İnsanların gaz yağı kuyruklarına girdikleri, ekmeğin karneye bağlandığı yıllar hala bir kabus gibi anlatılır. Şeker karaborsaya düştüğü için çayın kuru üzümle tatlandırıldığı... Öyle ya, benim çocukluğumda bile herkesin o kadar az kıyafeti vardı ki, bayramlar gerçekten de yeni kıyafet, anlamına gelir, gömlek yakaları eskidiğinde alt kısımlarından alınan kumaşla yakalar yenilenirdi. Sokakta top oynamaktan iki ay içinde timsah ağzına dönen ayakkabılar tamirciye gider, pence çakılmış, yapıştırılmış, yenilenmiş olarak geri dönerdi. Çünkü ayakkabı, kazak, palto sadece pahalı değildi azdı.
Bu yüzden o günlerden bahsedildikçe, aklıma yoksulluk değil de yoksunluk gelir, toplumun tümünün bundan bir şekilde nasiplendiği...
Bugün ise, teknoloji ile tekstil sektörü maliyetlerini düşürdükçe düşürüyor. Böylece semt pazarı fiyatlarına artık mağazalardan da alışveriş yapılabilir oldu. Ancak sanat ve diğer kültürel ürünlerin fiyatları düşmediği ve bollaşamadığı için ortaya “ye kürküm ye” diyen tuhaf bir medeniyet algısı çıktı. Her konuda önce cilaya bakılıyor. Mesela cip kullanmak, hem de İstanbul gibi bir metropolde, bir statü simgesine dönüştü. Oysa çevreye de zararlı olan bu arazi araçlarının kentlerde kullanımı Avrupa’da bu en nazik ifadeyle “ayıp”tır. Ya da bakıyorsun şahane giyinmiş, tüm kombin mükemmel ama sorsan Türkiye’nin başkenti İstanbul. Dahası ondan bilgilisi de yok! Derken sonra sosyal medyaya şahane bir fotoğraf düştü; bir çocuk elinde kitap, ayağında terlik metroda kitap okuyor.
Birisi aklınca aşağılamak için koymuş o fotoğrafı. Çünkü anladığım kadarıyla onun için kitap okunan değil de şık bir kıyafeti tamamlayan aksesuvar gibi bir şey. Bu yüzden de çocuğun, tıpkı pahalı bir kol saati ile kendini güçlü ya da karizmatik göstermeyi amaçlayan erkekler gibi “kız tavlamayı” amaçladığını sanmış. İyi de yapmış çünkü bu sayede memleketçe Ali Uçar’la tanışabildik!
Zira Ali Uçar’ın kişiliği, zarif açıklamaları hepimizin yüzüne şefkatli bir baba tokatı gibi kondu. Çünkü Uçar, hakkında o tweet’i yazanı kişiyi hedef yapmadı. Yani kendisini bir başkası dahası rakip, düşman üzerinden tanımlamadı. (Tüm siyasileri ve siyasi yapanlara örnek olsun.) Fırsat bu fırsat, diyerek günümüzün “yırtma” kültürüyle kitap bağışlarını da kabul etmedi. “Ben halimden, hayatımdan memnunum, mutluluk sadece parayla alınan eşyalarla elde edilmez” diye özetleyebileceğim şık bir duruş sergiledi.
Dahası asalet denilen şeyin tıpkı öğretmen Halil Sekran Öz’ün kravat ve gömleğinde değil de, onun herkese rehberlik yapabilecek 60 kitaplık listesinde olduğunu da dolaylı yoldan söyledi.
Ve insanları ötekileştiren malum zihniyete tam anlamıyla kitap kapağı oldu!