Haberin Devamı
Sağlam, güçlü, kuvvetli.
Türk Dil Kurumu sözlüğündeki karşılığı bu “Berkin”in.
Büyüyebilse olacaktı belki de; sağlam, güçlü, kuvvetli.
Olamadı.
Büyüyemedi.
Öldü çünkü.
Gaz bombalarını en az 45 derecelik açıyla atmayıp, adeta bir sniper (keskin nişancı) gibi doğrudan insanları hedef alarak ateşleyen polislerden birinin kurbanı oldu çocuk.
‘Head shot’ (kafaya isabetli atış) bilgisayar oyunlarında bonus puan kazandırıyor olabilir ama gerçek hayatta kaybettiriyor. Göz kaybettiriyor, can kaybettiriyor!
Berkin Elvan son ve sembolleşen kurban. Çocuk çünkü her şeyden önce.
Çocuk. Ötesi yok.
Velev ki, ekmek almaya gitmiyordu.
‘Taş atan çocuklar’ gerçeğinin yaşandığı ülkede; velev ki elinde sapanla eyleme gitmişti.
Ne fark eder?
Öldü işte.
Ötesi var mı?
“Gaz bombasının kapsülü kafasına isabet eden...” diyor haberler Berkin’den bahsederken.
Sanki o kapsül kendi kendine gidip o çocuğun kafasına isabet etmiş gibi.
Sanki o kapsülün çıktığı namlunun arkasında, o tüfeği o çocuğun kafasına doğrultan ve tetiği düşüren biri yokmuş gibi.
Öldü gitti işte küçücük çocuk.
Öldürüldü.
Dört şehit...
Muhtemelen, ağır bir koku hâkimdi otobüsün içine. İçindekilerin alışıp duyarsızlaştığı, dışarıdan gelen birini rahatsız edecek türden bir koku...
Mütevazı kumanyadan yayılan ile yağmur - çamurun izlerini taşıyan üniformalara sinmiş olanın birleşmesinden oluşan kesif bir koku...
Kimi arkadaşıyla sohbet ediyor, kimi uyuyor, kimi cep telefonundan nişanlısı ya da eşiyle mesajlaşıyordu... Arkada sigara yakmış, türkü söylüyordu belki de içlerinden biri.
Otel ya da polis evinde konaklama maliyeti çıkmasın diye gece seyahat etmelerine karar verilmişti.
Bütün gün çalışmışlar, eski bir otobüsün koltuğunda birkaç saat kestirdikten sonra ertesi gün yine gece yarısına kadar çalışacaklardı.
Gerektiğinde bir emniyet müdürü ya da bir vali, “Ben tedbirimi aldım, çevre illerden destek kuvvet istedim” diyebilsin diye çıkartılan görev emri üzerine düşmüşlerdi yollara.
Civar illere gitmeye alışkınlardı ama bu defa uzaklara çıkmıştı görev. Kayseri çevik kuvvet polisi Muş’a gidiyordu.
Ülkede, ucuz biletler sayesinde herkes uçağa binebiliyor ama görevli polisler saatlerce otobüs ile seyahat etmek zorunda kalıyordu. Üstelik kış mevsiminde ve gece karanlığında...
Sabaha karşı 02.00 civarında, Kırşehir Mucur’da meydana geldi kaza. Muhtemelen kabaktı lastikleri Çevik Kuvvet otobüsünün.
4 polis memuru öldü.
Biri baba olmak için gün sayıyordu, biri evlenmek için. Diğeri ardında bir evladı bırakıp gitti...
O polislerin aile üyeleri, yakınları, sevenleri de matemde.
Evet, bir trafik kazasında öldü o dört polis.
Evet, zaten kendi iradeleri ile doğasında ölüm ihtimali olan bir mesleği seçmişlerdi en başından. Üniformayı giyerken göze almışlardı zaten ölüm olasılığını; üstelik kimsenin zorlaması olmadan.
Ne fark eder?
Öldüler işte.
Onlar da anne babalarının çocuklarıydı.
Onların anne babaları da ‘evlat acısı’ ile kavruldu.
Ötesi var mı?
Son söz
Bir yanda Ali İsmail Korkmaz’ın, Ethem Sarısülük’ün, Berkin Elvan’ın ölümü ile kahrolanlar...
Diğer tarafta şehit polislerin acısıyla yananlar...
Şöyle bir bakıyorum da; birbirlerinin acılarını hissetmek, anlamaya çalışmak bir yana, neredeyse “iyi olmuş” diyecek kadar uzaklaşmış, yabancılaşmışlar.
Bazen mezhep, bazen etnik köken, bazen başka gerekçelerle her geçen gün daha da kopuyorlar birbirlerinden.
Yaşadıklarından ve yaşayamadıklarından birbirlerini sorumlu tutup, iyice bileniyorlar karşılıklı.
Toplumun bazı kesimleri polisi, askeri adeta düşman gibi görecek noktaya gelmiş.
Üniformalılar da toplumun bazı kesimlerini öyle.
Asıl sorunumuz bu işte. Çözüm bulmamız gereken bu.
‘Can alıcı’ olmaktan öteye geçen, ‘can alan’ bir sorun!