Belki de aşk için biraz daha evrim geçirmemiz gerek

Haberin Devamı

Herkes sevmek, sevilmek istiyor.
Ama bir yerde bir yanlış var ki, olmuyor. Ya siz seviyorsunuz o sevmiyor ya da tam tersi. Ve bir günümüz trendi; deli gibi aşık olduğunuz halde adeta o ilişkiyi sabote eden davranışlarda bulunmak. “Adeta” dedim ama bence bu, gerçekten bir sabotaj! Peki kime ve neye? Günümüz moda deyimiyle buna “bağlanma korkusu” deniyor. Ama bence bu, çok yüzeyde dolanan bir tanım. Robert Musil’in “en iyi sevgili ölü sevgilidir” mealinde bir yaklaşımı var. Çünkü sevgiliyi kaybetme korkumuz o kadar büyüktür ki aşık olmak demek, özgürlüğümüzü hatta günlük rutinimizi bile yitirmek demektir. Sevgili arayacak diye telefondan gözünü alamayan halimizi bir düşünün... Ne toplantılar, ne projeler harcanır o arada farkında bile olmayız. Hem de aynı biz, hastayken bile işlerini ihmal etmeyen bir sorumluluk abidesiyken... O yüzden “en iyi sevgili ölü sevgilidir.” Sevgisinden eminizdir, ama kader bizi ayırmıştır, asla bize ihanet etmeyecek, hep sevecektir. Hayatımızın geri kalanında yaşadığımız mutsuz beraberliklere de onun yokluğunu bahane edebiliriz: “Ben gerçek aşkımı zaten kaybettim, hiçbiri ona benzemiyor.” Neden sevmek ve sevilmek isterken, (yeryüzündeki en az 3 milyar insanın bu sebeple sokaklarda dolandığını, aşk romanları okuduğunu şöyle bir hayal edin) bu paradoksa saplanıyoruz?
Şayet bu soruya klişelerin dışında yanıt arayanlardansanız Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan “Aşk Paradoksu” kitabını okuyun, derim. Çünkü bu kitap her şeyden önce özgür irade ile sevmenin tarihinin hiç de eski olmadığını vurgulayarak başlıyor: 18. yüzyıl. Zira öncesinde evlilikler soy devamı, mal paylaşımı ya da eşleşmelerdi. Bugünkü “eş” kavramına yüklediğimiz romantik anlamdan burada bahsedemiyoruz farkındaysanız. Unutmayın, Batı’nın da Doğu’nun da en büyük aşk hikayesi yasaklara karşı çıkış üzerineydi. Leyla ve Mecnun’a, Romeo ve Juliet’e bizler bugün "umutsuz" halimizden ötürü “kavuşamama” hikayesi olarak bakıyoruz ama asıl hikaye onların özgür iradeleriyle hareket ederek aile eve toplum kurallarına başkaldırarak sevgiyi seçmeleri yani aşık olmalarıdır. Yani onlar birer devrimcidir, zaten kitapta da bu duruma “duygu devrimi” deniyor. Ama özgür irademizle seçtiğimiz aşk, sonrasında bir anda özgürlük karşıtı bir duyguya dönüşüveriyor. Hayatımızı o kişiye adamaktan tutun da kıskançlıkla onun hayatını yönetmeye kadar ki tüm davranış kodlarımızı şöyle bir düşünün. Ne utanç verici değil mi? Peki bu çelişkili halimizin nedeni, özgür irade ile sevmemizin tarihinin kısa olması olabilir mi? Yani daha karşımızdakinin ve kendimizin hayatını tehdit etmeden sevmeye-sevilmeye yönelik geçireceğimiz evrim zincirinin henüz başında olmamızdan kaynaklanıyor... Ve bugün bir umutsuzluk, kaos olarak görünen “özgür ilişkiler” hatta artan boşanmalar üçüncü binyılın bir müjdesi olabilir mi? Yani birbirimizi kölemiz gibi gören anlayıştan sancılı da olsa koptuğumuz ve evrim sürecine girdiğimizin işareti...

DİĞER YENİ YAZILAR