Tate Modern ile White Cube Gallery’deki iki sergi, siyahi sanatçıların kimlik mücadelesini ele alırken günümüze de ışık tutuyor.
Tüm ülkelerin siyasi arenasında küresel bir dönüşümün gözlemlendiği, gündemin hararetinin dinmediği şu günlerde, Londra seyahatimde izlediğim iki sergi, işledikleri konseptin diyaloğuyla, beni derin düşüncelere itti. Ötekileştirme, ırkçılık, milliyetçilik gibi kavramların yeniden tartışmaların başrolüne oturduğu bu çağ, tarihin tekerrürünü görmezden gelemeyeceğimizi hatırlatıyor diyebilirim.
Tate Modern’de açılan “Soul of a Nation: Art in the Age of Black Power” (Bir Ulusun Ruhu: Siyahi Gücün Çağında Sanat) ve White Cube Gallery’de yer alan “From the Vapor of Gasoline” (Benzinin Buharından) başlıklı sergiler, 2’nci Dünya Savaşı sonrası Amerikası’nda, 1960’larda doruğa ulaşan ekonomik büyüme ve artan yaşam kalitesinin gölgesinde kalan gerçeklere odaklanıyor. Toplumun idealize edilmiş normlarına uymaması sebebiyle ırkçı ideoloji tarafından ayrıştırılmış, “Amerikan Rüyası” etiketine zarar verdiği düşünülen her bireyi ya da düşünce sistemini yok etmenin mübah sayıldığı bu süreçte, söz konusu sanatçılar da siyahi olmanın zorluklarıyla boğuşuyordu. Özgürlüklerden yana duruşlarının, eserleri aracılığıyla çevrelerini hatırı sayılır derecede etkilediği bu dönemin, sanat tarihinin tozlu sayfalarında unutulmamasına çok mutlu oldum.
Müzelerden sokaklara yöneldiler
Tate Modern’deki sergi, siyahi sanatçıların pratiğini, beslendiği kaynakları ve üretimlerine konu olan politik, bireysel, toplumsal krizleri derinlemesine ele alıyor. 1960’lar ve sonrasında, çeşitli kavramsal ve biçimsel meseleler sanat dünyasının gündemini halihazırda meşgul ederken kendi kimlik mücadelelerini bir de bu sahnede vermek zorunda kalan siyahi sanatçılar, bugün sergilere konu olacak düzeyde bir estetik pozisyon yaratmayı başarmışlar. Mekâna girer girmez kulağıma gelen söylemlerin, 4 farklı ekrandan seslenen, Martin Luther King ve Malcolm X gibi halk kahramanlarına ait olduğunu fark edince sergiye daha yüksek bir ilgiyle dahil olduğumu söylemeliyim. Kitleleri peşinden sürükleyen bu iki aktivistin konuşmalarındaki detaylar, siyahi gücün sanatsal üretimlerini şekillendiren formal ve fikirsel altyapı hakkında da ipucu veriyor. Irkçılıkla mücadeleleri boyunca yalnızca kimliklerini değil pratiklerini kabullendirme konusunda da zorluklar yaşayan sanatçılar, dönemlerine dair oldukça üst düzey eserler ortaya koymuş. Müzelerden kabul görmedikleri ve işlerini gösterecek alan bulamadıkları için sokaklara yönelen, iç dünyasını binalara, duvarlara yansıtmaktan başka çaresi olmayan sanatçıların takdire şayan duruşlarını izlediğim “Art on the Streets” bölümü de beni çok etkiledi.
Negro kelimesinden utanmamıştı
“Black Heroes” bölümündeki, Andy Warhol imzalı Muhammed Ali portresi önünde durup düşününce, King’in hakaret olarak kullanılan negro kelimesini kendisine gururla yakıştırdığını söylediği seslenişi daha bir anlam kazanıyor. Barkley L. Hendricks ’in, Superman tişörtü giymiş siyahi figürünün taşıdığı ironiyi görmezden gelmek ise imkansız. Yine aynı bölümde David Hammon’ın, Siyah Panter Partisi kurucularından Bobby Seale’in mahkemeye sandalyeye bağlı şekilde çıkarılmasını resmettiği çalışması da Amerikan adalet sistemine yöneltilmiş güçlü bir eleştiri niteliğinde. Sağlam bir dökümantasyonun ürünü, araştırma niteliği ağır basan sergi, 22 Ekim tarihine dek devam ediyor. Bugünlerde özellikle Amerika’dan gelen sert rüzgarların bizi sersemlettiği siyasi iklimde, başka bir formatta yaşatılmaya çalışılan Amerikan Rüyası’na dair keskin söylemlere tanıklık etmek ilginç bir deneyimdi.