Şaka değil, adam sabahın onunda, hem de bir gazete bayine “Ot var mı” diye soruyordu. Baktım, marjinal bir tarafı da yok, takım elbiseli bir çalışan, hepimizden biri. Tamam, saat benim için hayvanlar aleminin gurmelerinden kargaların kahvaltı saatine denk düşüyordu ama rüyalar aleminden de çoktan kopmuştum.
Neyse ki, bir dakikaya kalmadan durum anlaşıldı. Tuhaf tuhaf baktığım adamın Ot’tan kastı Ot Dergisi’ydi ve o zamanlar dergi yeni yayımlandığı için jetonum düşmemişti.
Adı gibi nev-ı şahsına münhasır olan Ot, Türkiye’de dergiciliğin düşüşe geçtiği bir dönemde çıktığı için mi desem yoksa yazanların güzelliğinden mi, hadi hiç uzatmadan hepsi ve daha ötesinden ötürü diyelim, bir güzel yeşerdi. Zaten Metin Üstündağ’ın kaptanlığındaki hangi dergiyi sevmedik ki.
Ama ben bugün adı şahane başka bir dergiyi yazacağım: Kafa’yı!
Candaş Tolga Işık’ın bir telefonu ile yazmaya başladığım dergiyi. Bu arada o telefona kadar Candaş’la tanışmamıştık bile. Adam iki dakika bile sürmeyen konuşmada “Kafa dedi, edebiyat dedi, burası çok güzel sen de gelsene” dedi. Bir baktım “artık daha çok dinlenmeliyim” kararını aldığım bir günde “evet” demişim.
Evet demiştim çünkü derginin adı tam kafama göreydi. Bir kere, sosyal medya ve Gezi ile ortaya çıkan ve her sınıfı birleştiren “o dile” aitti.
Artık “Kafa bin parça” mı derdiniz, “Bu neyin Kafa’sı mı” bilemem... Listeyi bir uzatsak sözlük bile yazılır. (Bu arada Kafa sözlüğü, iyi bir yazı konusu olurmuş, not alındı!)
Ayrıca, derginin adı nasıl farklı kesimleri, kültürleri ve sınıfları birleştiriyorsa kendisi de öyleydi. İlber Ortaylı da vardı, Umay Umay da. Rıdvan Akar ve Kerimcan Kamal da. Hayko Bağdat ve İsmail Saymaz’ı atlamak olur mu! Can Yılmaz, Zafer Algöz, Başar Başaran... Liste uzar gider.
Özetle yıllarca farklı disiplinlerde kafa yormuş, kırmış, çalıştırmış, yarmış kişiler, her kafadan bir ses çıkarıyor ve üstelik kıpır kıpır bir kanon yaratıyordu. (Tamam, Emrah Serbes’in ilk on bire katılmasıyla derginin iyice siyah-beyaz bir renk kazandığını reddedecek de değiliz.)
Açık açık söyleyeyim, farklı kimlikleri buluşturan bu dergide yazdığım için çok mutluyum. Çünkü bana göre 21. yüzyılın ilk yarısına bu “farklılık” damgasını vuruyor ve bunu Türkiye’de ilk sezen yapılardan birinin içinde olmak bu nedenle şahane bir duygu. Bununla ilgili olarak, konu dışına sapmadan şunu söyleyeyim; artık tasarımdan edebiyata farklı üslupları bir araya getirmek maharet. Çünkü önünde ya da sonunda benzer çizgilerin birlikteliği militarizme varıyor ki, dünya bundan çok çekti, çekiyor! Elbette tüm bu farklılıkları bir araya getiren, bir arada tutan bir şey olmalı, yoksa sesler rüzgara karışır gider. Ama bana göre bu “şey”, Türkiye siyasetçilerinin ve akademisyenlerinin dayatmaya çalıştığı “üst kimlik”, “şemsiye”, “çatı” gibi sabit, katı, total kavramlarla değil de “neşeli”, “atarlı”, “esprili” gibi duygu içeren kavramlarla ifade edilebilecek. Peki, her kafadan bir ses çıkan bu şahane kanonun duygusu ne? Candaş ve diğer yazar arkadaşlar, elbette harika perde arkası ekibi, ne der bilemiyorum ama ben Kafa’dan çıkan sesleri dinlerken olup biten her şeye rağmen heyecanlanıp neşeleniyorum. Dergiyi okurken hüzünlenmiş, küfretmiş hatta ağlamış olsam da dergi bittiğinde bende kalan neşe oluyor. Şöyle diyeyim; iskeleye bağlı sandallar vardır ya, dalga vurdukça kıpır kıpır oynaşırlar, neşeli çocuklar gibi. İşte Kafa da beni böyle heyecanlı bir neşeli çocuk yapıyor. Yaşanan ve yaşanacak her şeye rağmen!