ETİ ÇEKÜL Kültür Elçileri Projesi’ni tebessümle karşılamıştım. Çünkü proje hem çok gerekliydi, hem de zekice tasarlanmıştı. Özellikle köyden kente göçün artmasıyla hızla yitirilen tarihsel ve kültürel varlıkları korumak ve yaşatmak için yeni kuşaklar bilinçlendirilecekti. Ama bunu yaparken öyle toplumsal seferberlik çağrılarına falan da takılmayacaktı. Malum, bu tür seferberlik hamlelerinde “balık baştan kokmuş“ denir, kokan balık da yenmeyeceği için sonunda ya projeden vezgeçilir ya da kediye verilecek türden olur! Ama Kültür Elçileri Projesi’nin amacı netti, aşama aşama beş yılda 4 bin kültür elçisi çocuk yetiştirilecekti. Bunun için de çeşitli illerde kulüpler açılacak ve eğitmenler aracılığı ile çocuklar bilgilendirilecekti. Hem de keyifli ve gölgede kalmış ama çok gerekli bilgilerle. Mesela yerel müzikler ya da sokak oyunları gibi. Sonuç mu? Elbette başarılı.
Projenin son durağı ise Gaziantep’ti ve burada “Türkiye’nin yerel lezzetlerine“ vurgu yapıldı. Yani bir başka önemli değirimize, mutfak kültürüne. Bu amaçla çocuklar yine eğitimler almış ve birer kültür elçisine dönüşmüştü. Yani islim kebabından da Antep baklavasının marifetinden de haberdarlardı, pek çok yetişkinin aksine.
Biz ise Antep’te sanırım projenin en lezzetli boyutunu gördük: Türkiye’nin dört bir yanına özgü yemeklerle donatılmış bir masayı! Ben o masadaydım... Yemekleri uzun uzun anlatmaya elbet ihtiyaç yok. Zaten benim için çocukluğumun özel lezetlerinden (babamların evinde sık sık pişerdi) “pırasa saçalaması“nı yemek büyük keyif oldu. Birden köye girişimizi, arabadan inip “Babaanne” diye bağıran ve hızla eve koşan halimi hatırladım. Ne güzel şeydir çocukken yenilen yemeklerin hafızada bıraktığı ve asla unutulmayan ama bir daha da kavuşulamayan lezzetleri. Tıpkı çocukluğun kendisi gibi.
Müzik Festivali notlarım
Dinledim: Kutsi Ergüner’i Aya İrini’de dinlemek ne büyük lütuftu. Rönesans ve Osmanlı müzikleri başlığını taşıyan konserde Ergüner’in müziğinin inceliği Aya İrini’nin mimarisi ve atmosferi ile birleşince ortaya modern hayatın sert ritmini geride bırakan zarif sesler ulaşmaya başlıyordu.
Son yıllarda “Doğu-Batı sentezi” adeta dillere pelesenk oldu, olurken de karikatürleşti. Üstelik çoğu kez de sentez amaçlayan değil daha çok milliyetçi bir söyleme sığınılan. Mozart’tan bahsedip ama “Efendim Itri de var” denmesi gibi. Sanki ikisi iki takım ve az sonra sahaya çıkacaklar. Oysa Kutsi Ergüner’in müziğinde bir kez daha anladım ki, işinizde derinleşir, onun ruhunuzda dolaşması için bedeninizi yani yeteneklerinizi terbiye ederseniz bu tür söylemler bir toz zerresi bile olamaz. Şöyle ki, Batılı formlarda hem de “kilise müziği gibi” diye adlandırılabilecek bir şarkıdan sonra bir padişah bestesine şarkıya geçiliyordu ve geçerken ne bir kültür çatışması çarpıyordu kulaklarımıza ne de iklim değişimi... Çünkü Kutsi Ergüner bize müziğin coğrafyasından sesleniyordu, klişe ritimlerin değil.
Dinleyeceğim: Bu akşam Fazıl Say’ın yeni senfonisi “Mezopotamya”nın dünya prömiyeri var. Henüz çok geç değil, belki yer bulabilirsiniz. Sümer, Asur ve Babil tınılarından, Dicle ve Fırat’ın seslerine, ağıtlardan türkülere dek Mezopotamya bölgesinin seslerine odaklanan senfoni, Gürer Aykal yönetimindeki Borusan İstanbul Flarmoni Orkestrası eşliğinde seslendirilecek.
Özlenen çocukluk lezzeti
Haberin Devamı