Mesut Yılmaz’a, “Ne olacak bu memleketin hâli” sorusunu yöneltirken de aynı güdü ile hareket etmiştim, rahmetli Bülent Ecevit’e, Fethullah Gülen hakkındaki görüşlerini sorarken de...
Süleyman Demirel’e, Çiller hükümetinin istifasının iki saat sonrasındaki canlı yayında bu konuyu sorarken de aynı güdü ile hareket etmiştim, rahmetli Necmettin Erbakan’a, krizli Kaddafi görüşmesi ile ilgili soruları yöneltirken de...
Bahsettiğim, ‘habercilik’ güdüsüdür.
2004’ün 28 Şubat’ında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a -yine salt habercilik güdüsü ile- sorduğum soruya aldığım yanıt ülkenin gündemine oturmuştu (Hatta muhalifleri hâlâ aleyhine kullanıyor Erdoğan’ın o sözünü). “Maaşım yetmediği için ticaret yapıyorum” demişti Başbakan, neden ticari faaliyetlerine devam ettiğini sorduğumda.
Birkaç yıl sonra (12 Haziran 2007) yine Erdoğan’a, yine çok hassas olduğu bir konuyu aynı güdü ile- sormuştum. ‘Oğlunun, aldığı rapor ile askerlikten muaf olması’ mevzuunu... Başbakan’ın verdiği cevabı da yazmıştım ertesi güne.
Yukarıdaki örnekleri neden hatırlatma gereği duydum biliyor musunuz?..
Dün, Başbakan Tayyip Erdoğan’a sorular soran Reuters Haber Ajansı’nın İstanbul Muhabiri Birsen Altaylı adeta bir kahramana dönüştü.
Bir gazetecinin sadece işini yapıp soru sorması alkışlanacak bir duruma dönüşmüşse; biz medya mensuplarının bu manzara karşısınca ciddi ciddi düşünmesi gerekiyor bence.
Kişisel olarak hiçbir dönemde, hiçbir yetkiliye soru soramamak gibi bir sorunum olmadığı için rahatım.
Hep sordum, hep de yanıt aldım sorularıma.
Fakat...
Şahsen değil ama mesleğim adına huzursuzum, mutsuzum.
Gazeteci; doğru zamanda, doğru soruları ve tabii doğru üslup ile sormaktan çekinmemeli.
Gazetecinin sorusu hoşa gitmeyebilir, muhatabını rahatsız edebilir. Genelde de eder. Aslında zaten ‘iyi’ soru, rahatsız edendir.
Ve bu durum sadece siyasetçiler için geçerli değildir.
Gazeteci sorusunu sorar, yanıtını bekler. Tartışmaz, polemiğe girmez.
Ya da en azından olması gereken budur.
“Ben gazeteciyim. Haberciyim. İşime gücüme bakarım: İşim soru sormak. Gücüm, haber alma hakkı, kutsal ve anayasal güvence altında olan haktır.”
Böyle diyebilmeliyiz.
Böyle olmalı.
Tabii sadece bugün değil; hep böyle olmalıydı ve her dönem böyle olmalı.
NOT: Akıl ya da ders vermek gibi bir niyetim yok. Sadece uzunca bir süredir unutulduğu için hatırlatmak istedim mesleğin evrensel özelliklerini.
OLDU...
Şu son birkaç günde...
- Taksim’de günlerdir tek bir kişi bile inşaat çalışmaları sebebiyle mağdur olmayınca, Taksim Meydanı’nın 1 Mayıs kutlamalarına kapatılma gerekçesinin geçersizliği tescil,
- ÇARŞI’nın sadece ‘Beşiktaş taraftar grubu’ olmadığı, bunun çok ötesinde bir bilinç ve güç ifade ettiği, bu gerçeği bilmeyenler için de görünür,
- Biber gazı solumamış olmak bir statü eksikliği gibi algılanır,
- Polisin içinde de, ciddi manada psikolojik tedaviye ihtiyaç duyanlar bulunduğu belli,
- İçişleri Bakanlığı’ndan hangi personel ile ilgili nasıl bir tasarrufta bulunulduğuna dair açıklama beklenir,
- Sadece ‘haber’ vermesi gerekenler görevini yapmayınca, misyonu parti propagandası olan yayın organları ‘haberci’,
- Beşiktaş ve Dikilitaş’ta sokak aralarında, kafalarında motorcu kaskı olan ve ellerindeki sopalarla eylemcilere saldıranların kimlikleri sır,
- Tamamen saf duygularla sokaklara çıkanlar ‘mağrur’ ama aynı zamanda ‘mağdur’ da oldu.
KEŞKE...
Sadece işimize gelenleri görüp duymasak.