“(...)Ben, Montsou’luyum, ismim Bonnemort(*)’dur.
Hayrete düşen Etienne sordu:
‘Takma bir ad mı bu?’ İhtiyar keyifle gülümsedi ve Voreux ocağını gösterdi:
‘Evet, evet...’ dedi, ‘Beni, oradan, tam üç kere paramparça çıkardılar. Birincisinde saçım sakalım baştan aşağı yanmıştı. İkinci sefer gırtlağıma kadar toprağa gömüldüm, son defa ise karnım, su ile şişmişti... Ölmeye niyetim olmadığını anlayınca, alay olsun diye adamı Bonnemort koydular.’
Arabacı şimdi daha fazla neşelenmişti, yağsız bir makara gıcırtısına benzeyen gülüşü, feci bir öksürük krizine dönüştü. (...)
Boğazı kazınırmış gibi bir öksürükten sonra, yerde siyah bir leke bırakan bir tükürük attı. Etienne, ona ve kirlettiği toprağa bakıyordu.
‘Madende uzun zamandan beri mi çalışıyorsunuz?’ diye sordu.
Bonnemort, kollarını açtı:
‘Hem de çok uzun zamandan beri!’ dedi. ‘Maden ocağına, hem de şu Voreux’ye ilk defa indiğim zaman daha 8 yaşında bile yoktum ve şimdi tam 58’imdeyim. Hesap edin... Orada her işi yaptım, önce çıraklık, sonra sürücülük, on sekiz yıl da kazıcılık. Sonunda, şu Allah’ın cezası bacaklarım yüzünden, beni toprak işçisi, tesviyeci, tamirci olarak kullandılar ve en sonunda doktor, bir gün çukurun dibinde kalacağımı söyleyince beni yer altından çıkarmak zorunda kaldılar. İşte, beş yıldır arabacılık yapıyorum... Nasıl, iyi mi? Kırk beşi yerin altında geçen, elli yıl madencilik!’
Konuşurken, arada sırada sepetten dışarı dökülen kor parçaları, soluk yüzünü parlatıyordu.
‘Bana, artık dinlenmemi söylüyorlar,’ diye devam etti. ‘Ben istemeyince de, beni aptal sanıyorlar!... Altmışıma gelinceye, 180 franklık emekliliğe hak kazanıncaya kadar, nasıl olsa dayanırım. Bugün çekilsem, bana hemen 150’yi verirler. Ne kadar da kurnazdır, namussuzlar!.. Zaten, bacaklarım bir yana, oldukça sağlamım. Madende her gün suyun içinde kalmaktan günlerce, ayağımı bile kımıldatamaz hâle gelirdim.’
Bir öksürük krizi, yine sözünü kesti.
‘Bu, size öksürük de mi yapıyor?’ diye sordu Etienne. Arabacı, şiddetle başını sallayarak ‘hayır’ demek istedi, sonra, tekrar konuşabilecek hâle gelince:
‘Hayır, hayır, geçen aydan beri gribim’ dedi. ‘Hiç öksürmezdim, halbuki şimdi, öksürükten baş alamıyorum... Ve en garibi tükürdüğüm şu meret...’
Boğazından bir hırıltı yükseldi, yere siyah bir tükürük attı.
Sonunda sormaya cesaret eden Etienne:
‘Kan mı tükürüyorsunuz?’ dedi.
Bonnemmort, elinin tersi ile ağzını siliyordu. ‘Hayır, kömür...’ dedi. ‘Ciğerlerimde, beni hayatımın sonuna kadar ısıtacak
kömür var. Halbuki beş yıldır çukura bir kez bile inmedim. Herhâlde, farkında
olmadan içime depo etmişim. Boş ver! İnsanı korur bu kömür.’ (...)
Zaten, ne yaparsın? Çalışması lâzımdı. Babadan oğula bu işi yapıyorlardı, başka
bir iş de olabilirdi bu. Oğlu, Toussaint Maheu, şimdi ocakta canını tüketiyordu,
şu karşıki mahallede oturan torunları da, bütün akrabaları da aynı şeyi yapıyorlardı. Yüz yıldır hep aynı patron için çalışıp didiniyorlardı.”
(*) Dokuz canlı
Lise yıllarında okumuştum Germinal’i.
Emile Zola’nın kömür madencilerinin dramatik hayatını anlattığı Germinal’in başlarından bir bölüm aktardım yukarıda.
Soma’da arkadaşlarına mezar olan madenden kurtulan bir işçinin, “3 - 4 sene daha çalışmam gerekiyor. Kredilerim var, borçlarım var” sözleri...
Arkadaşlarına ağlayan bir başka madencinin kömür karası gözleri... Ve onlardan süzülen kararmış gözyaşlarını görünce geldi aklıma Germinal.
Montsou ve Soma...
Aynı.
Zola’nın gerçek yaşam öykülerinden oluşan romanının geçtiği Montsou ve Soma’daki maden işçilerinin kaderi aynı evet.
Pekiyi ya dönem?..
Tarihler?..
Germinal’de anlatılanların yaşandığı dönem 1860’ların sonu. Romanın yazıldığı tarih 1885.
Soma, 2014!