Bazı yazarlar dil yaratır, bunu yaparken de var olan kısıtlanmış dili yerle bir ederler. Mesela kendi kelimelerini yaratırlar. Okurken birden karşınıza sözlüklerde yer almayan bir kelime çıkar ama ne dediğini hemen anlarsınız. Biri çıkıp size “nedir anlamı dese” net bir tanımda bulunamayabilirsiniz ama o kelimenin ne dediğini bal gibi bilirsiniz. Çünkü yazar aslında o kelimeyle harfleri değil de bizlerin kodlarını yan yana getirmiştir ki, bu biraz “kehanet” ister. Bazıları işi daha da öteye götürür. Var olan kullandığımız kelimeleri ters-yüz eder. Her gün kullandığımız, derdimizi, sevincimizi ifade ettiğiniz kelimeye tam tersi bir anlam yükleyiverir ve bunu o kadar doğal yapar ki fark etmeyiz bile. Bu da biraz “büyücülük” gerektirir.
Bir de bunların yanı sıra toplumsal dil hafızamızın mezarlığına gömülü kelimeleri bulup onları dirilten ve bizi de bülbül gibi konuşturan yazarlar vardır ki onlar edebiyat adı verilen muazzam kabilenin “şamanları”, “bilgeleri”dir. Ötesi yoktur.
Mesela onlar bir romana şöyle bir cümleyle başlarlar: “Karşıki dağların başı ağrıyordu.”Okuduğumuz an bizi saygıyla susturan... Çünkü biliriz az sonra okuyacaklarımız bize sadece bir hikâye anlatmayacak.
O hikâye için bir ülkenin dört bir yanından kalkıp gelen kelimeler içimizde bir yerlere dokunacak, çaresiz anılarımızı göğsüne yatıracak.
Ne büyük bir şans ki bizim böyle bir yazarımız var. Adını herkes biliyor, ona Yaşar Kemal diyoruz. Bereketli Çukurova’nın en büyük nimeti... Anadolu’nun yitip giden, masallarda, türkülerde, destanlarda kalan kelimelerin, deyimlerin rüzgâra karışmasını romanlarıyla engelleyen o büyük yazarımız...
Üstelik o öyle bir yazar ki, adı söylendiği an aklımıza düşen sadece kitaplar da değildir; bir gülümseme, bir iç ısınması, bir güven duygusudur o... Şöyle anlatayım derdimi: Sevdiğim çok yazar var ama iki yazarı dünyayla kurdukları ilişkiden ötürü hep farklı görmüşümdür. Biri; G.G. Marquez’dir. 2006 yılında doğduğu yere, Aracataca’ya gidişi dünya basınında haber olmuştu, hatırlar mısınız? Ajanslara düşen fotoğrafları benim aklımdan hiç çıkmıyor, çıkmayacak da. “Yüzyıllık Yalnızlık”taki Macondo’ya esin kaynağı olan çocukluk kasabasına gitmişti. Kasabası onu çiçeklerle karşılamıştı. Trenden evine kadar omuzlarda bir tahtırevanla taşınmış ve geçtiği her sokakta evlerden başına çiçekler serpilmişti. O da tahtırevanın üstünde mest olmuş bir halde gülümsüyordu. Yüzünde yazarlara mahsus o “sıkıntıdan” hiçbir iz yoktu. İşte bu görüntünün bir diğerini Yaşar Kemal belgeselinde de gördüm. Yaşar Abi (Bey dersem kızacaktır) köyüne gitmiş, daha meydana girer girmez onu bekleyen davul zurna ekibine katılarak halay çekmeye başlamıştı. Yüzünde Marquez’inkine benzer bir gülümsemeyle...
Bu tür yazarlar çok az. Yani hayatın hem içinde olmaktan keyif alan, hem de o hayatın dışına çıkarak bize onu anlatabilen. Yaşayan, can çekişen hatta ölmüş kelimeler ile kendi dilini yaratan... Bize ışığın ve renklerin onlarca tonunu anlatabilen... Ya da küçük bir köye ait sanılan bir kelimeyle en karmaşık ve evrensel sıkıntımızı bir çırpıda ifade eden... Bu yüzden Yaşar Abi, edebiyatın ulu çınarı, en büyük bilgesidir. Ve şimdi bizlere yeni bir hikâye anlatıyor. “Bir Ada Hikâyesi” dörtlemesinin son romanı “Çıplak Deniz Çıplak Ada”yla bizleri tekrar bu toprakların kelimeleriyle, umutlarıyla buluşturuyor. Hem de çocukluğundan beri yazmayı hayal ettiği bir konuyla... Biz de böylece, bir kez daha onun dünyasından adım atmak üzereyiz. Bence bu anı bayram ilan etmeli, davul zurnayla halay çekmeliyiz!
Bu akşam The Hall İstanbul’da “Purple Music Night” ile adını duyuran Jamie Lewis ile Discoman birlikte DJ’lik yapacak. Kaçırmayın. (Küçük Bayram Sok. No:7, Beyoğlu, Saat:22.00)
Bayramımız var, davullar, zurnalar çalsın!
Haberin Devamı