“Geçmişle yüzleşme, darbelerle hesaplaşma” bugün Türkiye’nin, özellikle de siyasetin ve yargının bir numaralı gündem maddesi haline gelmiş durumda.
Türkiye uzunca bir süreden beri geçmişiyle yüzleşmeye çalışıyor veya çalışıyormuş gibi yapıyor. En azından geçmiş, Cumhuriyetin kuruluş yılları ve özellikle de “Tek Parti” döneminin baskıcı uygulamaları, siyasi tartışmaların önemli malzemesi halinde.
“Dersim”le başlayan tartışma, şimdilerde camilerin ahır yapılıp yapılmadığı, Kuran’ın, Namaz Bilgisi ve “Hz. Ali Cenkleri” kitaplarının ve diğer bazı dini yayınların yasaklanıp yasaklanmadığı, dindarların mağaralarda Kuran okumak zorunda bırakılıp bırakılmadığı ekseninde devam ediyor.
Başbakan Tayyip Erdoğan ile anamuhalefet CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu arasında cumhuriyet tarihi üzerinden yürütülen tartışma, karşılıklı hakarete varan bir üslupla sertleşerek sürüyor.
Başbakan Erdoğan, bir süreden beri, Türkiye’de 1926-45 döneminde dindarların zülum gördüğünü, camilerin ahır yapıldığını, kapatılıp satıldığını iddia ediyordu. Dün cami kapatılması, satılması konusunda belge de sundu Erdoğan. İnönü imzalı bazı yasa ve kararnameleri delil olarak gösterdi.
Erdoğan başarılı bir tartışma stratejisi ile Cumhuriyet döneminin ilk yıllarının, tek parti döneminin tüm olumsuz uygulamalarının faturasını CHP’ye kesiyor. Bir numaralı yetkili ve sorumlu olmasına karşın Mustafa Kemal Atatürk’ün adını geçirmiyor Erdoğan, “İnönü” diyor. Dersim’in dramının sorumluluğunu da, camilerin ahır yapılması veya satılmasının sorumluluğunu da İnönü’ye ve dolayısıyla CHP’ye yükleniyor.
Bu sorumluluklar, genişletilip fatura ağırlaştırılabilir, ki zaman zaman bu konulara da değinmişti Erdoğan. Örneğin, Menemen isyanının içyüzü veya İzmir suikastı davaları, İstiklal mahkemelerinin uygulamaları ve 2. Dünya Savaşı’nın hemen ardından azınlıklara yönelik olarak uygulanan “varlık vergisi” faciası gibi...
Evet Cumhuriyetin ilk yıllarındaki bazı uygulamaların gerçekten değil demokrasi ayıbı, ağır insan hakları ihlali niteliğinde olduğuna hiç kuşku yok. Ki zaten o döneme kimsenin demokrasi dediği de yok. Tek parti diktatörlüğü...
Bugünkü CHP, “Tek Parti” diktatörlüğü döneminin CHP’si değil. Fakat, Erdoğan o döneme vurdukça Kemal Kılıçdaroğlu, savunmaya geçiyor.
Ancak, Erdoğan’ın dile getirdiği tek parti dönemi uygulamalarını sahiplenmeye, savunmaya kalktığında, özellikle de 80 yıl öncesinin Türkiye koşullarını ve uygulamalarını bugünün penceresinden bakarak tartışmaya kalktığında bu işin üstesinden gelebilmesi mümkün değil Kılıçdaroğlu’nun. O nedenle bugün Erdoğan’ın çerçevesini belirlediği bu tartışmayı kaybetmeye mahkum Kılıçdaroğlu...
Tabii ki bu tartışmadan Türkiye’nin ne kazanacağı da ayrı bir konu...
Keşke iktidarla muhalefet arasındaki tartışmalar cumhuriyetin kuruluş yıllarının yanlışları, hata ve günahları üzerinden değil de bugünün demokrasi ayıpları ekseninde yürütülebilse.
Türkiye elbette geçmişiyle de yüzleşsin. Atatürk ve İnönü dönemlerini de konuşsun. Adına çok partili parlamenter demokrasi dediğimiz 1950 sonrasında işlenen demokrasi ayıplarıyla; darbelerle, askeri müdahalelerle, işkence ve ağır insanlık suçları ile de yüzleşebilsin. Bu yüzleşmeden geleceğe dönük sağlıklı sonuçlar üretebilsin.
Ama bütün bunları yaparken bugünden kopulmaması gerekiyor. Bugün yaşanan hak ve hukuk ihlalleri de tartışılsın. 10,5 aydan beri çözüme kavuşturulamayan tutuklu milletvekilleri sorunu ile de yüzleşsin Türkiye.
Demokrasi ayıpları ve geçmişin hesaplaşması...
Haberin Devamı