiz gerekiyor. Hem de ciddi biçimde.
Nedeni şu...
Şike davası sadece örneklerden biri. Son örnek.
Geçmişte, bambaşka konulardaki bambaşka davalarda da benzer durumlar yaşandı.
Bir insan, herhangi bir suç isnadı ile tutuklanıyor. Hatta bırakın tutuklanmayı, daha gözaltına alınıyor; hep beraber ‘suçlu’ ilan ediyoruz o kişiyi. Bakış açımız, sorgusuz genel kabulümüz, gerekçemiz de son derece bilimsel (!): “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz” atasözümüz.
“Suçu yargı kararı ile kesinleşinceye dek herkes masumdur” ilkesi geçerli değil bu coğrafyada.
Ev sahibi atasözü, deplasmandaki evrensel ilkeyi, saha ve seyirci avantajı ile yeniyor her seferinde.
Aynı kişi yargılanıyor. İddianamenin hazırlanması ve uzun yargı süreci boyunca, kamu vicdanını zedeleyecek şekilde cezaevinde tutuluyor.
Toplum bu durumun beraberinde getirdiği tartışmalarla meşgul oluyor.
Aylar, yıllar boyunca süren yorucu gerginlik, yıpratıcı kamplaşma...
Nihayet dava sonuçlanıyor. Mahkeme safhası bitiyor. Elbette Yargıtay aşaması, yani temyiz süreci var ama mahkeme son sözünü söylüyor.
Karar: “Suçlu”.
Suçlu ama “Tahliyesine...”
‘Suçsuz’ken cezaevinde yatıyor insanlar. ‘Tutuklu sanık’ sıfatıyla.
Mahkeme ‘suçlu’ olduğuna karar veriyor, hapis cezasına çarptırıyor.
‘Tutuklu sanık’, hüküm giyiyor. ‘Hükümlü’ sıfatıyla ise tahliye oluyor.
Ve kafalar karışıyor...
“Madem ‘suçlu’ neden serbest bırakıldı?” şeklindeki naif soruya, karmaşık, uzun cevaplar veriyor hukukçular.
Sonuçta;
Herkes anlayabildiği kadarını anlıyor.
Herkes istediğine inanıyor.
Herkes kendi açısından bir yargıya varıyor.
Herkes kendi sanığını, kendi hükümlüsünü, kendi davasını diğerlerininkilerden ayrı tutuyor.
Ve...
Türk’ün adalet kavramı ve yargı mekanizması ile imtihanı bir türlü bitmiyor, bitemiyor.
(*) Burada kullanılan ‘Türk’ sözcüğü herhangi bir etnik kimlik ifade etmemekte olup, bu topraklar üzerinde yaşayan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının tümünü tanımlamaktadır.
Not: ‘Türk’ sözcüğü ile ilgili yukarıdaki gibi bir izahat mecburiyeti hissetmek bile memlekette geldiğimiz noktayı göstermesi açısından kayda değerdir.
Kuruyan haber kaynakları
Geçen haftanın sıcak gündemi, Türk RF-4’ünün Suriye tarafından düşürülmesiydi malum.
Haberci olarak bizlere düşen, olayın ve konunun teknik detaylarına ulaşıp, bunları sayfalarımız, ekranlarımız aracılığıyla kamuoyuna duyurmaktı.
Dünyada bunun en doğru, en sağlıklı, hatta neredeyse tek yolu; mevzuyu uzmanları ile konuşmaktır.
Bir savaş uçağının, komşu bir ülkenin silahlı güçleri tarafından düşürülmesi konusunun uzmanı kimdir?
Tabii ki, öncelikle Hava Kuvvetleri’nden emekli subaylar. Mümkünse de, komutanlık yapmış olanlar.
Pekiyi bugünün Türkiyesi’nde, gazetecilerin ulaşabileceği kaç ‘kaynak’ var bu konuda?
Aslında ‘çok’ ama fiiliyatta ‘yok’.
‘Emekli yüksek rütbeli havacı’ların çoğu farklı davalar kapsamında tutuklu.
Yani kaynaklar cezaevinde.
Dışarıda olanlar da, gazeteciler ile temas etmeye, konuşmaya çekinir durumda.
Dolayısıyla kaynaklar - neredeyse tümüyle - kurumuş vaziyette.
Bu arada, şöyle bir düşündüm de; ‘denizciler’in görev ve uzmanlık alanında yaşanabilecek gelişmeler için de durum aynı.
Keşke...
Mustafa Kemal Atatürk adlı yazar (!)ın, “Nutuk” adlı eseri; okullarda zorunlu ders olarak okutulsa.