Haberin Devamı
Sorsanız; hepimiz, nefret ettiğimizi söyleriz ‘popülizm’den...
Lakin en çok ‘popülizm’ yapanların yazdıkları, söyledikleri hoşumuza gider. En çok primi, en ‘popülist’e yani sadece duymak istediklerimizi söyleyenlere, okumak istediklerimizi yazanlara veririz.
Sorsanız; hepimiz, ‘eleştiri’nin faydalarından, yol göstericiliğinden, gelişime katkısından söz ederiz...
Fakat hiç dayanamayız ‘eleştirilme’ye. Sevmeyiz ‘eleştiren’i. Böyle olmasına rağmen biz eleştiririz. Kıyasıya... Hoyratça...
Sorsanız; hepimiz, ‘anlayış’lı olmanın, ‘tahammül’lü olmanın nasıl büyük bir edrem olduğunu dakikalarca anlatabiliriz...
Ama ‘anlayış’ göstermeyiz en yakınımıza bile. ‘Tahammül’ etmeyiz bizden farklı olana, farklı düşünene.
Sorsanız; hepimiz, “Söz gümüşse sükut altındır”dan girer, “Dinlemeyi bilmek lazım”dan çıkarız...
Ancak dinlemeyiz karşımızdakini genellikle. Dinlesek de ‘gerçek’leri duymaktan hoşlanmayız. Kendi ‘doğru’larımızın dışında söylenen her söze hemen itiraz ederiz.
Sorsanız; hepimiz, ‘demokrasi’nin önemi ve vazgeçilmezliği üzerine nutuklar atabiliriz...
Lakin ‘demokrasi’nin olmazsa olmazları ile karşılaştığımız anda en anti-demokratik tavırları, en acımasız şekilleriyle sergileriz. Farklı fikirleri duymak bile istemeyiz mesela. Ya da azınlık olanın hak taleplerini yok sayar, söz hakkı isteyeni hadsiz ilan ederiz.
Sorsanız; hepimiz, ‘saygı’ isteriz...
Fakat sadece kendimiz için. Sadece bize gösterilmesini bekleriz ‘saygı’nın. Sıra bize geldiğinde, hak görürüz karşımızdakinden ‘saygı’yı esirgemeyi. Muhakkak bir gerekçe üretiriz karşımızdakine ‘saygı’ göstermemeye.
Sorsanız; hepimiz, “Her şey para değil”, “Hayatta maddiyattan daha önemli şeyler var” türünden onlarca cümle kurabiliriz art arda, tek bir nefeste...
Ama - büyük çoğunluğumuz - üç kuruş fazla maddi menfaat uğruna şekilden şekile gireriz. Söz konusu olan para olduğunda, hangimizin omurgasının daha elastik olduğu konusunda amansız bir yarışa tutuşabiliriz hiç tereddüt etmeden.
Sorsanız; hepimiz, ‘dedikodu’nun ne kötü bir alışkanlık olduğunu anlatırız ağzımızı doldura doldura...
Ancak mesela üç kişi bir arada otururken, biri masadan kalktığı anda diğeriyle birlikte, o kalkıp uzaklaşan hakkında atıp tutmaya ba∫larız. Genelde de aynı anda, hemen, aynı süratle.
Sorsanız; hepimiz, “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olma’nın kötü ve yaygın bir alışkanlığa dönüştüğünden dem vururuz...
Lakin bilmediğimiz konularda ahkam kesmeyi, hatta asıp kesmeyi pek severiz. Bileni yanlış bilmekle itham eder, bilmediğimizi bilmeyiz.
Sorsanız; hepimiz, zor durumdakilere, ihtiyaç sahiplerine, aç - açıkta olanlara yardım edilmesi gerektiğini söyleriz...
Fakat hemen arka sokağımızdaki garibana kafamızı çeviririz. El açanın elini ittiririz. Bir rica ile yaklaşan gördüğümüzde koşar adım uzaklaşır gideriz.
Sorsanız; hepimiz “En önemlisi dürüstlük” deriz...
Ama doğru söyleyeni dokuz köyden kovarız. Sevmeyiz ‘dürüst’çe, açıkça yüzümüze karşı konu∫anı. Buz gibi soğuruz öyle davranandan.
‘Yalan’ı kötüler, yalan söyleriz...
Borç isteyene, farklı yollarla “Hayır” der, aldığımız borcu - en azından zamanında - ödemeyiz.
‘Söz’ verir tutmaz, ‘söz’ verenin tutmasını isteriz.
‘Yaya’ iken araçların yol vermesini ister, direksiyona geçince yoldaki hiç kimseye yol vermeyiz.
Atasözlerinin, özdeyişlerin, deyimlerin hep - ve sadece - işimize gelenlerini kullanırız.
Sorsanız; vefasızlığın, riyakarlığın, iki yüzlülüğün ne denli aşağılık davranış şekilleri olduğu hakkında mangalda kül bırakmayız...
Ancak ‘menfaat’imiz söz konusu olduğunda, değil ‘iki yüz’lü, binbir surata dönüşüveririz çoğumuz.
Sonra da...
Sorsanız; ‘çifte standart’lardan dert yanarız.
Sorsanız...
Hiç sormayın bence!
KEŞKE...
Eleştiri ile hakaret, samimiyet ile hadsizlik arasındaki ince çizgiyi herkes görebilse.