Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, telefon ile arıyor ya bazı sanatçıları, sporcuları. Ya da bir şehit çocuğunu, şehit eşini. Veya korumaları vasıtasıyla kendisine talep notu ileten sıradan bir vatandaşı...
Kimileri yadırgıyor ama doğrusu benim hoşuma gidiyor Erdoğan’ın bu ‘doğrudan temas’ alışkanlığı.
Hoşuma gidiyor çünkü, bu davranış şekli, mutlak iktidar sahibi bir siyasetçinin, ‘insan yanı’nın tezahürü aslında.
Hoşuma gidiyor çünkü, Tayyip Erdoğan siyasi bir beklenti ile ya da popülizm maksadıyla, ‘planlı’ bir şekilde almıyor telefonu eline.
Kadın voleybolcuların maçını seyrediyor misal; yenilginin ardında ‘blok’ zaafiyeti olduğunu görüyor ve maç sonunda arayıp önce teselli ediyor sporcuları, ardından da bir sonraki maç için “Bloklara dikkat edin” diyor. Nitekim, müteakip maçı da bloklardaki yetersizlik sebebiyle kaybediyor takım.
Yani...
Laf olsun diye, sırf aramış olmak için aramıyor Erdoğan.
İhtiyacı olduğundan ya da toplumda sempatik bir algı yaratma kaygısı ile yapmıyor bunu.
İçinden geldiği gibi davranıyor. Olduğu gibi...
İdeolojisini paylaşmayabilirsiniz.
Yönetim tarzını beğenmeyebilir, hatta icraatının büyük kısmını benimsemeyebilirsiniz. Lakin bir yöneticinin, daha da mühimi, bir insanın ‘samimi’ ve ‘insiyaki’ tavrının hakkını teslim etmek gerekir.
Son olarak şunu söyleyeyim:
Bizler, Başbakan Erdoğan’ın yaptığı telefon görüşmeleri ya da ziyaretlerin sadece bir kısmından haberdarız.
Kamuoyuna yansımayan, duyulmayan, bilinmeyenler; aleniyet kazananlardan daha fazla.
Yani; bilmediklerimizin bildiklerimizden çok olduğunu biliyorum.
Madalyalı potansiyel teröristler (!)
Adı ‘Abdul Buhari’ olan bir siyahi, Londra Heathrow havalimanında pasaport kontrolüne geldiğinde, sıradaki diğerlerinden çok daha titiz bir güvenlik prosedürü uygulanır ona, İngiltere’ye girişte.
Ya da ‘Mohamed Farah’ isimli siyah bir adam, sırtında bir çanta ile girdiği Londra Metrosu’nda bir polisin dikkatini çekse, güvenlik incelemesi saatler sürebilir.
Keza...
Amerika Birleşik Devletleri’ne girişte, mesela New York’ta; JFK’de ya da LaGuardia’da...
Siyah Nia Abdallah‘ın karşılaşacağı muamele, örneğin sarışın Tracy Abbott‘ınki ile aynı mı olur?
Ya da...
Abdi Abdirahman, James ile aynı yüz ifadesi ile mi karşılanır?
Veya...
Central Park’ta polisin kimlik sorduğu kişinin ismi Said Ahmed ise Tom‘a ya da Tim‘e davranış biçimi ile aynı mı olur karşılaşacağı?
Mustafa Abdul Rahim‘e, Brad‘e veya John‘a baktığı gibi mi bakar New York polisi?
ABD’de özellikle 11 Eylül 2001’den, İngiltere’de de bilhassa Temmuz 2005’teki bombalı terör eylemlerinin ardından Müslümanlar’a yönelik algının nasıl şekillendiğini hepimiz biliyoruz.
Aradan geçen yıllar, bu vahim algıyı değil ortadan kaldırmak, hem daha keskinleştirdi hem de daha yaygınlaştırdı.
Batılı ülkelerin güvenlik birimlerinin; siyahi Müslümanlar’a, beyaz Avrupalı ya da Amerikalılar’dan çok daha hassas, çok daha titiz, hatta neredeyse paranoyakça davranması da yine herkesin malumu.
Derisinin rengi ve bir adım ötesinde, isimleri yüzünden yaşıyor insanlar bu ‘çifte standart’ı.
Müslüman isimleri, birilerine göre artık, peşinen, potansiyel terörist (!) isimleri...
‘Çifte standart’ dedim de...
Yukarıda saydığım ilk iki isim, yani Abdul Buhari ve Mohamed Farah Büyük Britanya’nın;
diğer dördü, yani Nia Abdallah, Abdi Abdirahman, Said Ahmed ve Mustafa Abdul Rahim de ABD’nin ulusal takım sporcuları.
Londra Olimpiyatları’nda, bu iki ülke adına yarışıyor, madalya kazanıyor ve bu iki ülkenin bayrakları ile kürsüye çıkıp, bu iki ülkenin ulusal marşlarını dinletiyorlar dünyaya.
Bilmem anlatabildim mi, ‘çifte standart’ derken neyi kast ettiğimi?..
KEŞKE...
Sabit fikirli olmanın, istikrarlı olmak anlamına gelmediğini idrak edebilsek.