Hiçbir zaman başka ülkede doğmuş olmayı istemedim ya da yaşamayı...
En fazla İstanbul"un başka bir semtinde gözüm kalmıştır ya da "Bodrum"a mı taşınsam" diye bir iç geçirmişimdir.
Ancak gün geçtikçe daraldığımı hissediyorum. Bir yalnızlık, tükenme, boğulma hissi. Bir çırpınma, kendini ifade edememe hali. Ama yine de denemek isterim.
Colette, "Tüylü şapkaları, küpeleri ve genel fikirleri sevmem" demiş. Zira genel fikirler, bizdeki adıyla kahvehane muhabbeti, kişiye ve topluma bir şeyler katmak, onu beslemek yerine aksine tüketip öğütür. Toplumdaki önyargılar beslendiği gibi bakış açımızı da darlaştırır ve en önemlisi bizleri "basit" çözümlere karşı bile körleştirebilir.
Bu yüzden ne zaman uzman bir kişi ile tanışsam kulaklarımı açabildiğim kadar açmışımdır. İnanın, o kişinin neyin uzmanı olduğunun bile bir yerden sonra önemi yoktur. Mesela Ayn Rand"ın ünlü "Yaşamın Kaynağı" kitabındaki mimardan çok elektrik teknisyeninden etkilenmişimdir ben. Bir binaya en doğru ve kalıcı şekilde nasıl kablo döşeneceğini anlattığı bölüm hiç aklımdan çıkmaz. Ya da geçenlerde NTV"de Ahmet Yeşiltepe"nin "Atlar" üzerine yaptığı program gibi... Konukların atlar üzerinden koskoca bir dünya tarihini detaylarıyla anlatmaları karşısında kelimenin tam anlamıyla beynim bayram yaptı. "Oh be" demiştim. Divan şiiri uzmanlığı ile tanınan İskender Pala"yı da bu yüzden çok sevmiştim. Yıllar önce tanımıştım kendisini. Basında 28 Şubat"ın etkilerinin sürdüğü bir dönemde. Kendisi bugün "laik" diye tanımlanan medya tarafından bilinmez, muhafazakar medya tarafından yeni yeni keşfedilirken. "Divan şiirinde kuş motifi" isimli bir panelde izlemiştim kendisini ve dinlerken adeta çenem düşmüştü. Bu nasıl bir bilgi, nasıl bir derinleşmeydi... Sanki toplu iğne başı kadar bir alanda arzın merkezine sondaj yapıyordu. O günden sonra da hiç peşini bırakmadım. Tüm kitaplarını takip ettim, sohbet etmek için hep fırsat kolladım. Meğer ordudan atılmış, meğer eşi türbanlıymış. Güldüm, geçtim...
İşte benim hayranı olduğum sanat ve dünya algısı böyle bir şeydir. Uzmanlıklara saygı duyan, uzmanlığı seven...
Mesela yıllar önce "The Phantom Of The Opera" üzerine bir belgesel izlemiştim. Belgesel hem Gaston Leroux"un aynı adı taşıyan kitabından Andrew Lloyd Webber tarafından sahneye uyarlanan müzikali üzerineydi hem de müzikal ve tiyatro sanatının gelişimi üzerine...
Pek çok kez sinemaya da uyarlanan müzikalin ünlü bir sahnesi vardır, burada kahraman (Christine) aynanın içinden geçer. İşte bu bölüm İngiltere ve ABD uyarlamasında iki türlü yapılmış. İngiltere uyarlamasında, ayna ikiye açılıyor ve kadın da adımını atarak aynadan geçiyordu. Ama ABD"li versiyonunda... İşte onu seyrederken neredeyse küçük dilimi yutuyordum, oyuncu tüm seyircilerin gözü önünde aynadan geçiyordu. Çünkü oyunun bu bölümünü ünlü sihirbaz David Copperfield tasarlamıştı. Yani işin uzmanına başvurulmuş ve sahne sanatlarında bir adım daha öne çıkılmıştı. Bugün tiyatroların özelleştirilmesi ya da dindar ve laik sanat gibi ilginç kavramların uçuştuğu bir tartışma var. Bana da soruyorlar; "Senin bu konudaki fikrin ne?" diye. Ben de kilitlenip kalıyorum, çünkü bu kavramları daha önce hiç duymadım, herhangi bir literatürde de rastlamadım ayrıca tiyatro alanında bir uzmanlığım yok, bu yüzden sadece "umarım biz de bir gün o aynadan geçeriz" diyorum. Çünkü aynanın bu tarafında sular gittikçe sığlaşmaya başladı.
Copperfield"ın aynasındaki Türkiye
Haberin Devamı