‘Şu anda Türkiye’de demokrasi adına yaşanan trajedi, gizli gündemi olan, yasa dışı yollardan iktidar değişikliğini hedefleyen kişilerin yer aldığı bir örgütle demokratik sivil toplum örgütleri arasındaki hayati farkın ortadan kalkmış olmasıdır.’Taciser Belge’nin Osman Kavala’nın gözaltına alınmasından sonra Bianet’te yayımlanmış yazısından.***Dünkü yazıma da bu alıntıyla başladım. Konu ya da alıntı bulamadığımdan değil. Bu konunun verdiği kırmızı alarmı yinelemek için...Yazımın devamını ise Büyükada’da gözaltı süreciyle başlayan ve sonrasında ‘maalesef’ alıştığımız ya da alıştırıldığımız üzere tutukluluk ile şekillenen bir davaya ayırmak istiyorum. İlk duruşması bu Çarşamba (25 Ekim) saat 10’da İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi Çağlayan Adliyesi’nde gerçekleşecek olan bu dava, aslında, Türkiye’de, insan haklarına inanan ve bu hakları öncelikli bir yaşam diskuru sayan insanların tümüne açılmış bir dava görünümü çizmekte. Sivil toplum örgütlerinin hak savunucularının bir araya gelerek fikir alışverişinde bulundukları bir toplantının ardından tutuklanmaları karşısında söylenecek söz yok.Kısacası, Kafka’nın distopik romanı Dava’ya denk düşecek bir arife daha bizleri bekliyor! Hatırlayacağınız gibi bu romanda ‘suç’ yoktur, ama ‘suçlu’ vardır ve en büyük farkı da bu kılar zaten. Hatta kitabımızın kahramanının bunu anlaması uzun sürecektir; davayı sürekli kafasına taksa da bir suç işlemediğinden emindir ve durumun kısa süre sonra düzelecek bir karışıklık olduğuna inanmaktadır. Ancak asıl sorun da budur zaten. Aranan suç olsa haklıdır, ama aranan suçludur.Peki suçlu kimdir? Sistemin öngördüğü edevat diyebileceğimiz ruhların, kısacası bir ‘işin’ yapılması için ‘gerekli’ olan malzemelerin oluşturduğu bir güruhun tanımladığı sınırlara uyamayanlar. Ancak distopya diye asla azımsamayalım, kitabımızın kahramanının şaşkın bakışları içerisinde biz okurlar da şaşkın şaşkın şuna tanıklık ederiz: Suçun olmaması, sizi mahkum etmeye yeltenen sistemin önünde masum olduğunuz anlamına gelmez! Kısacası adalet yerine ‘suçluluk’ üzerinden yürütülen bir mekanizmada sizin masumiyetinizin hiçbir önemi yoktur! Bu yüzden de kitaptaki kahramanımızın başına gelenler pişmiş tavuğun başına gelenlerden beterdir.Tam burada bir öğrencimin sözlerini hatırlamak isterim. Bir diğer distopya olan ve günümüzün otoriter baskılarına pek güzel cevap veren Fahrenheit 451 için ‘Ya hocam bu kitap çok uçuk kaçık, ben daha gerçek şeyleri seviyorum’ dediydi. Gerçek şeylerden neyi kastettiğini sorduğumda güzel, doyurucu cevaplar vermişti. Vermişti de, ben yine de ukalalık yapıp şu soru cümlesini araya sıkıştırmıştım: ‘Yaşadıklarımız distopya bir roman taklidi değildir de nedir?’ Ve ne yalan söyleyeyim bir edebiyatçı olsam dahi edebiyatın yaşam karşısındaki bu kazanımından pek mutlu olduğum söylenemezdi.Ne diyeyim... Çarşamba günkü davada dileyelim de kurgu kurgu olarak kalsın yaşamdaki hukuk da hukuk.
‘Şu anda Türkiye’de demokrasi adına yaşanan trajedi, gizli gündemi olan, yasa dışı yollardan iktidar değişikliğini hedefleyen kişilerin yer aldığı bir örgütle demokratik sivil toplum örgütleri arasındaki hayati farkın ortadan kalkmış olmasıdır.’Taciser Belge’nin Osman Kavala’nın gözaltına alındıktan sonra Bianet’te yayımlanmış yazısından.***Bu hayati farkın ortadan kalkması, hemen hepimizin, en olmadık nedenlerle, başına her an her işin gelebileceği anlamına geliyor. İşin aslı toplum için bundan daha beter bir kırmızı alarm yok. En azından benim cephemden bakıldığında.Hiç kuşku yok, başka cepheler de var.Örneğin bu hususun kimini hiç ilgilendirmediği cepheler, kimini eh işte ilgilendirdiği, kimini ise bugünkü derbi varken kim ne yapsın bunu diyebileceği bir tribün ruhu cephesi. Bu ruh, zaman zaman hepimize sirayet edebiliyor. Yani, seyirci olmak, sahada yaşananları izlemek ve sonra eve dönmek... Derdim zaten bu değil. Bir de elbette tribünlere oynayanlar var -ki bu yazı onları kapsamıyor zaten.Kanımca işin asıl önemli boyutu cepheler değil ‘fark’ noktası. Bir şeyi fark edebilmek, farkında olabilmek, algılayabilmek için aynı cephelerde olmak gerekmiyor zaten. Gerekmemeli de. Bir insan ister sahada olsun, ister tribünde, ister evinde, ister tatilde; merceklerini temizleme dürtüsüne sahip olduğunda neyin ne olduğunu anlayabilir gibi geliyor bana.Futbol cephesiDerbi ya da futbol deyince, Uruguaylı yazar EduardoGaleano’nunZidane’ın Dünya Kupası diye yazdığı ünlü denemesi aklıma geliyor. 2006 yılına dair bir hatırlatma yapalım: Cezayir kökenli ünlü Fransız futbolcu Zidane, kız kardeşine hakaret ettiği gerekçesiyle İtalyan rakibine kafa atınca oyunda kırmızı kart görmüş ve kısa bir süre sonra futbol kariyerine son vermişti. Günümüzün bu müthiş teknik direktörü (Real Madrid’in Zizou’su) için hüzünlü bir son, hazin bir çığlıktı bu. Birçoğu içinse Zidane’ı karalamak anlamında müthiş bir fırsattı!Ancak bakın Galeano, kazın ayağı öyle değil diyerek neler söylemiş ‘bu hazin’ gibi gözüken çığlık için:‘Zidane’ın çığlığı küfürlere karşı bir çaresizlik çığlığıydı, dirseklere, küfürlere, arkadan atılan tekmelere, kendini yere atma uzmanlarının sahtekârlıklarına, yandım anamın ustalarına, seni öldüren ve sonra ben değildim yüzü takınan numaracılara karşı bir çaresizlik çığlığı. Çirkin futbolun ezici başarısına karşı bir çaresizlik çığlığıydı; çeşitliliğin düşmanı küreselleşmenin bize dayattığı futbolun tamahkârlığına, korkaklığına ve kıtlığına karşı bir çığlık. Nitekim şampiyona ilerledikçe Zidane’ın bu sirke ait olmadığı daha çok belli oldu. Onun büyücü sanatları, efendiliği, melankolik zarafeti başarısızlığı hak ediyordu, tıpkı başarı modelleri üreten çağımız dünyasının, bu vasat Dünya Kupası’na (2006) müstahak olması gibi.’Galeano’nun bu ‘farkı’ gözlerimizin önüne sermesi, tecrübe ettiklerimize en ilgisiz gibi gözüken futbolda bile bazı noktaları ‘net’ olarak algılayabileceğimizi gösteriyor, kanıtlıyor. Kısacası hangi cephede olursak olalım sapla samanı birbirinden ayırma şansımız ve fırsatımız var. Ne için? Aslında aynı gemide olduğumuzu daha duru görebilmek ve alarmlara karşı alesta durabilmek için.
Yazar arkadaşımız Gülşah Elikbank, İzmir’de, edebiyatseverlere umut sunmaya devam ediyor.Geçtiğimiz hafta, İzmir’in en cazip kıyısında, Seferihisar’da, Seferihisar Belediyesi ve Teos Ormancı Tatil Köyü’nün düzenlediği bir kamp gerçekleşti. Türkiye’nin dört bir tarafından gelen yazar adaylarıyla edebiyat atölyeleri yaptık. Gülşah Elikbank, Işıl Özgentürk (projenin diğer mimarı), Yekta Kopan, İnci Aral, Enver Aysever, Mario Levi, Onur Behramoğlu ve Onur Caymaz ile birlikte sonbahar güneşi eşliğinde yazı yazma sırlarımızı ama sanırım en çok edebiyatın sonsuzluğunu paylaştık.Buraya bir parantez açayım. Sonsuzluğu niye bu kadar önemsiyorsunuz diye sorduklarında, kastımın bireye dair bir beklenti olmadığını anlatmaya çalışıyorum. Öyle ya, bireylerin kendini çok önemsemek durumunda bırakıldığı, yazarların bile yazdıklarıyla değil yaptıkları ile anılmak durumunda kaldığı (başka türlü satış yapamadığını ifade eden dürüst bir yazar arkadaşımı kendimce anmış olayım burada) sert bir zaman diliminden geçiyoruz. Dolayısıyla, yaşadığımız zaman aksında kafa karıştırabilecek bir husustur ‘sonsuzluktan’ beklenilen. İçinde ‘son’u barındırması ile, yine çağımızın dinamikleri düşünüldüğünde, hazin bir paradokstur da. Kalıcı olacağım derken, bir de bakmışsınız çöp oluvermişsiniz. Ancak, hemen belirteyim sonsuzluktan böyle karamsar tablolar ummadığım da aşikar.Edebiyatın sonsuzlukla kurduğu bağa gelecek olursak, içinde bulunduğumuz zor anları ve zor zamanları başka bir pencereden görme fırsatını bizlere sunması anlamında eşsizdir edebiyat. Örneğin, savaşların, ve elbette barışların kalıcı olmadığını anlatan o dil, dünyanın nice nimetleri ve kuşkusuz kötülükleriyle bizleri buluştururken, hep şunu hatırlatır: Aslında küçücüğüz. Bu duygu ise, bizlere kendimizi terbiye etme imkanını sunar. Bu duygu ile ‘büyüyebilmek’ ise, şu koca evrende yalnız olmadığımızı, birbirine benzer ve birbirine benzemeyen nice acı, yoksunluk ve güzellikle harmanlanmış olduğumuzu anlatır bize. Nefretin ardındaki çaresizliği, öfkenin ardındaki yalnızlığı buldurur. İşte o zaman bir kez daha anlarız. Neyi mi? Daha çok ama çok şey anlamamız gerektiğini...Seferihisar’da, atölyemizin mekanı olan Teos Ormancı Tatil Köyü’ndeki yazar adayı arkadaşlarıma (kursiyer vb. demeye dilim varmayacak kadar yetkin bir ekip vardı karşımda) dilim döndüğünce bunlardan bahsetmeye çalıştım. Öykünün teknik olarak nasıl yazılacağı ise, sanırım tali bir konu olarak o güzel kıyının dalgalarına karıştı. Ege’yi hep seven ben, Ege’yi bu haliyle bir kez daha sevdim. Gün biterken beni havaalanına bırakan Kazım Bey: ‘Öyle hemen yaşlanmak, pes etmek yok Hocam, yapacak çok şey var’ dedi. Ben de ‘Tamam,’ dedim. Saklamaya gerek yok, en az Kazım Bey kadar samimiydim.
Kapıdan geçemiyorum. Yeni güvenlik önlemleri dolayısıyla eskiden beri bildiğim bir binada resmen yabancı maddeyim. İlerdeki güvenlik görevlisine çaresizce ellerimi açıyorum. Dışardan bakan dua ettiğimi bile düşünebilir o ellerle.***Oscar Wilde’ın Genç Kral öyküsünde kralın taç giyme elbisesini işleyen terzi, Jack London’ın geçen yüzyılın başında yazdığı Demir Ökçe’sindeki sistemi eleştirircesine ellerini açıp isyan eder.Der ki: ‘Savaşta güçlüler güçsüzleri köle yapar. Yaşayabilmek için çalışmak zorundayız ama bize o kadar düşük ücret ödüyorlar ki ölüyoruz. Bütün gün onlar için çalışıyoruz, onlarsa kasalarını altınla dolduruyorlar, oysa bizim çocuklarımız zamanından önce solup gidiyorlar, sevdiklerimizin yüzleri sertleşip çirkinleşiyor. Üzümleri biz eziyoruz, şarabı başkası içiyor. Darıyı biz ekiyoruz, ama bomboş olan bizim soframız. Kimsenin görmediği zincirlerle bağlıyız; herkes bize özgür dese de bizler birer köleyiz.’O zaman Genç Kral şaşkın şaşkın ‘Herkes böyle mi?’ diye sorar derin bir uykunun içerisinde gezinirken. Hemen hemen bütün genç krallarda böylesi bir şaşkınlık mevcuttur. En azından masallarda. Yaşlanınca zaten bambaşka bir şey olurlar. Nedense herkes adına konuştuklarını, hatta onlar adına düşündüklerini sanırlar. Daha da beteri, halklarının buna, uyku tozu yutmuş bir halde inanmasıdır.Neyse lafı fazla dolandırmayalım.Terzi, ellerini yine açarak, ‘Herkes böyle’ der Genç Kral’a. ‘Yaşlılar kadar gençler de, erkekler kadar kadınlar da, yılların hışmına uğramışlar kadar küçük çocuklar da böyle. Tüccar bizi ezer, biz de çaresiz dediklerini yaparız. Papaz at sırtında tespih çeke çeke yanımızdan geçer, kimse bizimle ilgilenmez. Güneşsiz sokaklarımızdan yoksulluk, o aç gözleriyle sürüne sürüne geçer, günah da baştan çıkmış suratıyla onun peşine takılıp gider, kimse bizimle ilgilenmez.’Genç Kral, bereket, bu masalda hem uykudadır hem de şaşkının tekidir. Demir Ökçe dedik ya yazının başında, maazallah, oradaki gibi bir ‘kral’ olsa, terzinin başına gelmedik kalmaz. Hangisi daha gerçektir ve bunun yaşadıklarımızla nasıl ilişkilendirebileceği sorularının cevapları ise olsa olsa sizde gizlidir.Gelelim bana.Bu ‘Genç Kral’ alıntısını, kapıdan geçmeye çalışırken sürekli öttüğüm o modern düzeneğin önünde, bana mahcup mahcup bakan kapı görevlisine söylemiyorum elbette. Onun ve benim karşılıklı, o anda düştüğümüz tuhaf enstantane için söylenebilecek bambaşka cümleler mevcut. Örneğin her defasında muazzam bir hızla ‘modernleşen’ kapı girişlerindeki güvenlik önlemleri ‘vahası’ ve kimlik bilgileri patlamasında yaşanan büyük ilerlemeye karşın (sınırlar, tehditler, sınırlar, tehditler) ‘kardeşim maaşındaki yıllık zam oranı nedir?’ sorusu gibi bir soruyla başlanabilir mi? O da bana, hiç kuşku yok, ‘yazarken sınırsızca özgür müsün bacım?’ sorusunu yöneltebilir. Hem dahasını da yapabilir: ‘Neden gençler savaşa gidiyor?’ diye sorabilir örneğin. ‘Neden yine ölüyorlar, ölecekler?’ İşi genişletip şunu da denk getirip araya sıkıştırabilir elbette: ‘Bu ABD vize engelinin arkasında yatan en gerçek nedir biliyor musun, biliyorsan ne olur söyle!’Bu esnada ikimiz de bir distopik romanın içinde geziniyor olabiliriz. Ve aldığımız sakinleştirici ilaçlarla hep aynı şeyleri tekrarlıyor olabiliriz: ‘Sınırlar, evlilik programları, tehditler, ev kredileri, sınırlar, hafriyat kamyonları, tehditler, nükleer santraller, sınırlar, beton...’ Tam buradaysa bir terzinin karşımıza çıkıp: ‘Ölümsüzlüğün arandığı bu yüzyılda, neden ama neden hep yoksul çocukları, hep belli bir coğrafyanın çocukları, nedenini bilmedikleri savaşlarda ölüyor?’ sorusu ise cevabını bir türlü öğrenemediğimiz bir soru olarak bir yüzyıl sonra yazılacak bir romana devredilebilir. Sonrası mı? Kapı görevlisi ve ben birbirimize gülümsemeye devam ederiz. Elime tutuşturulan geçici bir kart ve ‘Ekonomi düzelirse birçok şey düzelebilir’, gibisinden, yani o günlük, kıytırık bir cevapla yırtabilirsem ne âlâ.
Nobel Ödülleri’nin verilmeye başlandığı 1901’den bu yana 584 ödülden 49’u kadınlara 535’i erkeklere verildi.(Bianet’in Nobel Ödülleri’nin ardından konuya ilişkin yaptığı haberden)Şaşırdınız mı ?Şaşırmayın. Dünya bunu hep yapar. Temel çıkarım ise ah vah etmek değil bunu nasıl değiştirebileceğimiz sorusuyla samimiyetle yüzleşmemizdir. (‘Ama kadınlar, yani şimdi, nasıl, yetenekli olan kazansın’ diyenlere söyleyecek sözümüz ise belli: ‘Şekerim o öyle bildiğin, ezberletildiğin ya da inanmak istediğin gibi değil.’ )***Kızların üniversiteye gitmesine izin vermeyen bir sistemin içinden yürüyüp geçen ve iki Nobel Ödülü’nü kazanan o nadir şanslı kadınlardan biri olan Marie Curie, bizlere bakın ne diyor:‘Yaşamda hiçbir şeyden korkulmaz. Sadece onu anlamak gerekir. ’Radyoaktife meydan okumuş bu yiğit kadının, sadece Nobel ödülü değil (bence hiç değil) yaşam karşısında bizlere verdiği bu kıymetli mesaj, dünyanın yarısına kulaklarını tıkama eğilimi olan bir sistemi delmenin öncü adımlarından biri olsa gerek. Ve daha nicelerini...‘Sadece cesaret yeter mi?’ sorusu ise, hiç kuşku yok ki hem cesareti hem de cesaretin kaderle kurduğu bağı yeniden düşünmemiz için bir kapı aralayabilir.Sahi, can çekişen bir eğitim sistemi içerisinden geçen ve en büyük hedefinin ‘dişi kuş’ olması gerektiği şeklinde şartlanmış bir kız çocuğunun, örneğin gerçek bir bilim insanı olmak için kat edebileceği yolda ne kadar ilerlemesi mümkündür? Diyelim şansı yaver gitti ve ilerledi; bilimin hiçe sayıldığı bir ülkede böylesi bir ilerlemenin onu götürebileceği yer neresidir? Ve diyelim bu etabı da bir biçimde atladı; dünyaya açıldı. Peki ya dünyanın ayağına dolanmış olan o cılkı çıkmış ama hâlâ varlığını sürdüren ‘erkek ve Batı egemen’ ruhla dürüst ve insani bir şekilde nasıl başa çıkacaktır? ‘Ama ben çok antidemokratik bir ülkeden geliyorum bana ne, bana ne’ feryatlarıyla değil de gerçekten yaptıkları, ortaya koydukları, yaratıcılığı ve sorumluluk bilinciyle üstlendikleriyle ile yani.Tekrar başa dönecek olursak, yıllar önce İstanbul’da, İsveç Başkonsolosluğu’nda yaptığım bir konuşmada, evrensel edebiyat düzleminin Türkiye gibi ülkelerde soluk alıp veren yazarlardan çok ama çok ezber bir söylem umduğunu ve bu koşullandırmanın Türkiye’nin sansür ve otosansür politikalarıyla son derece benzerlik taşıdığını ifade etmiştim. Bizlerden Arnavut kaldırımını, camiyi, Osmanlı’yı, haremi isteyip duruyorsunuz, üstelik de bunu son derece ‘şarkiyatçı’ bir tavırla yapıyorsunuz diyebilmiştim. Sizler bunu hep yaptınız ve yapmaya da devam ediyorsunuz demeye ise cesaretim olmamıştı sanırım.Hiç kuşku yok; cesaret kadar anlamanın da yetmediği 21. yüzyıl dinamiklerine karşı çok daha zinde olmamız gereken bir süreçten geçiyoruz. Aman dikkat!
Bu sözler Stefan Zweig’a ait.Tuhaf dergisi, yayın hayatımıza yetkin kalemlerle katılmış olan yeni bir dergi ve Eylül sayısında da Zweig’a yer vermişler. Onun bu sözlerini de oradan alıntıladım zaten. Bu cümle bana farklı çağrışımlarda bulundu. En çok da yolda olmanın ne anlama gelebileceğini düşündürdü. Bu sözcükler, yola çıktığımız ya da varacağımız yerleri değil de yolculuğun kendine özgü kokusunu hatırlattı. Geçmiş zaman ya da gelecek zamanı değil de şimdiki zamanın ‘hikayesini’. Şimdiki zamanda yazılabilecek, değiştirilebilecek olanı. Belki de bu yüzden kaderlerimizin şimdiki zamandaki etkisini düşündüm. Hemen her şeyi kabul etmeye yazgılı bir toplumun, esasen, tam da şimdiki zamanda üzerindeki ölü toprağından arınıp kendi kaderini yaratabileceğini hayal ettim. Elbette insanların da. Öyle ya insanlar değişmeyi kabul etmezse çoğulluktan beslenen bir adımdan söz etmek mümkün olabilir mi-ydi? Biraz daha Zweig’a başvurmak gerekirse şöyle: ‘Kutsal olan bir şey varsa o da nereye vardığını bilmediğimiz fakat inatla izlediğimiz yoldur, tıpkı karanlık ve tehlikeler arasında bizi neyin beklediğini bilmediğimiz şu andaki yürüyüşümüz gibi’.***Geçtiğimiz akşam güzel bir tesadüfle, gazetemizin yetkin köşe yazarlarından biri olan Ali Ağaoğlu ile sohbet etme fırsatını yakaladım. Benim ekonomi konusundaki tuhaf tuhaf sorularıma sabırla katlandı ve hemen hepimizin bu darboğazdan geçerken öncelikle neyi esas alması gerektiğini söyledi. ‘ilk etapta insanın kendisinin sağlam olması gerekiyor’ dedi. Sağlam olmak derken de işaret ettiği ideolojik ve karmaşık koşullar falan değildi. Örneğin iyi bir uyku düzeninden bahsediyordu. Spor yapabilmekten, dengeli beslenebilmekten, sigara içmemekten... ‘Gençlere yol gösterebilmemiz için ilk etapta kendimizin iyi ve sağlıklı olması gerekiyor’ derkenki samimiyetini pek sevdim ve dayanamayıp sordum: ‘Uçakta, basınç düştüğü zaman ilk önce oksijen maskesini kendimizin takması gibi mi?’ Gülerek cevapladı: ‘Aynen öyle’.Sonrasında bir sürü kitap adı verdi bana. Ben hemen okumaya başladığım kitabın adını sizle paylaşayım:Koç Üniversitesi Yayınları’ndan Peter Frase’in kaleminden çıkma ‘Dört Gelecek: Kapitalizmden Sonra Hayat’. Jacobin dergisi editörü ve CUNY Graduate Center Sosyoloji bölümünde doktora adayı olan Frase’in bu çalışmasını Akın Emre dilimize kazandırmış. Kitap neyi mi anlatıyor? Küresel iklim krizinden sosyal medya beğenilerinin yarattığı kısır döngüye, gittikçe askerileşen polis güçlerinden insan emeğini hiçe sayan otomasyona vb. tümüyle bizim hallerimizi. Şu bizim çaresiz hallerimizi. Ya da çaresiz gibi görünen hallerimizi. Ve mücadele yöntemlerimizi... ‘Yeryüzünün kaynaklarını bütün insanların adil bir şekilde paylaşmasının sağlandığı bir tür sosyalizm mi, bir avuç zenginin daha da zenginleşip büyük insan kitlelerinin daha da yoksullaştığı bir barbarlık düzeni mi’ diye soruyor kitap. Tam da burada, yine kitaptaki bir bölümde yer alan Friedrich Nietzsche’nin bir sözüyle kapatalım dükkânı, yani bugünlük:‘Canavarlarla savaşırken kendin de bir canavara dönüşmemeye dikkat et.’
(Kaldırılan TEOG sınavının alternatifi olan ifade)İzmir’den dönerken yanımdaki adam yazar olduğumu öğrenince ‘size karşı dürüst olacağım’ dedi, ‘ben hiç kitap okumam.’ Ardından da ‘zeki biri olduğunu ve kitaplara hiç ihtiyaç duymadığını ifade etti. Ben de kendisine birçok insanın bu yolu seçtiğini, zaten Türkiye’de yaşananların, hamdolsun, insanlara pek de başka bir seçenek bırakmadığını ifade ettim. Şunu söylemem gerekiyor ki gerçekten dürüst biriydi ve anlattıklarını can kulağıyla dinledim. Sonrasında ise bilmem kaçıncı kez kendi kendime şu soruyu sorma ihtiyacını duydum:Neden insanların kitap okumaya ihtiyacı yok?Cevap, açık uçlu olamayacak kadar basitti. Okumak demek sorgulamak demekti. Sorgulamaksa günümüz dinamikleri düşünüldüğünde bir dizi ‘gereksiz’ sorumluluk almak ve hayatı ağırlaştırmak demek.Sonrasında bildik bir soru daha karşıma çıktı.İnsanlar sorumluluk almaktan neden kaçıyorlar?Cevap, yine açık uçlu olamayacak kadar basitti. Sorumluluk almak, taşın altına elini sokmak demekti. Taşın altına elini sokmak demek, zaman, para ve güç kaybetmek anlamına gelebilirdi. Ve bildiğiniz, tahmin edebileceğiniz başka başka, bir sürü dert daha.Bunun ardından, burada yazamayacağım çok tanıdık başka başka sorular daha geldi kondu zihnime. Ne yazık ki onların da cevapları açık uçlu falan değildi! (Bir ara temcit pilavı ruhuyla anlatırım!)Velhasıl, hemen her şeyin bu kadar ‘tek’ cevaplı olduğu Türkiye’de açık uçlu soruların özgür cevaplarına ‘açık’ sınavlara bırakıyorduk çocuklarımızı demek. İfade ve düşünce özgürlüğünün olmadığı Türkiye’de, demek açık uçlu soruların açık uçlu cevaplarının olduğu sınavlar olacaktı bundan böyle. (Şimdi buradan TEOG’cu olduğumu çıkaracak okurlar varsa onlara da açık uçlu olmayan cevaplar vermeye hazır olduğumu bildirmek boynumun borcu olsun!)***Hal böyleyken, dostları ve yazarlarından biri olmaktan gurur duyduğum Günışığı Kitaplığı ekibinin düzenlediği 7. Zeynep Cemali Edebiyat Günü, birbirinden ilginç konuları yine masaya yatırdı. Çeyrek asırdır Türkiye’deki genç insanları okumaya, düşünmeye, algılamaya davet eden bu çalışkan, titiz, emektar, sabırlı ve alçakgönüllü ekip, 7 yıldır inatla, eğitim, yayıncılık ve edebiyatı bir araya getirip zihnimizi tazelememize ve bazı şeyleri öğrenmemize aracılık ediyor. Her sene Türkiye çapında gençler arasında düzenlediği öykü yarışmasıyla ise umudumuzu diri tutuyor. O umut ne mi?Elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalışmak ve işimize devam etmek; çünkü gençler, ne olursa olsun bu emeği anlıyor, görüyor ve cevap veriyor!Bu yılki yarışmada ödüle değer görülen TED Ankara Koleji’nden 8. sınıf öğrencisi Asya İnce’ye, ODTÜ Geliştirme Vakfı Özel Ankara Ortaokulu’ndan 7. sınıf öğrencisi Ekin Toygur’a, Ordu-Korgan Çayırkent Şehit Nevzat Çatık Ortaokulu’ndan 6. sınıf öğrencisi Fatma Vural’a, Diyarbakır, Özel Ortadoğu Koleji’nden 6. sınıf öğrencisi Pelin Biçen’e özel sevgilerimle!***Kadri Gürsel arkadaşımız yeniden aramızda. Başta Kadri’nin oğlu Erdem ve eşi Nazire olmak üzere tüm aileye içtenlikle geçmiş olsun diyorum. Darısı içerdeki bütün arkadaşlarımızın başına.Yineleyelim: İfade ve düşünce özgürlüğü olmadan açık uçlu soruların cevaplarını bulmak mümkün değil! Yoksa Teog gider Meog gelir... Yani bakınız şimdiye kadar tanık olduklarımız.
Resmi kanallardan resmi savaş mesajlarının yağdığı bir dönemden daha geçiyoruz. Ve bir kez daha öğreniyoruz ki bütün siyasiler ‘aslında’ barışı istiyor, barışı özlüyormuş. Barışa methiyeler düzen bu siyasileri görünce ‘Allah Allah’ diyorsunuz ‘yine bir savaş borusu sinyali bu.’ Gerçekten de öyle oluyor. Bunun ardından gelecek olan cümle nedense hiç şaşırtmıyor: ‘İşte bu yüzdennn savaşmalıyız.’Bundan bıkmadınız mı?Ben çok bıktım. Sözcüklerin böyle lime lime edilmesinden, anlamlarının boşaltılarak kullanılmasından, bu sözcüklerin zamanla, gerçekten barıştan yana olan insanları dilsiz bırakmasından...***Haydar Ergülen’in İzmir Büyükşehir Belediyesi ile birlikte gerçekleştirdiği ve ‘Edebiyat Barıştırır’ temasıyla bizlerle buluşan 2. İzmir Edebiyat Festivali (aslında bu üçüncüsü ama geçen sene iptal edilmiş.) bu dilsizliği dile getirmek, edebiyatla yaşamın dengesini sorgulamamız için iyi bir fırsat oldu.Haydar Ergülen bu temayı Suruç’un hemen ardından düşünmeye başladığını belirtti. O günden bugüne tanık olduklarımız hatırlandığında, barıştan şimdilik feragat ederek (baksanıza herkes barış yanlısı!) savaş konusunun özenle, yeniden gözden geçirilmesi şart. En azından savaşın ne olmadığı ve hiçbir galibinin bulunmadığını yeniden hatırlatmak farz. Gençler konusuna ise hiç girmiyorum. Orta yaşın üstündeki kimilerine, şu çok ‘barış yanlısı’ savaşçılara, ‘yahu çok meraklıysanız haydi siz gidin savaşa’ demektense yoruldum.Hayat bu minvalde akarken, Festival’in Torbalı buluşmasında (15 Eylül-14 Ekim arasında gerçekleşen Festival İzmir’in birçok ilçesini kendine mekân edinen uzun soluklu bir maratonu andırıyor) İtalyan şair ve barış aktivisti Laura Garavaglia, Azerbaycanlı şair, öykü yazarı ve çevirmen Selim Babullaoğlu ve çağdaş şiirimizin önemli adlarından biri olan Ömer Erdem’le hem savaşı hem de barışı masaya yatırdık ve dahasını da düşünmeye çalıştık: Edebiyat ve şiirin, barışın inşa edilmesi konusunda etkin olma şansı var mıydı? Hemen hepimizin farklı perspektiflerden bakarak buluştuğu sonuçsa üç aşağı beş yukarı aynıydı. Sözcükler, bu ‘siyasi’ darboğazı, tarihi çizmeye meyletmiş bu ezberi değiştiremez ama insanlara, uzun vadede yaşamı seçmeleri konusunda bir ışık yakabilir-di. Ve bazen bir ışık, cılız bile olsa çok şey anlamına gelebilirdi.İzmir’deyseniz bu narin ışığı size göstermeye aday buluşmaları kaçırmayın derim.6 ve 7 Ekim Selçuk, 13 Ekim Bornova ve Buca birbirinden ilginç konukları ve atölyeleriyle sizleri bekliyor. Edebiyatın gerçekten barıştırdığını (en çok da kendimizi kendimizle) bir kez daha hatırlamanız için! Emeği geçen herkese içten teşekkürler.